Başka şeylere dönüşen şeyler
Hemşire bir yandan elindeki tentürdiyotlu gazlı bezi onun boynuna bastırırken bir yandan da dikiş atılması gerekebilir, diyordu. Annesini aradılar. Annesi gelip onu bir hastaneye götürdü. Boynuna dikiş atılırken hiç ağlamadığı için hastaneden çıkınca ona sarı bir top aldı ama topu takside unuttular. O gün aynen bunlar oldu. İçinde güzel bir arabanın, ağzını durmadan şapırdatan bir adamın olmadığı, annesinin kendisini öldürmeyeceği bir oyun.
Sınıf kapısının üstündeki camda bukleli bir başın bir görünüp bir kaybolduğunu, arada bir haddinden fazla mavi göz kapaklarıyla bir çift gözün sabırsızca içeriye baktığını gördü. Ve daha o anda kalbi göğsünden dışarı çıkmaya çalışan bir kuşa döndü. Sonra da öğretmenin neler anlattığını hiç duymadı. Sıranın arkasına astığı çantasından kâğıt mendilini çıkardı, ağzına gelen acı suyu tükürdü. Aynı anda öğretmenle göz göze geldiler. Annen bekliyor dışarda Alper, dedi öğretmen, ders arasında seni alıp doktora götürecekmiş. Sonra elindeki mendile bakıp ekledi. Ama çok kötüysen hemen çıkabilirsin. Bir anda bütün sınıf ona bakınca utandı. Cevap vermeden elindeki mendili avcunda tortop edip aceleyle pantolonunun cebine tıkıştırdı. Aldırmazmış gibi görünerek pencereden dışarı, bahçeye baktı. Vaktiyle okulu yaparken avlunun ortasında -ya kesmeye kıyamadıkları ya da ileride bahçede oynayan çocukların gölgesine sığınabilecekleri düşüncesiyle orada bıraktıkları- büyük bir ağaç.
Musluklardan akan suyun içilebildiği günler için beyaz mermerden yapılmış ve artık su akmayan yalağında yabani otların bittiği bir çeşme. Beden öğretmenlerinin ağzındaki düdük eşliğinde tempoyu gittikçe arttırarak bahçenin etrafında koşan kırmızı eşofmanlı on kadar öğrenci. Onların arasında olabilmeyi istedi. Mümkün olsa da zil hiç çalmasa. İçinde bulundukları bu zaman parçası uzadıkça uzasa. Bahçedeki çocuklar sonsuza kadar o bahçenin etrafında koşmaya devam etseler, avludaki ağaç bütün bahçeyi karanlık bir geceye çevirene kadar büyüyüp ortalığı kaplasa, kurumuş çeşmenin suyu uzaklardan başka bir yol bularak yeniden oluktan gürül gürül akmaya ve yalağında bitmiş kaçamak otları silip süpürmeye başlasa. Annesi sınıfa girip müdüre imzalattığı izin kağıdını öğretmene vermese, az sonra soluverecek bir çiçeği sularmış gibi özenle çantasını toplamasına yardım etmese, sonra o çantayı kendi omzuna atıp elini avucunun içinde sıkarak onu götürmese.
Ama zil çaldı ve her şey tam da beklediği -ama istemediği- gibi oldu. Kot eteği, beyaz gömleği, üzerinde güçlükle yürüdüğü ve her adımında zeminde tok bir ses çıkararak bütün başların ona dönmesine neden olan dolgu topuklu ayakkabılarıyla güzel bir kadın içeri girdi. Gülümseyerek öğretmenin masasına yaklaştı, kâğıdı uzattı ve yüzünde kederli bir gölgeyle Alper’in üç gündür çok kötü öksürdüğünü söyledi. Dokunsalar ağlayacaktı sanki. Sıra arkadaşı bahçeye çıkmak için toplanırken, annen ne kadar da güzelmiş, demese öğretmenin annesine ne söylediğini de işitecekti. Öğretmen izin vermeyebilirdi örneğin, şimdi çok önemli bir konuyu işliyoruz, siz daha sonra götürürsünüz, diyebilirdi. O zaman annesinin oyun dediği bu şeyi bozmuş olurdu. Az sonra okul kapısından çıkıp ana caddeye giden yokuşu çıktılar. Cadde gün ortası kalabalığında insanın başını döndüren bir renk ve ses harmanıyla cıvıldıyor.
Sonsuz bir araba seli iki yönden akıyor. Kaldırım kenarlarında sonbahar yaprakları birikmiş. Bir cuma günü nasıl olması gerekiyorsa öyle. Mağazalar kalabalık, bankalar, cama yapışmış renkli posterlerle insanı başka dünyalara davet eden turizm acenteleri, eşiğinde aceleci adımların yankılandığı postane, annesinin önünden geçerken defalarca burada eskiden havuzlu bir çay bahçesi vardı dediği saatli bina. Cevabını bildiği halde, gerçekten doktora mı gidiyoruz, diye sordu. Annesi cevap vermek yerine avcundaki elini birkaç kere kuvvetlice sıkıp bıraktı. Sağa dönüp piyango bayiinin olduğu köşeye vardılar. Karnın aç mı, şu karşıdan hamburger alayım, ister misin? Yok, dedi. Annesi yine de bir koşu karşıya geçip önceden hazırlanıp yağlı kâğıda sarılmış hamburgerlerden bir tane aldı ve eline tutuşturdu. Al, dedi, sen seversin ıslak hamburgeri. Ama çabuk ye. Kâğıdı açıp isteksizce hamburgeri dişledi. Onu sevmiyorum, dedi ağzı doluyken. Annesi duymamış gibi yaptı.
Dudaklarını büzerek sustu. Onun bu suskunluğundan cesaret alıp devam etti. En çok da şeker emiyormuş gibi ikide bir ağzını şapırdatmasına sinir oluyorum. Kaç kere söyledim, dedi annesi. Bunu isteyerek yapmıyor. Şeker hastalarının ağzı kurur. Tam bu esnada dikildikleri kaldırıma mavi, pırıl pırıl bir araba yanaştı. Öyle güzel görünüyordu ki onun bu kadar güzel olmasından nefret etti. Geçen sefer arabayı kullanan adam, nasıl, güzel mi arabam, diye sorduğunda sesini çıkarmamıştı ama bu kez yine aynı şeyi sorarsa, hayır, diyecekti. Arabanı da seni de sevmiyorum. Az sonra arkada, bej rengi deri koltuğun üstünde oturmuş, içerinin klimalı serinliğinde hamburgerini yiyordu. Annesi ön koltuktan başını arkaya uzattı, Dikkat et elindekine, bir yere dökmeden ye. Bırak çocuk rahat etsin, dedi yanındaki adam. Bir şey olmaz. Dikiz aynasından ona bakıp sırıttı. Bugün sizi çok güzel bir yere götüreceğim, dedi sonra da ağzını şapırdatarak. Tamam mı Alper? Caddenin sonundan anayola çıktılar.
Araba hızlandı. Yolun kenarındaki bariyerler, onların arasına bir sıra halinde dizilmiş, sürüp giden ağaçlar tek bir çizgi halini alıncaya kadar gaza bastı adam. Alper başının döndüğünü hissetti, tatlı bir heyecan yayıldı içine. Alnını cama yasladı. Katı bir serinlik kafasından aşağı, boynuna doğru yayıldı. Arabanın içine bağırtılı bir müzik doldu. Fonda çalan davulların, kalp atışlarıyla birlikte vurduğunu ya da tuhaf bir şekilde kalbinin o davullar tarafından ele geçirildiğini sandı. Dünyayı durdurmak imkânsızdı artık. Bir süre bu hareket ve ritim selinin içine kapılıp insandan daha hızlı bir varlığa dönüştüğünü düşündü; bir kuş, bir balık, bir tavşan... Gözlerini açtığında yüzündeki o solgun tebessüm akıp gitmekle kalmadı, ardında sevimsiz bir görüntü bıraktı. İki koltuğun arasından annesinin yanındaki adama tatlı tatlı gülümseyerek bir şeyler anlattığını, konuşurken hafifçe yukarı sıyrılmış eteğinin açığa çıkardığı dizini ona doğru salladığını gördü. Sonra her şey eski haline döndü.
Biraz önce yediği hamburgerin tadını hafif bir yanmayla birlikte yeniden ağzında hissetti. Telaşla deri koltuğun üstüne, sonra yere dökülmüş ekmek kırıntılarına baktı ve bu, kafasında çok küçük olduğu için zihninin tam olarak bir bütün haline getiremediği, parçalı, silik bir anıyı canlandırdı. Çok ağaçlı bir yere gitmişlerdi. Annesi babası ve o. Yorulduğu için babası onu omzuna oturtmuş, annesi, babasının gömleği kirlenmesin diye kırmızı mavi ayakkabılarını çıkarıp eline almıştı. Böyle ne kadar yürüdüler? Yürüdükçe babasının omuzlarından sarkan iki ayağının topuğu babasının gömleğinin altındaki sert göğsüne hafifçe vuruyor ve o, müthiş bir gücün topuklarından içine yayıldığını hissediyordu. Hiç bitmesin denilen anların ayrımına ilk kez varıyordu. Sonra ince, yeşil otlarla kaplı bir yoldan sarı sularında birkaç kazın yüzdüğü küçük bir su kenarında oturmuş ve ellerindeki ekmeği küçük küçük parçalayarak kazlara atmışlardı. Belki tam olarak böyle değildi ama anne ve babasıyla birlikte en mutlu olduğu anlardan biriydi ve çocuğun hafızasında bu şekilde kayda geçmişti.
Böyle uzun bir süre gittiler. Ağaçların sıklaştığı bir yerde sola dönerek toprak bir yola girdiler. Kısa bir süre sonra tahta çitlerle çevrilmiş gölgeli bir yere vardılar. Adam çakılların üstünde tekerlekleri gıcırdatarak arabayı park etti. Hadi bakalım, dedi. Geçen sefer sinemaya gittiğimizde sıkılmıştın, bu kez açık havada bir yere gelelim istedim. Bunu annesine mi yoksa kendisine mi söylediğini anlamadı. Çünkü ikisine de bakmamıştı. Annesi, o indikten sonra arka koltuğa dökülmüş ekmek kırıntılarını avcuna toplayıp çimenlerin üstüne serpti. Alper, o anda az önce hatırladığı o yarım yamalak anıdaki kazların ansızın ortaya çıkıp ekmekleri silip süpüreceği duygusuna kapıldı. Ama ağaçların tepesinden birkaç kuş uçarak geldi ve hayalindeki kazların yapması gerekeni yapmaya koyuldu. Hep birlikte alınlığında “Piknik” yazan kemerli bir kapıya yürüdüler.
Annesinin üstünde yürümeye çalıştığı ayakkabılar bulundukları ortamda tuhaf görünüyordu. Güçlükle ve her adımına dikkat ederek yürürken arada sendeliyor ve yanındaki adamın koluna yapışıyordu. Sonunda pes etti, ayakkabılarını çıkarıp parmaklarına astı ve büyük bir yükten kurtulmuş gibi elinde sallayarak çıplak ayakla yürümeye devam etti. Ama adamın kolundan da çıkmadı. Alper parmaklarda sallanan ayakkabılarla bir kere daha geçmişe döndüğü için annesinin bu hareketine o kadar içerlemedi. Etrafta cırcır böceklerinin ve ağaçların arasında top oynayanların uzak gürültüsünden başka ses yoktu. Sınıfta oturup tahtadaki yazıları defterine geçirmesinin, sonra annesinin kapıda görünmesinin ve sınıf arkadaşlarının kıskanç bakışları altında ikisinin okuldan çıkmalarının üstünden ne kadar kısa bir zaman geçtiğine inanamadı.
O gün uyandığından beri yaptığı her şey küçük kareler halinde aklında sıralandı. Sabah mutfakta, mavi örtünün üstündeki mısır gevreği, serviste arkadaki kızın sürekli burnunu çekişi, muhtarın görevlerini anlatan öğretmen, sonra annesinin çıkagelmesi ve şimdi burası. Bütün bunların hepsinin bir güne nasıl sığdığına şaşırdı. Zaman yavaşlamış ve başka bir dünyanın içine girmişler gibi geliyordu ona. O saatte okulda olmayan çocukların serbestçe anne babalarıyla pikniğe gelip top oynayabildiği bir dünya. Yahut da belki kendisi gibi sadece anneleri ve kendileri gelmişti. Yanlarında tıpkı bu adama benzer adamlar vardı. Burası oyun oynayan annelerle çocuklar, oyunlarını rahatça oynayabilsinler diye sadece o adamlar tarafından bilinen bir yerdi. Adam kapıda para ödeyip bilet aldıktan sonra hemen yandaki büfeden bir torba dolusu yiyecek, içecek ve parlak sarı bir top aldı. Topu ona verdi.
Ağaçların arasında ilerleyip kendilerine olabildiğince tenha bir yerde tahta bir piknik masası buldular. Annesi torbalardaki cipsleri, bisküvileri, çikolataları, kutu içecekleri çıkarıp masanın üstüne dizdi. Evde olsa yemesine izin vermeyeceği ne varsa masadaydı ve ona dönmüş hadi, istediğini al, diyordu. Canım istemiyor, deyip omuzlarını silkti. Kadın bu sefer de yerde pırıl pırıl duran topu gösterdi. Hadi al topunu da oyna biraz. Bak ilerdeki çocuklarla da arkadaş olursun belki. Aslında ne top oynamak ne de oradan uzaklaşmak istiyordu. Ama onun varlığından rahatsız olduklarını, yalnız kalmak istediklerini hissediyordu. Bunu hem anlayabiliyor hem de babasının öğrenirse çok mutsuz olacağı bir şeyin içine kendisini de bulaştırdıkları için büyük bir öfke duyuyordu onlara. Uzun süredir, daha aylar önce, annesi böyle gelip de okuldan kendisini aldığı ve bu adamla buluşmaya onu da götürdüğü ilk seferden beri içinde yavaş yavaş açan bir öfke tomurcuğu. Topu tek kolunun altına sıkıştırarak isteksiz adımlarla onlardan uzaklaştı.
Toprak bir yola girerek tırmanmaya başladı. İki tarafı ağaçlı, gölgelik bir yoldu. Bir an için kaybolacağından ve geri dönemeyeceğinden korktu. Ama ne olursa olsun onu burada bırakmayacaklarını biliyordu. Annesinin ona ihtiyacı vardı. Birlikte bir oyun oynuyoruz demişti. Bu oyun bizim aramızda, kimseye söylemeyeceksin. Bu oyun, o olmazsa süremezdi. Yukarı doğru yürüdükçe eğim artıyor, toprak kayganlaşıyordu. Yavaşladı. Seyrelmiş çimlerin arasında, kızıl kahve toprağın içine gömülmüş parlak bir şey gözüne ilişti. Eğilip tek eliyle toprağı eşeledi ve bu parlak şeyin sadece kırık bir şişenin parçası olduğunu anlayınca büyük bir hayal kırıklığı hissetti. Burada, bu ıssız yerde yalnızken, ilginç bir şey bulmayı, koşarak geri dönüp annesiyle o adama göstermeyi düşledi. Tam o sırada koltuğunun altındaki top kurtularak yokuş aşağı yuvarlanmaya başladı. Alper elindeki camla topun arkasından seğirtti. Top hızlandıkça o da hızını arttırdı. Sonunda ayağı bir şeye takıldı, düştü ve eğimi iyice dikleşmiş toprak yol boyunca aşağı doğru kaymaya başladı. Aslında biraz gayret etse kendini durdurabilir, ayağa kalkmaya çabalayabilirdi.
Ama toprağın üstünde tıpkı önünden giden top gibi yuvarlanarak aşağı sürüklenme duygusu hoşuna gitmişti. Bu yüzden gidebileceği yere kadar düşmeye devam etmek istedi. Yerçekimi denilen şeyin topu ve kendisini babasına kavuşmaya çağırdığını düşündü yuvarlanırken. Sanki durduğunda, top, kendisi ve babası aynı düzlükte buluşacaklardı. Yol, ağaçların arasında kendine yer bulmuş dört beş metrekarelik küçük bir alanda sona eriyordu. Boynunun sağ tarafına bir şeyin battığını hissetti ve yerdeki otları pençeleyerek kendini durdurdu. Şimdi yüzükoyun toprağın üstünde yatıyor ve müthiş bir sızı hissediyordu. Elinde tuttuğu cam parçası boynunu kesmişti. Ağlamaya başladı. Ağzını açtıkça gözyaşlarıyla ıslanmış toprak ve çimenin tadını alıyordu. Başını kaldırıp gökyüzüne, pırıl pırıl parlayan ve insanın gözünü kör eden güneşe, sonra da yan çevirip az ötede kendisi gibi yerçekimine yenilmiş olan topa baktı. Bir an için güneşin sarı bir top haline gelip tıpkı onun gibi gökten yuvarlanıp buraya düştüğünü sandı. Kendisi, top ve güneş birbirlerine karışıp aynı şey oldular.
Güçlükle yerinden doğruldu. Oturduğu yerde okul önlüğünün üstünde giderek genişleyen kırmızı kan lekesine baktı. Elini boynuna bastırdı. Yerinden kalktı. Öfkeyle topu aldı. Parmaklarındaki kan topun birazını kırmızıya boyadı. Ağaçların başladığı yere, atabildiği kadar uzağa fırlattı topu. Geldiği yolu salya sümük geri yürümeye başladı. Ancak bir süre yürüdükten sonra tabanına batan kurumuş otlardan ayaklarından birinin çıplak olduğunu anladı. Ayakkabısı düştüğü yerde kalmış olmalıydı. Bir yandan çıplak ayaklı filan olmayı umursamadan bir an önce annesinin yanına gitmek istiyor, öte yandan adamın kendisini tek ayağı çıplak görecek olması bir tür yenilmişlik duygusu uyandırıyordu içinde. Çaresiz geri döndü. Yoldaki ağaçların her köşesinden, her dalından, her yaprağından hatta üzerlerine sonbahar güneşi inmiş tepelerinden binlerce gözün kendisini ayıplayan bakışlarla seyrettiğini hissediyordu. Nihayet yerde küçük bir hayvan ölüsü gibi yatan ayakkabısını buldu ve koşarak oradan uzaklaştı.
Oturdukları masayı seçebildiğinde yerinde mıhlanmış gibi durdu. Annesinin arabada müziğin ritmiyle kendisine doğru salladığı dizini tutmuştu adam. Tutmamıştı da sanki pençesini açıp içine alıvermişti tek eliyle. Sürekli konuşuyor, konuştukça daha öfkeleniyordu. Biraz daha yürüyünce annesinin ağladığını fark etti, ardından da, Yeter artık kendimi öldüreyim mi istiyorsun, dediğini duydu. Bir an için annesinin de o top gibi elinden kayıp gidivereceğini düşündü. Bağırarak ağlamaya ve onlara doğru koşmaya başladı. Onu öyle yaralı görünce annesi oturduğu yerden fırladı, ortada bir yerde onu kucakladığı gibi çimenlerin üstüne oturttu. Ne oldu sana, dedi ağlayarak. Oğlum benim, ne oldu sana? Alper ıslak kirpiklerinin arasından onun çimenlerin üstündeki beyaz ayaklarına ve ojeli tırnaklarına bakıyordu sadece. Kendi çorabının delinmiş tabanından görünen topuğunun annesinin ayakları kadar, neredeyse aynı beyaz olması onları bütünleyip yeniden yakınlaştırıyordu.
Tıpkı annesinin geçen yaz anneannesinin yanından döndüğünde otobüsten inip onu kucakladığındaki gibi hissetti. Ona geri döndüğünü. Aceleyle arabaya binip bir hastaneye gittiler. Hemşire yırtık önlüğünü çıkarıp yarayı temizlerken kapıda durmuş kendisini seyreden adamın varlığından rahatsız oldu. Onu burada istemiyordu. Az sonra yarasına dikiş atılacağını ve muhtemelen canının çok acıyacağını ve ağlayacağını düşününce annesine usulca söyledi bunu. Doktor boynuna dikiş atmaya başlamadan annesi adama, Sen git, dedi. Biz bir taksiye biner döneriz. Eve kadar bırakacak halin yok nasılsa. Hastaneden çıktıklarında bir taksiye bindiler. Arka koltukta annesinin koluna yaslanmış, onun güzel kokan yumuşak tenini yanağında hissederken içinde iki farklı duygu birbiriyle mücadele ediyordu. Bir yandan annesini geri aldığına ve adamdan kurtulduklarına seviniyor, öte yandan annesinin söylediği o şey aklından hiç çıkmıyordu.
Kendimi öldürürüm. Yapar mıydı annesi acaba bunu? Yoksa öylesine söylenmiş bir şey miydi? Babasıyla annesinin kavga ettikleri çok olurdu ama o güne kadar en kötü kavgada bile annesinin böyle bir şey söylediği olmamıştı. Yanağının altındaki o pürüzsüz sıcak tenin artık olmadığını hayal etmeye çalıştı, kalbi yanar gibi oldu. Taksiden inip eve yürürlerken asfaltta annesiyle kendisinin birbirinin içine geçmiş gölgesini izleyip kendi gölgesini her zamankinden biraz daha büyük gördü. Zamanın bu hesaba sığmaz akışında bu gün gerçekten de uzun, upuzun bir gündü ve böyle uzun bir günde bir şeylerin değişmesi doğaldı. O farkında olmadan yıllardır aklının bir köşesine gömdüğü bazı nesneler tamamen başka şeylere dönüşmüş, gelecekte varlıklarını başka anılara bürünerek dile getirmeye hazırlanıyordu. Bundan sonra ne zaman bir çıplak topuk görse yırtılmış çorabından görünen topuğunu ve bugünü hatırlayacaktı. Babasının göğsüne değen topuklarının bulunduğu o eşsiz zaman parçasının üstünü kara bir bulut gibi örtecekti bu.
Tıpkı ekmek kırıntılarının sarı bir göl üzerinde gezen sakin kazları değil ağacın tepesinde tünemiş birkaç açgözlü kuşu hatırlatacağı gibi. Ve elde taşınan bir çift ayakkabı. Onun küçük ayaklarından annesinin çekip aldığı o kırmızı mavi ayakkabılar değil, annesinin yüksek topukları üzerinde yürümeyip parmaklarında salladığı o gösterişli ayakkabılardı artık. Babası gecikti. Annesi ilacını içirip yatırdı onu. Uzun süre o günü yeniden düşünüp uyuyamadı. İçinde kabarıp duran bir deniz vardı. Madem bu bir oyundu, o zaman her şeyi kendi istediği gibi yeniden kurabilirdi. Böylece istemediği her şeyi oyunun dışında tutabilirdi. Günün bütün hareketini emip durmuş gibi görünen duvarlara bakarak o günü yeniden yarattı. Okula gitti, kırmızı eşofmanlı çocukların arasına girdi, bahçeyi giderek artan bir hızla ve öğretmenin ağzındaki düdük eşliğinde koşmaya başladı. Ayağına bir şey takıldı ve düştü. Bütün çocuklar başına toplandılar. Öğretmen kolundan tuttuğu gibi kaldırıp revire götürdü onu.
Hemşire bir yandan elindeki tentürdiyotlu gazlı bezi onun boynuna bastırırken bir yandan da dikiş atılması gerekebilir, diyordu. Annesini aradılar. Annesi gelip onu bir hastaneye götürdü. Boynuna dikiş atılırken hiç ağlamadığı için hastaneden çıkınca ona sarı bir top aldı ama topu takside unuttular. O gün aynen bunlar oldu. İçinde güzel bir arabanın, ağzını durmadan şapırdatan bir adamın olmadığı, annesinin kendisini öldürmeyeceği bir oyun. Kapının açıldığını duyunca gözlerini kapadı. O masum karanlık içinde göz kapaklarının önüne ilk gelen şey sarı bir top oldu. Her şeyi değiştirmiş ama topun rengini farkında olmadan yine aynı seçmişti. Çünkü içine düşünce giren bir düş bekâretini yitirmiştir. Az sonra babası kötü kokan nefesiyle üstüne eğilip kokladı onu. Uyuduğunu düşünüp hiç ses etmeden parmaklarının ucuna basa basa odadan çıktı. O daha kapıyı çeker çekmez ağlamaya başladı.