Bu apartman annesinden Buberkana hatıradır
Annesi Buberkan’a hediye etmek istemişti apartmanı. Ablaları bu karara ses etmeyi akıl edemeyecek kadar küçüktü. Babası ise tüm kararlarda olduğu gibi bu kararda da bir “Kendin bilirsin.” ile kenara çekilmiş kadının baskınlığı ile mücadeleye girmemişti. Apartman Buberkan’a hediye edilmişti.
Tek seferde söyledi:
“Bu apartman annesinden Buberkana hatıradır. Vatani bavu kalişirino.*”
Yeniden nefes alırken:
“İki kere sekiz on altı.”
Apartmanın yıkımına başlanmıştı. Hatta içi tamamen yıkılmış, sadece iskeleti ayakta duruyordu. Terk edilmiş bir harabeyi andıran bu apartmanın giriş kapısı üzerinde yazan yazıyı okumuştu. Buberkan her gün öğleden sonra yürüyüşe çıkar, üst sokaktaki apartmanının önünde birkaç saniye durur ve bu yazıyı okurdu. Ellerini temiz, ütülü ancak bir hayli eski ceketinin ceplerine soktu. Kasketini, kafasını hafifçe sallayarak düzeltti ve yürümeye devam etti. “On altı Bursa‘nın plaka kodu. Diğerleri bina kapılarının üzerine ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yazıyorlar. Mahalledeki yeni binaların bazılarında var. Altı kere yedi kırk iki. Ya da ‘Maşallah’ yazıyorlar. Kırk iki Konya‘nın plaka kodu. Ya da Mülk Allah’ındır yazıyorlar. Üç kere üç dokuz. Şu yazı yerine, onlardan birini yazdırabilirdi. Sıfır dokuz Aydın’ın plaka kodu. Hatta Üçünü birden yazdırmış olmasını bile şu yazıya yeğlerdim. Dokuz kere beş kırk beş.” Fiziksel özellikleri açısından ortalamalarda sabitlenmiş bir adamdı. Orta boylu, ne zayıf ne şişman, esmer ancak açık bir tonunda ve saçları gür değil ama yaşına göre seyrek de sayılmaz, sadece favorilerinde beyazlar görünen bir adamdı. Buberkan, 54 yaşındaydı. O yaş civarı erkeklerin çok iyi bildiği iki şeyi o da çok iyi biliyordu:
1. Kerat cetveli
2. Şehirlerin plaka kodları
Ancak bu iki bilgi yaşıtlarından farklı olarak lazım olduğunda değil yalnız kaldığı her an aklında ve dilindeydi. Düşünce akışında her fırsatta beliriverir kendisini söyletmeden devam ettirmezdi. Buberkan bunu engellemeye çalışmıştı ama engellemeye çalıştıkça haylazlaşmış, baş edilemeyecek duruma gelmişti. Doktora da gitmişti elbet. Ruh ve sinire. Kafa hastalığıymış. “Obsesyon” dedi adına doktor. Buberkan bir kağıda yazdırdı hastalığın adını. Ceketinin cebine koydu. Artık hep cebinde taşıyordu o kağıdı. Durumunu fark edip soran olursa çıkarıp kağıdı, okuyordu. Buberkan evine döndü. Bu evi, üç ay önce apartmanının yerine yenisini yapacak müteahhitle anlaştıktan sonra kiralamıştı. Apartmanının bir alt sokağında bulunuyordu. Kentsel dönüşümden yeni çıkmıştı. Gıcır gıcır, temiz bir bina. Komşuların bir kısmı mahallenin eski sakinlerindendi. Bir kısmı da dışarıdan gelenler. Ev giysilerini giyer giymez akşam yemeğini yapmaya koyuldu. Mutfakta bir kadın kadar hamarat ve titizdi.
Yemeğe misafir varmış gibi birkaç çeşit hazırladı. Yıllardır böyle yapardı. Yıllardır yemeğe misafir gelmezdi. Eskiden kalabalık bir ailesi vardı. Annesi, babası, iki ablası. Önce ablaları evlenip başka şehirlere taşındılar. Sonra babası öldü. Altı yıl önce de annesi ölünce tek başına kaldı. Ablaları bazı yazlar gelir birkaç gece kalır giderlerdi. Bazen de arar apartmanın son durumunu, müteahhit işini, yıkımı falan konuşurlardı. Onun dışında arayan soran olmazdı. Evde bir başına, sokakta ise çoğu insana aşinaydı. Buberkan, pilavı demlenmeye bırakırken balkona çıktı. Yemekten önce bir sigara içmek adetiydi. Bitişikteki apartmanın balkonuna hızlıca göz attı. Neyse ki boştu. Yaktı sigarasını rahat rahat oturdu. Daha bir dakika bile olmamıştı ki kendi balkonunun dibindeki bu balkonda elinde çamaşır sepeti ile o kadın belirdi. Buberkan’ı görünce bir an tereddüt etti. İçeri mi girecekti tekrar? Hayır, çamaşırlarını asmaya başladı. Elleri huzursuz, hızlı. Buberkan da kadının hissettiği huzursuzluğun benzerini hissetti.
Yeni yaktığı sigarasından üst üste nefesler alırken: “İki dakika huzurla oturtmadı balkonda. İki kere iki dört. Başını da bağlamış sıkı sıkı. Giymiş yine siyah giysisini. Sıfır dört Ağrı‘nın plaka kodu. Fistan desen, değil; çarşaf desen, değil. Son zamanlarda mahallede bundan giyen kadınların sayısı arttı. Üç kere yedi yirmi bir.” Yeniden kaçamak bir bakış attı kadına. “Kocasının giysilerini öne, kendi giysilerini arkaya asıyor. Yirmi bir Diyarbakır‘ın plaka kodu. Çorabını bile sakınıyor haspam. ”Buberkan son fırtı da alelacele çekip söndürdü sigarasını. Kadının kendisinden ötürü huzursuz olmasının sebep olduğu huzursuzluk gerçekten çekilmez bir duyguydu.
Yemeğe geçti. Yemek yerken dağıldı huzursuzluğu. Diğerlerinden neden bu kadar rahatsız oluyordu? Farklıydılar, gizemliydiler, ürkütücüydüler. Kerat cetvelinden birkaç işlem söyleyip plaka kodlarını da sıraladıktan sonra biraz daha berraklaştı zihni. Biraz daha dürüstçe: “Gizemli de değiller aslında, ürkütücü de. Farklılar tabii ama. Yedi kere yedi kırk dokuz. Yabancılar biraz. Mahalleye yeni yeni geliyorlar. Kentsel dönüşümün canı sağ olsun. Sıfır dokuz Aydın‘ın plaka kodu.” Aslında sevmiyordu mahallesini. Bazen nefret ediyordu hatta. Annesi ile babası taze evliyken İstanbul’a gelmiş, birçok memleketlileri gibi bu mahallede bir arsa çevirmişlerdi. Bir gece boyunca nefes almadan dizmişti babası tuğlaları. Sabahın ilk ışıklarında konduları hazırdı. Artık bir evleri olmuştu taze evlilerin. Konduda uzun yıllar oturmuşlardı. Buberkan o konduda doğmuştu. 6 yaşındayken de imar affı çıkmıştı. O zaman yıkmışlardı konduyu da yerine üç katlı apartmanı dikmişlerdi.
Annesi Buberkan’a hediye etmek istemişti apartmanı. Ablaları bu karara ses etmeyi akıl edemeyecek kadar küçüktü. Babası ise tüm kararlarda olduğu gibi bu kararda da bir “Kendin bilirsin.” ile kenara çekilmiş kadının baskınlığı ile mücadeleye girmemişti. Apartman Buberkan’a hediye edilmişti. “Anneciğim mahallenin son halini görseydi ne yapardı acaba? Sekiz kere beş kırk. Kahrolurdu herhal. Hey gidi Gülnaz Kadın, ‘İstanbul’da memleketi kurduk ellerimizle. Çoluğumuzu çocuğumuzu bu küçük memlekette tutalım. Bir arada olalım da yitip gitmesinler.’ diye nasihat ederdin üç beş mahalleli kadını bir arada yakalayınca. Kırk Kırşehir’in plaka kodu. Memleketini İstanbul’a kattılar annecim. Altı kere altı otuz altı. Beni içine salmadığın istanbul’u memleketinin içine saldılar. Otuz altı Kars’ın plaka kodu.”
Tabakta kalan birkaç pilav tanesini de çatal yardımıyla kaşığa aldı. Yemeği bitmişti. Bir saatten fazla sürecek bulaşık yıkama işi için mutfağa taşıdı sofradakileri. Hiç çıkmamıştı Buberkan mahalleden. Mahallede doğmuş, ilkokul ve ortaokulu mahallede okumuştu. Ortaokulu da bitirince civar mahallelere dağılan arkadaşlarının aksine mahalledeki meslek lisesine yaptırmıştı annesi kaydını. Buberkan tabakları birer birer sabunluyor ve duruluyordu. Bir tabağı durulamadan ötekini sabunlamaya geçmiyordu. Kadınların birçoğunun bile sevmediği bulaşık yıkama işini o büyük bir hazla yapıyordu. “Bulaşık makinesi alalım evine.” demişti ablası da Buberkan katiyen reddetmişti. “Bu iş beni yormuyor. Bulaşık yıkarken çok iyi düşünüyorum.” demişti.
Suyu tabağın üzerinde ahenkli bir şekilde kaydırırken : “Elinden kayıp gideceğim diye korktu annecim. Beş kere beş yirmi beş. Haydar dayım gibi; diğerleri ile oturup kalkmayayım, onlara benzemeyeyim, en sonunda da onlardan olup çıkmayayım diyeydi çabası. Yirmi beş Erzurum’un plaka kodu. Ondan ötürü bu mahallede, Buberkan apartmanında, eteğinin altında tuttu beni.” Hışımla kuruladı elini mutfak havlusuna. Annesine karşı sık sık duyduğu öfkeyi duydu tekrar. Yaşarken de duyduğu ama hiç dile getiremediği öfkesi. Kendisinden 7 yaş büyük Haydar dayısının yaptığını yapmasın diye onu salıvermemişti annesi. Tüm çocukluk merakı, tüm ilk gençlik heyecanı kursağında kalmıştı.
Naif karakterli bir gençti, bu duruma karşı çıkamadı. Tam sitem edecekken annesinin korkularına, tam isyan edecekken annesinin göz yaşlarına çarpıyor da geri çekiyordu kendisini. Lisedeyken mesela, sınıf arkadaşları yazın Antalya’ya çalışmaya giderlerdi bir başlarına. Buberkan’a izin yoktu. Eylül’de ceplerinde para, dillerinde macera öyküleri dönerlerdi okula. İçi giderdi, günlerce etraflarında dört dönerdi öykülerini dinlemek için. Yetişkin olunca da çıkamadı mahalleden. Tamam biraz korktu mahallenin dışından ama tek sebep bu olsaydı, başa çıkabilirdi. Başka bir şeydi. Sanki annesi isminin apartmana yazdırıp bir ayağını sabitlemişti mahalleye. İstese de gidemiyordu, ayağını kurtaramıyordu. Oturma odasına geçti.
Öfke vücudu nasıl da ağırlaştırıyor, ağır bir çuvalı bırakır gibi bıraktı kendini koltuğa. Anlaşılan bu geceyi de annesi ile tartışarak geçirecekti. Annesi öldüğünden beri ara ara böyle geceler geçirirdi. Son üç aydır çok sık olmaya başlamıştı. Sırt üstü yattı. Gözlerini kapadı belki uyku kurtarır kendisini diye. Ne mümkün. Daha yoğun bir düşünceye daldı. “Buberkan’ı üniversiteye de göndermedin annecim. İki kere dokuz on sekiz. Bir işe de sokmadın. ‘Babanın kahvesinde dur Buberkan. Bak yardımcı da olursun babana. Anne kurban, bak iki dairenin de kirası sana. Neyine gerek tee oralarar gitmek?’ On sekiz Çankırı‘nın plaka kodu. Annecim mahalledeki kızlar bakmıyor bana. ‘Bakarlar oğlum. Nereden bulacaklarmış senin gibi apartman sahibi çocuğu?’ Üç kere sekiz yirmi altı. Annesinin eteğinden ayrılmaz diyorlar. Kımıldamaz yerinden mahallenin Buberkan Apartmanı, diye alay ediyorlarmış annecim. Şahsen ben evlenmem, diyorlarmış. Dediklerini yaptılar. Yirmi altı Eskişehir‘in plaka kodu.
Buberkan’ın düşünce akışı içinde bir boşluk oluştu. O boşluktan sıyrılıp gözlerini açtığında duvardaki saati gördü. Bir hayli ilerlemişti. Demek uyumuştu. Sabah olmak üzereydi. Uzaklardan bir ezan sesi sabahın sessizliğinden faydalandı, tüm mahalleye yayıldı. Bitişikteki apartmandaki o evden sırayla şu sesler duyuldu: Telefon alarmı, eşine seslenen kadın sesi, musluktan akan su sesi, eşine seslenen kadın sesi, kapı sesi, eşine seslenen kadın sesi, eşine seslenen kadın sesi, eşine seslenen kadın sesi, eşine cevap veren erkek sesi, su sesi, Semiallahu limen hamideh... Eskiden mahallede sabahları bu saatler, camlardan taşan horultuları saymazsak günün en sessiz saatleriydi. Buberkan o sessizlikte bile demin hissettiği kadar yalnız hissetmemişti. Bu sesler diğerlerinin dünyasının sesleri. Mahallenin yeni sesleri. Bu sesleri duymasın diye kendisine bir apartman, bir mahalle, bizimkilerden bir dünya ve bitmeyen bir yalnızlık armağan eden anneciğinin mahallesinin yeni sesleri.
Kalktı Buberkan, balkona çıktı. Işığı yanan evleri saydı. Sayı bir hayli fazlaydı. Son saydığından beri artmıştı galiba. Emin olmak için birkaç kere daha saydı. Evet artmıştı. Gün geçtikçe artacaktı da. Aklına bir şey geldi. Ağzı gevşedi, büyüdü, neredeyse kulaklarına değecek kadar açıldı, tüm dişleri göründü. Muzip bir gülüştü bu. On yaşında bir çocuğun annesini kızdıracak bir yaramazlık yapmadan hemen önceki o gülüşü. Yüzünde o gülüşle bir sigara içti. Hava iyice aydınlanmış, güneş balkon fayanslarını ısıtıyordu. Buberkan içeri girip telefonunu aldı. Rehberden ismi buldu. Uzun uzun çaldı telefon. Sonunda boğazında uyku kalmış biri, hırıltılı bir efendim ile cevap verdi telefona.
Buberkan karşıdaki sese pek fırsat vermeden sıraladı cümlelerini: “Kusura bakma bu saatte rahatsız ettim. Ancak uykunu bölmemi mazur gösterecek hoş bir teklifim var. Apartmandan payıma düşen üç dairenin birinden vazgeçiyorum. Evet evet, vazgeçiyorum. Ee tabii bir şartım var. Şartım şu: Apartmanın dış cephesinde senin inşaat firmasına ait bir isim bulunmayacak. Sadece kapının üzerinde birazdan sana mesaj olarak göndereceğim yazıya yer vereceksin. Yok, üşütmedim kafayı. İyiyim. Hadi görüşmek üzere.” Cevabı beklemeden kapadı telefonu. Hızla tuşlar üzerinde gezindi parmakları. Mesajı bitirince, göndermeden bir kere okudu: “Bu apartman oğlundan Gülnaz Kadına hatıradır. Anısı bu mahallede hep canlı kalsın diye. ” Altı kere on altmış. Altmış Tokat’ın plaka kodu.