Bir bulmaca hikaye edilebilir mi?
“Bir bulmaca hikaye edilebilir mi?” diye düşündüğümü fark ettiğimde, epey bir süredir televizyona boş boş bakıyor olduğumu fark ettim. İyi ama ben ne yapıyordum? Televizyonu kapatıp çalışma odasına geçtim. Bir kare bulmacayı hikaye edecektim. Önce bir çerçeve oluşturmalıydım: Kahraman neden bir bulmaca çözmek zorunda olsun ki? Bulmaca gizli bir mesaj taşımalıydı ve bu mesaja ulaşmak hayat memat meselesi olmalıydı.
“Ne günlere kaldık ya hu!” dedim kendi kendime, “Edebiyat tarihçilerinin yapması gereken işi de yazara yüklüyor zamane!”. Haksız sayılmazdım: Çok lüzumluysa o hikayenin hikâyesi, araştırıp yazsınlar, efendim! Neyse canım, en azından seheri uyuyarak harcamamış olurum, kerahet girince de yatarım.
Uzunca bir süredir, İrlandalı klasist yazar dış-kimliğimin hayat hikâyesiyle ve o kimlikle yazacağım üç kitabın tasarımıyla uğraşıyordum. Daha doğrusu, bunları nispeten hızlı geçmiştim, ama ilk kitaptaki hikayelerin gerçekten bin dokuz yüz yirmiler Londra’sında yazılmış gibi görünmelerini sağlayacak malumatın toplanması yıllarımı alıyordu. Bu yıllar boyunca araştırmamın zorunlu dinleyicilerinden biri olan Murat Menteş, artık sabrı kalmamış olacak ki, sanırım bahsi değiştirmenin bir çaresi olarak, ortaya benim de hemen kabul edeceğim bir fikir attı: “Neden şöyle, bir günde bitirebileceğin küçük hikayeler yazmıyorsun?” Haklıydı: İrlandalı dış-kimliğimin ilk kitabının hikayelerinin bitmesine henüz yıllar vardı.
Aslında hikayeye biraz daha geriden başlamak zorundayım: Doksanların ilk yarısında, bir Arjantinli gizemci yazar dış-kimliği icat etmiştim ve Buenos-Aires’te geçen gizemli hikayeler yazıyordum. Bunlar bir yanıyla Borges okumanın yarattığı taşkının akacağı bir mecra iken, bir yandan da hikmetin peşindeki iki “sapkın filozofun” kendi aralarındaki şakalaşmanın vesikalarıydı. Yayımlamak isteyen bir iki dergi çıktıysa da, artık o zamanlar aklımda ne tilkiler dönüyorsa, yayımlamadım. İki bin beş yılında, hepimizin yakından bildiği — Songül Karlı’yla ya da Arif’in Manchester’a attığı golle sonuçlanan— o saçma internet sörflerinden birinde, bu eski hikayelerimden biriyle karşılaştım. Çoktan unuttuğum, hatta bende nüshaları olmayan bu hikayelerin birilerinin ilgisine mazhar oluşuna hayret etmiştim. Keşfimi anlatıp, “Bunları yazmaya devam etmeli miyim?” diye sorduğumda, Menteş “Eee… Tabii… Yaz yani…” deyince cesaretlenip, internette tesadüf ettiğim hikayeyi tashih ederek yayımlamaya karar verdim. İş tashihi aşıp dış-kimliği değiştirmeye vardı ve İrlandalı klasist yazarı icat ettim.
“Bir bulmaca hikaye edilebilir mi?” diye düşündüğümü fark ettiğimde, epey bir süredir televizyona boş boş bakıyor olduğumu fark ettim. Zaten sesi kapalıydı ve altyazıları da okumuyordum. Narkotik polislerinin anılarını anlattığı garip bir belgeseldi. İyi ama ben ne yapıyordum? Televizyonu kapatıp çalışma odasına geçtim. “Labyrinth” klasörüme “Gündelik” adlı bir alt klasör ekledim, onun içine de “Bulmaca” adlı bir doküman. Bir kare bulmacayı hikaye edecektim. Önce bir çerçeve oluşturmalıydım: Kahraman neden bir bulmaca çözmek zorunda olsun ki? Bulmaca gizli bir mesaj taşımalıydı ve bu mesaja ulaşmak hayat memat meselesi olmalıydı. Kahramanın elinin altında bir sözlük olmamalıydı. İyi ama neden bir sözlük edinemesin? Çünkü bir taş hücrede tecrit edilmişti. Hücre arkadaşı ve yoldaşı ise arkasında bir bulmaca bırakarak aniden yok oluvermişti.
Hikayenin ilk versiyonu o gece bitmişti. Fakat sonuç olarak, aşina olduğum kavramlarla bir pseudo bulmaca oluşturmuştum. Başka biri tarafından hazırlanacak profesyonel bir bulmacayı hikaye etmenin daha doğru olacağını düşündüm. Böylece işimi daha da zorlaştırmış, sınırlarımı belirginleştirmiş olacaktım. Kitaplık dergisinin bulmacalarını hazırlayan Nurettin Pirim’e derdimi anlattım. Sorularına ve yanıtlarına karışmayacağım, sadece bazı harfleri içermesini istediğim bu bulmacayı hazırlamayı kabul etti. Fakat bulmaca için bir sınırlandırma daha vardı: Yanıtları oluşturan kelimeler belli bir dönemle sınırlı olmak zorundaydı. Çünkü hikaye 1951 TKP tevkifatının hemen ertesinde geçiyordu. İki aya sonra bulmaca elimdeydi ve asıl iş şimdi başlıyordu: Bulmacanın sorularının ve yanıtlarının, ilk yazdığım çerçeve hikayeye yedirilmesi birkaç geceye mâl oldu.
İlk hikayem yayımlanmaya hazırdı. Hemen Kitaplık dergisinin editörü Murat Yalçın’a gönderdim. Kabul ederlerse çok fiyakalı duracaktı: Derginin bulmaca sayfasında sadece kareler ve numaralandırılmış şifre kutucukları olacaktı ve “sorular için falanca sayfadaki hikayeye bakınız” şeklinde bir not. Emaili gönderir göndermez şunu düşündüm: Unsurlarından biri değişseydi, bu hikaye nereye giderdi? Sonra temel unsurlardan birini değiştirerek ikinci hikayeyi yazdım. Selahattin Özpalabıyıklar’ın cesaretlendirmesiyle de yeni versiyonlar üretmeye devam ettim. Her hikayede bir temel unsuru değiştirerek ya da aynı kelimelerle farklı terkipler oluşturarak bunun kurmacadaki değişimini takip ettim. Sonunda sekiz hikayeden müteşekkil bir dosya meydana çıkmıştı. Bunları kitap formatında, fotokopiyle elli nüsha çoğaltıp eşe dosta göndermek istediğimi söyleyince, “Deli misin! Millet hezeyanlarını kitap diye basıyor” cevabıyla karşılaştım.
Peki, kitap olarak yayımlansın! Ama kim basacak? Sevdiğim üç yayınevinden de red cevabı gelince, dosyayı rafa kaldırıp aylarca orada unutuyordum. Zaten her bir yayınevine gitmesi ve cevabın gelmesi arasında da aylar vardı. Yedinci ayın sonunda pes edip, profesyonel bir yazar ajansına “Naçar muharrir” başlıklı bir email gönderdim: “Bendeniz naçizane hikayeler telif eden bir fukarayım. Elimde uzun zamandır bekleyen (üç yayınevinden red cevabı almış) bir dosya ve henüz yarıladığım, nispeten daha umutlu olduğum bir başka dosya ve bolca hayal var. Vaktim bol olsa da bu yayınevleri denilen ejderhalarla uğraşmaya takatim yok. Gözüm korktu desem az gelir. Muradım odur ki dosyalarımı size teslim etsem de, lûtfedip siz onların kitap haline gelmesini sağlasanız.”
Üç gün sonra cesaret ve umut veren cevap gelmişti: “‘Katakofti’ adlı dosyanızı inceledim; öncelikle sizi kutlamak isterim. İlk kitabınız olduğuna inanması zor - gerçekten ustalıkla kurulmuş, ustalıkla yazılmış, incelikli varyasyonlarla oluşturulmuş, ‘olmuş’ bir kitap bu. Hangi yayınevlerine gösterdiğinizi merak ettim; kitaptan anlama konusunda Türk yayıncıların iyi olduğu zaten söylenmezdi, ama demek bu kadar ilerlemiş bir vakaymış!” Temsilciliğimi üstlendiler ve iki yıl boyunca dosyamın yayımlanması için çalıştılar.
Ama hiçbir yayıncı dosyayı basmayı kabul etmemişti. Arada eşin dostun tavassutuyla birkaç yayınevine daha giden dosya, artık yayımlanmamasıyla şöhret bulmuş ve bu arada üç yıl geçmişti. Kurmaca Alıştırmaları’nı Fransa’da yayımlatıp Türkçeye çevrilmesine izin vermemek ve Türkiye’de hiçbir metinimi yayımlamamak kararına vardığım günlerde, Simurg Yayınları’nın sahibi İbrahim Yılmaz “Yollasana şu dosyayı, bir bakayım” deyince iş değişti. Velhasılıkelam, kıymetli okur, İbrahim ağabey himmet edip Katakofti’yi basmasaydı, başınızda bir Gökdemir İhsan belası da olmayacaktı.
İnsan yazdıkça aynı soruyu sorup duruyor kendine: İyi de bunları niye yazıyorum. Zaten hikayelerimde türlü çeşitli oyun var. Tutup bir de o hikayelerin hikayesini yazdırıyorsunuz. Birsi de çıkıp bunun hikayesini yazabilir. Nerede durduracağız bunu, Aykut? Kendi üstüne katlanan bu metinlerin bir sonu yok mu? Ne günlere kaldık ya hu! Edebiyat tarihçilerinin yapması gereken işi de yazara yüklüyor zamane! Çok lüzumluysa o hikayenin hikayesi, araştırıp yazsınlar, efendim! Neyse canım, en azından seheri uyuyarak harcamamış oldum. Kerahet de girdiğine göre…