Bir çift inci
Yunus ilkin anlamıyor Ömer’i. Elleri, kolları buz kesmiş, titriyor, yüzü bembeyaz. Nefesini toplayamadan, sesini bulamadan sayıklıyor çocuk. Zombi, Kenan Abi... Zombi olmuş... Çırılçıplak, Sadi Dayı’yı yedi, gözleri...
Kar yağanda dolanır,
Apak sular bulanır,
İnci olmuş gözleri,
Kara dili sulanır.
Ateş, kendi lisanınca uğulduyor. Ara ara nemli odunlardan çıtır çıtır feryatlar yükseliyor. Soba ateşinin kendine has, görünmez bir duvar gibi yükselen sıcağını özlemiş. Genç kızlığı düşüyor aklına. Vaktiyle anasının pekmez kaynattığı ateşin, babasının pek övündüğü altın dişinin, zilli Seher’in muzır hikayelerinin al al ettiği yanaklarının sıcağı. Aynı sıcak. Daha sıcak. Şimdi pürtüklü duvarlar boyu uzanan çıplak, kara borular, petekler karanlık bir depodan çıkıp gelen bu ilkel şeye inat daha soğuklar. Evin her köşesinde pusuya yatmış ayaz onların işi.
Eh güçleri yetiyorsa buyursunlar bakalım. Aha soba! Gürül gürül maşallah. Oldu, olmadı yirmi senesi var kömür yutup ateş kusan kazanın. Kimisi köylük yerde kalofer de neymiş deyip hükümetin açtığı bu yeni masraf kapısına direnir gibi olsa da bu rahatlık tatlı geldi köyün ahalisine. Kazanları, tesisatı biz kuracağız! Merkezi sistem. Artık benim vatandaşım soba kurmakla, kova boşaltmakla uğraşmayacak! Uğraşmadı da.
- Ayda bir, iki ayda bir gelen kamyonlar yükünü boşalttı, yakıldı kazan. Yataklar ayrı odalara kuruldu, ihtiyarlar abdestlerini sıcak suyla aldı, taze kızların elleri çatlamadı. Sağda solda çürümeye terk edildi sobalar. Tam yirmi sene kıvrıla kıvrıla köye çıkan rampayı tırmandı kamyonlar. Yirmi kış yandı kazan.
Oldum olası aklı ermez ya ellerinde gavur icadı aletler, telefonlar her evin horantası ayrı odalarda gördü rüyalarını. Herkes kendi yolunda vardılar bu kışa. Ama ne kış! Köye dadanan hortlaklar şöyle dursun, kar kıyamet oldu. Ne yol kaldı ne bir iz, bekle ki gelsin kamyonlar. Ahali köyde mahpus, kamyonları bırak jandarmadan bile haber yok. Değil köyün yaşlıları, onların anası atası bile karın böyle yağdığını, ceyranın, telefonların kesildiğini görmemiş. Allah’ın gücüne gitmesin, sanki Rabbim tüm köyün belasını verip helak etmeye ahdetmiş.
Ee ademoğlu! Ne oldum demeyeceksin, övünmeyeceksin bu kadar.
İşte kıyamet koptu, canını canavardan sakındığın yetmezmiş gibi bir de soğuk belası. Koca kazan köylünün topladığı iki parça yaş odunla doyacak değil ya. Herkes attığı yerden buldu çıkardı sobasını. Eh bir kışın beyliği de beylik.
Buyur soba efendi, hele gel kurul şöyle evin baş köşesine. Bak bu torunum Ömer, bırak bunu babası bile anlamaz senin dilinden. Varsın anlamasın, biz seninle iki ihtiyar danışıp anlaşırız. Kocadıkça toprak gibi oluyor insan, sen de bir akranım sayılırsın. Yatmadın mı onca sene toprak üstünde. Girer yatarım altına, şu yaştan sonra ömür sırtıma yük olmuş. Bak köylüye, canının derdinde hepsi, o hortlak gelsin de benim etimi yesin. Çift kırmanın dipçiği altında çınlayan demir kapı çekip çıkarıyor onu mezarından.
- Canavar çarpık dişlerini az ötede gıcırdatsın. Şahin gibi yerinden fırlayan Ömer, babasının boğuk sesini duymadan kapıyı açmaması gerektiğini acı yoldan öğrenmiş. Korku kadar soğuk bir yel, koca köyün tasasını alıp dolduruyor evin içine. Kaloriferler, borular masummuş meğer.
Ardı sıra tipinin savurduğu ince kar döküntüsü ile odaya giriyor Yunus. Yok ana yok! Akılım almıyor! Adatepe’yi aşmak bile mümkün değil, iyice bir yağmur düşmeden köyden çıkış yok. Oğlu güçlükle kapıyı kapatırken sobaya iyice yanaşıyor. Taş kesilmiş dizlerini ovalayan anasını yokluyor göz ucuyla, konuşacak gibi. Konuşamıyor. Ateşin uğultusu dolduruyor odayı. Susuyorlar öylece.
Ömer’in elinde kalmış tüfeği usulca almasıyla kendine geliyor Yunus. Az evvel soğuktan kaskatı kalmış bacakları yanıyor şimdi, ellerinde başka türlü, daha derinden bir sızı. Anası, kıpır kıpır dudakları ile pencerenin ötesinde göremediği bir şeyleri seyrediyor. Laf olsun diye konuşmanın, sözün kolayını bulmaya çalışmanın manası yok. Nasıl demeli? Ana... Dudaklar kıpır kıpır. Gören yok hala. Kıpır kıpır. Bağ yolunda yemenisini bulmuşlar. Bir anlığına donup kalıyor dudaklar. Sonra yine kıpır kıpır. Yunus anasının metanetine bir kez daha hayran kalıyor.
***
Ciğerinin şuncacık yanmasına ne demeli şimdi? Allah’tan ümit kesilmez. Tevekkül mü? Değil! Onca sene içinde dönüp duran o sıcaklık, hayatın kıpırtısı çekilmiş gitmiş sanki. Uyuşmuş, posası kalmış. Artık dışarı çıkan oğlu, torunu için okuduğu felaklar, naslar eskisi gibi candan değil. Kendi canı bile gözünde değil ki! Nasıl dertlensin koca dünyanın derdiyle? Yine de içinde garip, bilmediği türden bir neşe. İnsanın canının gailesini bile çekmemesi pek güzelmiş.
Eh, ölmüş eşek kurttan korkmaz. Hoş artık kurtlar köye inmiyor. Onlar da öğrendi. Bu kış köyde onlara rahmet okutur bir canavar var. Koca köye illallah dedirtti ya en çok da anasına, babasına çektirdi Kenan.
Sütü bozuk desen değil. Mayası bozuk desen Muhlis Emmi adı gibi bir adam. Evladın da hayırlısı... Ufakken edepli, merhametli çocuktu Kenan. Kanına delilik değdikçe bir haller oldu oğlana. Böylesinin şaşması da beter olurmuş. Muhlis Emmi tuttu elinden götürdü teknik liseye yazdırdı. Ola ki okur da hayatı kurtulur, babasını boş ver hiç değilse kendine bir hayrı dokunur.
Kenan’da okuyacak göz mü var? Yaramaz arkadaşları olmuş diye duyduk. Kavga, gürültü, haydutluk... Bırak okulu, kazada gören yolunu değiştirir olmuş. Daha lise talebesiyken hem de. Askerden dönünce gemi iyice azıya aldı Kenan. Alır başını gider, yolunu bulur da dönerse kılığı korkuluğa dönmüş köy yolunda görünür. Dövüş, kavga, kıyamet. Önceleri oğlu köyden kaçtıkça ne haldedir diye meraktan ölen anası, kırk yıllık kocasının hayırsız oğlundan yediği kötekleri gördükçe tek gitsin de evimiz dirlik görsün diye dua eder oldu. Allah var, olur ya ağırına gider, başı önüne düşer diye kimse Muhlis Emmi’ye geçmiş olsun demedi. Yine de köyün kadınları anasıyla bir olup çok ağlaştılar. Düzelmedi Kenan. Sırtında taşımaya güç yetmez bir yük, iki büklüm kaldı Muhlis Emmi. Anası desen çok ağladı neredeyse görmez oldu gözleri. Kenan içti içti köye geldi, elde avuçta ne varsa aldı götürdü pavyon karılarına meze etti. Öyle böyle hepsi vardı yetişti bu kışa.
***
Kenan’ın köye döndüğü akşamın sabahı, ta ciğerine bir sızı saplandı Muhlis Emmi’nin. Şimdi çıkıp gelse ya da bundan böyle durulup da adam gibi bir adam olsa diye değil. Ondan yana ümidini kesmişti. Daha ufacıkken susadım demeden söğütlü pınardan ateş olup su getiren, sen dur baba deyip elindeki işi neyse alıveren Kenan’ı özledi. Korktu da. Olur ya gelir, yine kavga yine gürültü. Korktu.
- Bir gün köye kara haberi gelir. Evlattır nihayetinde. Et tırnaktan geçmiyor ki, babaların da merhameti engin olurmuş. Çıksa gelse, gidemez de ha deyince. Hem ne bulup da zıkkımlanacak köylük yerde. Üç beş gün eser gürler. O da geçer. Giden seneki kış, cumaya bile gitmişlerdi beraber.
Geldi Kenan. Yanında nursuz, arsız ahbapları. Babasının güç bela diri tuttuğu heveslerini öldürmeye, anasının gözünün nurunu akıtmaya, köylüyü yarı aralanmış perdelerin arkasında sindirmeye geldi. Oyun havaları, sarhoş naraları, daracık köy yollarından soğuk bir yel gibi esen arabanın homurtuları. Gelenleri eve almadı Muhlis Emmi. Ağzı dili bağlandı ki üstelemedi Kenan, aldı yarenlerini kuruldu söğütlü pınarın başına.
İçlerinde nasıl gavur bir ateş yanıyorsa soğuk demeden yediler, içtiler, çaldılar, söylediler. Oh diyemedi Muhlis Emmi. Ha geldi ha gelecek, gözüne uyku da girmedi. Kart seslerin kahkahaları, şarkıları, edepsiz şakaları hayal meyal bir gürültü olarak ulaştı köye. Gece yarısı rampada tıkanan motorun boğuk homurtusu duyuldu. Gittiler. Kenan da gitti mi? Gitmediyse gelir elbet. Gelmedi. İmsak girince cüzden başını kaldırdı anası, kül tablası dolmuş taşmış kocasına seslendi. Abdestlerini aldılar, imam Allahuekber deyince derin bir nefes alıp dışarı çıktı Muhlis Emmi. Olur a deyip, bahçedeki boş sedire göz ucuyla bakarken cız dedi içi. Kar yağmış. Allah vere de ahbaplarıyla gitmiş olsa. Namazı nasıl kıldığını bilemedi. Allah affetsin. Köylünün yarım ağızla verdiği selamları alıp pınar yoluna düştü. Aksak adımlarının karda bıraktığı izi takip edip düşmüş omuzlarına, bu gece biraz daha sivrilen kamburuna gözü değenler haline acırken, Muhlis Emmi’nin içinde adını koyamadığı taze bir sıkıntı vardı. Söğüdün dibinde sırtında bir karış karla buldular ölüsünü. Donmuş, kapılar tekmeleyen ayakları, babasına kötekler vuran elleri taş olmuş, gözü açık gitmiş dediler. Anası babası çok ağladı.
Evlattır evlat olmasına ya, aslında yıllar evvel içlerinde öldürüp gömemedikleri oğullarının hatırasına akıttılar gözyaşlarını. Onların hatırı olmasa Kenan’ın leşi kurda kuşa yem olurdu. Sağ olsun ne kar ne kıyamet dinledi, el birliğiyle cenaze işine girişti köylü. Hanelerde kazanlar kaynadı, aşlar pişirildi, mevta yıkandı, saf tutuldu namaza duruldu, Muhlis Emmi üzülmesin diye helallikler verildi. Sonrası görülmedik, duyulmadık bir iş. Ahali tabutu omuzlamaya fırsat bulamadan mezarı kazsın diye kabristana gönderilen uşaklar başlarını eğmiş köy yolunda göründüler. Toprak taş olmuş, taş! Ne kazma kazar ne kürek kürer. Ne yaptılarsa olmadı. Kaynar sular döküldüğü gibi buz oldu, ateşler ancak kendini ısıttı, Muhtar’ın traktörün arkasına taktığı kepçe bile kırıldı da toprak bağrını açmadı. Naçar aldılar camiye bitişik köy odasına koydular Kenan’ı. Daha telefonlar işliyordu o vakit. Muhtar kaymakamı, belediye reisini artık kimi aradıysa aradı kepçe istedi. Bekle ki gelsin, gelmedi elbet. Köyün kadınlarına da laf olsun, anasına duyurmadan toprak Kenan’ı almamış diye biri bin ettiler.
***
Ömer gözü kara çocuk, babasının tüfeğine bir bakışı var ki görme. Daha adını koyamamış ama sağ salim büyüse kaçmanın yollarına bakacağı köyün heyecansızlığı içini sıkıyor. Babası salmadığı için ölüyü göremediğinden canı sıkkın zaten, üstüne Necip’in anlattıkları. Güya İmam yıkarken gözetlemiş kimi çocuklar, Kenan’ın elleri taş olmuş, dili boğazına dolanmış, gözleri pörtlemiş, canavara dönmüş. Ömer inanmıyor önce, azıcık bozuluyor Necip ama o da gözüyle görmedi ki... Gece için sözleşiyorlar, caminin önünde buluşup ölüyü görmeye gidecekler. Haftalardır ne çabuk akşam oldu da eve girdik diye hayıflanan Ömer güneşi zor batırıyor bu defa. Ne yediğinin farkında ne içtiğinin, evde bir tek sobanın gürültüsüyle tekinsiz çıtırdamalar kalana dek bekleyip çıkıyor dışarı. Biraz daha oyalansa o da uyuyuverecek sıcacık. Keskin soğuk çenesinden tutup kendine getiriyor onu, yüzüne vuran kar taneleri, rüzgarın uğultusu, ayaklarının altında ezilen taze karın sesi, belli belirsiz bir hışırtı.
Caminin önüne ilk varanın kendisi olduğunu fark ettiğinde keyifle gülümsüyor, Necip’le eğlenecek geldiğinde. Beklerken iyice yavaşlıyor zaman, sesler daha keskin, daha sahici.
Bir başına gitmekten korktuğunu kendi kendine itiraf etmemek için nasıl da sabırlı şimdi. Yine de çabucak usanıyor beklemekten. Neciplerin evine inen yokuşa bakmak için yekindiği vakit işitiyor inlemeyi. Sonrası ünlemeler, patırtı ve keskin bir feryat. Çiğ etin kopma sesini de hiç unutmamak üzere o zaman duyuyor Ömer. Taş oluyor ayakları biraz daha derine gömülüyor karın içinde. Olsun, gözü kara çocuk Ömer. Dönüp kaçmıyor, çığlık atmıyor, kalbi göğsünden çıkacak bir yol ararken dudaklarına dolanan kuleuzu rabbinnas fısıltısına ayakları dikkatli adımlarla eşlik ediyorlar. Melikinnas ve bir adım daha. Ayet ayet, nefes nefes, adım adım ilerliyor Ömer, tam da Kenan’ın Sadi Dayı’yı çiğ çiğ yediğini gördüğünde bitiyor sure. Korku? Hayret? Artık sebebi neyse ne...
Bir anlığına tedbiri unutuyor Ömer, pırıl pırıl bir küfür fısıltıların ardına saklanmadan düşüveriyor ağzından, uhrevi hava dağılıyor, yemeğinden başını kaldıran Kenan’ın bir çift inci gibi bakan gözlerine yakalanıyor. O an şahin oluyor, rüzgarı peşine takıyor, artık iyiden iyiye adamı yutan karın içinde düşe kalka zor atıyor eve kendini. Yunus ilkin anlamıyor Ömer’i. Elleri, kolları buz kesmiş, titriyor, yüzü bembeyaz. Nefesini toplayamadan, sesini bulamadan sayıklıyor çocuk. Zombi, Kenan Abi... Zombi olmuş... Çırılçıplak, Sadi Dayı’yı yedi, gözleri... Uykusu dağılıp, meseleyi yarım yamalak anlayınca içinde bir öfke kabarıyor Yunus’un, “Ne zombisi lan? Zombi neymiş? Ne işin var gece vakti, ölünün başında it? Yürü git zıbar, sabah görüşecez senle!” Ömer uyuyamıyor o gece, bir daha asla huzurla uyuyamayacağını bilmeden sabaha kadar gecenin seslerini dinliyor yatağında.
***
- Daha ilk günden meselenin aslı anlaşılana kadar, uyuyakaldığı yatağından apar topar camiye koşan Necip dahil 6 kişiyi telef etti Kenan.
Kimileri ölümü sessizce kabullendi, kimileri ayağa kalkıp Kenan’la birlikte köyün boş sokaklarında kara bata çıka yürüdüler. İlkin Necip yakalandı, ne edeceklerini bilemeden bir ahıra bağladılar onu, hırıltıları inlemeleri anacığının yüreğini dağladı. Eceliyle öldüğü yatağından kalkan Zarife Ana, kambur sırtı, ağır aksak yürüyüşü, her adımda durup inleyişi hiç değişmediğinden bağ yolunda iki kişiyi gafil avladı. Kenan’ı öldüren ya da dirilten kar haftalarca dinmedi. Yollar hepten kapandı, telefonlar, bilgisayarlar işlemez oldu. Köyün çocukları telefonların, televizyonların ekranlarından görmeye alıştıkları canavarları buğulu camların ardından dehşetle izlediler. İşi eğlenceye vuramadılar bu defa. Tetikte olmayı, tedbirli davranmayı çabucak öğrendiler.
İhtiyarlar kendi çocukluklarından kalma masalları hatırladılar birer birer, torunlarına gördüklerine hortlak demeyi öğrettiler, dışarı çıkan oğulların ardından fetih sureleri okudular. Kış geldi serildi köye, kimi köylü korktu evlerine sindi, kimileri öldü, kimileri de kayboldu, izini tozunu gören olmadı. Kenan’dan sebep duyduğu bu yeni mahcubiyetle beli iyice büküldü Muhlis Emmi’nin.
Ölü ya da diri oğluyla yarenlerinin köye çektirdiklerine dayanamayan anası hepten kör oldu. Hiç değilse bir umuttur diye geceler boyu nöbetler tuta tuta bekledi köylü. Bekledi ki kar erisin yollar açılsın, koskoca devlet bir çaresini bulurdu elbet. Bazen tek tek, bazen üçer beşer köyün yanında yöresinde gezindi durdu hortlaklar. Sonra bir gün, gürül gürül inledi gökyüzü, önce cisil cisil sonra sağanak bir yağmur başladı, iki güne kalmadı eritti, yıkadı attı karı. Kaç ay sonra toprak kokusuna uyanan ahali, bir saniye daha bekleyemeden yanına kattıkları birkaç yiğit gençle kasabaya yolculadı Muhtar’ı.
- Yolu gören evlere doluştu herkes, damlarda, balkonlarda mavi jandarma arabalarını gözlemeye koyuldular. Kasaba yolunun aştığı tepeyi kızıl bir kuşakla saran akşam güneşinden olacak, Muhtar’ın beyaz pikabının ürkek ışıklarını fark edemediler ilkin.
Zaten çoğu, koca kışı bekledik bir gece daha bekleriz diyerek karanlığa kalmadan evnlerine çekilmişti. Kalanlar pikabın ardı sıra bir jandarma kamyonu, hiç değilse bir polis arabası görmek için boş yere dönüp dönüp bir daha baktılar yola. İmam, daha Muhtar köye varmadan salaya başladı. Zaten hepsi tetikte, imamı duyanlar cami önünde temkinli bir kalabalık oluşturdular. Dere boyunda kaybolan pikap bir kez daha göründü, çamurlu yolları oflaya puflaya aşıp caminin önünde sertçe durdu. Dolu giden araba boş dönmüştü. Önce yolcu koltuğundaki Yunus indi arabadan, üstü başı perişan, kana bulanmış... Köylünün soran bakışlarıyla yüzleşmeye cesaret edemeden başı önünde, sustu öylece.
Bu defa henüz arabadan inmemiş, kontağı bile kapatamamış Muhtar’a döndü gözler. Bekledikçe yükü ağırlaştı Muhtar’ın. Ne söyleyeceğini bulmaya çalışıyor gibiydi. Bulamadı. Sağda solda terk edilmiş askeri araçlardan, raylar boyunca uzanan devrilmiş trenden, Baykuş Tepesi’nden kasabaya baktıklarında gördükleri manzaradan, derme çatma barikatlardan, bir cesedi saran kurtlar misali sokakları, caddeleri dolduran hortlaklardan söz edemedi. Titreyen elleriyle susturdu motoru, usulca indi arabadan. Kapı açık, döndü pikabın kasasındaki mavi muşambayı tek hamlede savurdu. Beraber yola çıktıklarından, Çakır Cemil’den, Necip’in abisi Recep’ten, Eyüp’ten geriye kalanlar. Parçalanmış, çarpılmış, eksilmiş insan bedenleri. Eyüp’ün gövdesinden ayrıldı ayrılacak başında lanetli bir kıpırtı, doymaz bir açlıkla aralanmış dişleri ve artık bir çift inci olmuş gözleri.