Yürek kurdu
Az biraz erken dünyaya gelmiş olsaydık muhtemelen tebaasından olacağımız bir sultanın, III. Murad’ın, dört asır sonra öğrendiğimiz korku ve kaygıları, bizlere pek de uzak ve yabancı değil. Çünkü korkularımız da acılarımız gibi, hiç aşamayacağımızı sandığımız duvarları, çağları, farklılıkları aramızdan kaldırıp bizi birbirimize en çok yaklaştırandır.
Korku bizim istisnamızdır, der Nietzsche’nin Zerdüşt’ü. Kimi karanlıktan korkar, kimi yalnızlıktan. Kimi yaşlanmaktan, kimi yaşlanamadan her şeyi yarım bırakmaktan. Kimi yazmaktan, kimi yazamamaktan korkar. Kuşlar korkar, çocuklar korkar, kocalmışlar, yeni yetmeler, evsizler, sahipsizler, göçmenler korkar da, sultanlar korkmaz mı?
Belleri kılıçlı, elleri mızraklı cengâverleri ile halkı ve düşmanları ve dahi arslanları ve ejderhaları korkudan tir tir titreten sultanlar korku bilmez sanılır da, belki de onlar herkesten daha fazla korkar. Taht için bekleşenler tahta çıkamamaktan, tahta çıkabilenler kapıya dayanan asker tarafından bir gece ansızın tahttan alınmaktan, korkmaktan, halk içinde korkak diye anılmaktan korkarlar.
Hikâye, bir hayli çetrefilli.
1574 kışında, İkinci Selim’in vefatıyla oğlu Murad hanedanın on ikinci sultanı ve üçüncü Murad’ı olarak tahta çıkmış, tahta çıkar çıkmaz da hanedanın âdeti olduğu üzere beş erkek kardeşini katlettirmişti. Babasının ve kardeşlerinin, yürekleri yakıp kavuran cenazelerini müteakiben, on altıncı asrın son çeyreğinde yirmi bir sene sürecek hükümranlığına başladığında yirmi sekiz yaşındaydı ve çoktan orta yaşlarına yaklaşmıştı.
- Saltanatı esnasında bir kere dahi olsun ordunun önüne düşüp sefere çıkmayan, hatta zaman içinde kendini tebaasından tecrit eden Sultan Murad Han, bir süre sonra tamamen inzivaya çekilip sarayından dışarı adım atmamış. Rivayet odur ki, pek de kısa sayılmayacak saltanatı boyunca keyfince kâh okur kâh yazar; kâh güller, serviler, bülbüller içinde salınır kâh şairler, cüceler, hanendeler ile neşelenir; güzel vaktini bu minval üzre çürütürmüş.
Dışı seni yakar, içi beni nevinden uzaktan kulağa gelen Bin Bir Gece Masalları’ndan iktibas, dertsiz, tasasız, kaygısız bir ehl-i keyiftir; amma az deşeleyince geride kalan bin bir endişedir. Saradan malul imiş diyen de vardır, can korkusundan muzdarip imiş diyen de.
Hatta bir zaman validesi Nur Banu Sultan oğluna büyü yaptırıldığından korkar olmuş da büyüyü yaptıranları ortaya çıkarmak için evli cariyeleri dahi işkencecilerin eline vermiş, diye anlatılır. Nur Banu Sultan’ın, gözünün içi gibi baktığı oğlu geride bir erkek varis bırakamayacak diye kaygılandığı kadar, bir hatun kişi elinde tutsak olup kalacak diye korktuğu için de bu kadar öfkelendiği söylenir. Hasekisi Safiye Sultan’a olan düşkünlüğünü dizginlemek için validesi tarafından sunulan mahir cariyelerden midir; vefkler, ayetler, Esmaü’l-Hüsna’dan mübarek isimlerle işlenmiş tılsımlı, müzehhep gömleklerden midir bilinmez, var olduğuna kâni olunan büyü en nihayetinde ziyadesiyle giderilmiş.
Korku bulaşıcıdır, derler. Anlaşılan o ki valide sultan korkularında yalnız değilmiş. Sultan Murad mı validesinin korku ve endişelerini tevarüs etmiş, yoksa Murad’ın korkuları mı validesine sirayet etmiş bilmek zor ise de, onun da validesinin korkularından pek hali olmadığını biliyoruz.
Oysa, herkesin bir sürü korkularının olduğu bir dünyada sultanlara korkmak yakıştırılmaz idi ve kallavi bir saray eğitiminden geçirilerek tahta hazırlanan Sultan Murad da elbette bunun farkındaydı. Üstelik, onun bir kitap delisi olduğunu bilenler, kendisine cesur ve gözü pek vezirlerin yürek coşturan fetihleriyle süslenmiş zafernameler ve şecaatnameler; eski İran’dan Neriman’ın, Kahraman’ın, Rüstem’in, Siyavuş’un yiğitliklerini hikâye eden Şehname’ler; sultanlık adabını madde madde listelemiş nasihatnameler; kırk adım öteden bir adamın hırlı mı hırsız mı, soylu mu soysuz mu olduğunu bilmenin, ruhunda gizlenmiş sırları çözmenin usulünü öğreten kıyafetnameler, şemailnameler, firasetnameler hediye ederlerdi.
Sultanlara nasihat kadim gelenektir. Hükmetmeğe talip olanın sadece kılıç kuşanması değil; cesaret, şefkat, sabır, adalet ve keremle donanması; hasetten, kibirden, şehvetten, zulümden, hiddetten, yalancılıktan, inatçılıktan, korkaklıktan ari olması da beklenirdi.
Cedleri bütün padişahlar askerin önüne düşüp sefere çıkmışlardı. Gerçi, pederi İkinci Selim bu usulü bozmuştu ama, asker de saray erkânı da Sultan Murad’ı ordusunun başında görmek ister, küffara haddini bildirmesini beklerlerdi. Divan-ı Hümayun kâtibi Tâlikizâde Mehmed Subhî Efendi, Sultan Murad için yazdığı Şehname-i Hümayun’unda Âl-i Osman’dan gelen padişahları şecaat ve bahadırlıklarıyla methederken, Mustafa bin Bâlî ve Şehnameci Seyyid Lokman yine Sultan’a hediye olarak hazırlanmış kıyafetnamelerinde korkaklığın izlerini insan bedeni üzerinden sürerler.
Her ne kadar Mustafa bin Bâlî temkin içinde, “Firaset ile hükm, zann ile, ve kalbe gelen havatir ile, ve tahmin ile hükm gibidir... Zira ki, zann gâh hata eyler gâh isabet ider” dese de, onun kıyafetnamesinde bir kimsenin gözü gökçek veyahut beyazımtırak, gözünün bebeği çok siyah, boynu ince ve uzun, karnı büyük, kolları kısa, ökçesi yufka ve ince olsa, durmadan gözünü kırpıştırsa, bıldırcın kuşlarından emsal ayak parmakları sıkışmışsa korkaklığına delalettir. Seyyid Lokman ise firaset kitaplarına binaen korkaklığı, mesela, kişinin yumuşak tüylü kaşlarında, etli avuçlarında, kısa parmaklarında, ince avazında cisimleştirir. İnsan nevini, zarfına bakıp içini okumak mümkün bir mektup bilen bu kıyafetname yazarları için korku da, cesaret gibi kişinin bedeni üzerinde ayan beyan görülebilir.
Hasılı, sultanlara yakış(tırıl)an cesaret ve şecaatti. Fakat nasıl ki herkesin korkuları kendine bir yük ise, Sultan Murad Han’ın korkuları, kaygı ve iç sıkıntıları da onun için büyüktü ve korkunun gizlenmesinin mümkün olmadığını yazanların çağında o yüreğindekileri mektuplar hâlinde, sayfa sayfa, mütemadiyen mürşidi Şüca Dede için indirirdi. Yakın zaman evvel bir rüya meraklısı tarafından Kitâbü’l-Menâmât: Sultan III. Murad’ın Rüya Mektupları adı altında yayınlanan bu mektupların her biri, bir sultanın bilinmeyenlerine aralanan birer penceredirler.
- Şüca Dede’ye yazdığı tezkerelerden birinde “Şimdi biz kendi gölgemizden bile gocunuruz” diye sızlanan, ilahi lütfun gölgesi, karaların ve denizlerin hakanı, yedi iklimin padişahı, kâinatın kıble-i ikbâli, cihân-ı ma‘delet, kân-ı mürüvvet Murad Han’ın kendi gölgesinden dahi çekinir hâle gelişinin izlerini yine bu mektuplarda buluruz.
Huzursuzluklarının asıl sebebi, pek çoğunun imrenerek iç geçirdiği saltanatı olarak yansır mektuplarına. Hem mektuplarında hem dervişane hisler ile kaleme aldığı gazellerinden müteşekkil divanında onun için dervişliği sultanlığından evladır; çünkü dervişe saltanat ancak hamallıktır. Sultanlık, onun için Hak ile arasına duvar gibi gerilmiş bir perdedir. Hanedan neslinden gelip de kimsesiz bir garip olmadığı için dertlenir; “Keşke Osmanoğullarından olmayaydım, keşke kimliği bilinmez bir garibin zürriyetinden olaydım da ona, buna, şuna tasalanıp durmayaydım” diye hayıflanır.
Üstelik düşleri de onu ümitlendirip neşelendirdikleri kadar tedirginliklerini, vehimlerini ve endişelerini günden güne mayalandırır, kabartır, çoğaltırmış. Kimi zaman kendi kara kuru düşlerinden kasavet çeker, kimi zaman ellerin çürük düşlerinden vehme düşermiş. Bu karışık rüyalarının teferruatı mektuplarında pek aşikâre olmamakla birlikte, Valide Sultan’ın vefatından sonraya ait olduğu tahmin edilen bir rüyada ölüm haberini vermesinin onu bir hayli huzursuz edişi, endişelerinin çoğu zaman rüya âlemini aşıp, gerçekliğe taştığının işaretidir:
“Eğer bu canipden sorarsanız elhamdülillah, amma mekrden bi’l-külliye halas olmadık. Merhum validemizin geçende bize ‘Cümle akrabadan evvel gelirsin’ dediği bizi yaktı. Ruhum, sebebi ne ola? Bu cevap ziyade elem vermiştir. Bu varatadan halasa derman nedir? Za’if oluyoruz ruhum, bu fikir bizi tarümar eyledi.”
Düşleri kadar başına bir de cihanın teşvişi üşüşünce, “...Ah bir yol bulsam, başımı alıp çıkıp gitsem; kimse beni aramasa; âlemin kahrı ve şerirliğinden halas olup huzurumda olsam...” diyerek sızlanır; gussadan helak olan kalbinin vehimlerden bir türlü halas bulamadığını, ciğerinin dertle, mihnetle, kanla dolduğunu yazar şeyhine.
İnsanların onun hakkında konuştukları da sık sık kulağına getirilir; işittikleri, tedirginliğini ziyadeleştirirmiş. Kendisine cefr ilmine ve düşmanlarının onun halli için sihir ve mekir ile uğraştığına dair haberler geldikçe o da validesi gibi bu tür korkularla cebelleşirmiş:
Benim ruhum, bazı kimseler bize derler ki, ‘Senin hakkında sihre ve mekre ve esmaya meşgullerdir.’ Bu hususa nice buyurursunuz? Resul aleyhi’s-selam’a dahi sihir etmişlerdir. Neyle def olunmak kabildir?
Tam kendine kurulan hile ve tuzaklardan halas olmuş iken, tekrar beyhude rüyalar elinden bezginliğe düşen Sultan’ın iç sıkıntıları daimi bir ızdırap, daimi bir mücadele ve mücahede hâli olarak yansır mektuplarına:
“Bir iki gün idi mekrden halas olmuş idik; şimdi beyhude rüyalar zuhur bulmaya başladı. Sebebi hiç malum olmadı. Vallahi aciz ve fürumande olduk…”
Kimi zaman ise dedikodu nevinden kendisine nakledilen şerir hikâyelerden, meşum haberlerden, pusuda bekleyen habis ruhların zarar ve ziyanından, cevr ve ezasından tedirgindir:
- “Hacenin evine bir meczup gelmiş, ‘Ervah-ı habisenin zarar ve ziyanı vardır. Bu soğukların böyle muhkem olduğuna sebep budur, bilir misiniz?’ diye bazı kelimat eylemiş. Şeyh-i Süleyman dahi orda imiş, ol meczup ile bazı münazara eylemiş. Hemen meczup kalkıp ‘Bana bir şal getirin’ diyerek bir keçeyi delip, boğazına geçirip çıkıp gitmiş. ‘Bir alamet zahir olur; sakının!’ demiş. Bu husus bizi muhkem huzursuz eyledi; siz ne dersiniz? Duadan unutmayasınız. Allahu Te’ala ehl-i İslam’ı ve bu hakirini saklaya. Hiç ol meczubu siz gördünüz mü? Sizin ile müsahabet eyledi mi? Vallahi gussadan helak olduk.”
Her ne kadar endişelerinin akla uymadığını söyleyerek kendisini teskin etmeğe gayret eden şeyhine cevaben bir tezkeresinde tevekkülünün kavi olduğunu yazmışsa da, nihayetinde insan zihninin bu tür vesveselerden hali kalamadığını da yazarken en ağır yükün insan olmak olduğunun her birimiz kadar farkındadır.
Hepsi bir yana, bir de korkularını ve sıkıntılarını paylaşabildiği şeyhinin ondan yüz çevirmesinden, şeyhi mektuplarını başkalarına okuduğu için sırlarını başkalarının da öğrenmesinden duyduğu bir endişe vardır ki, o hayli itimat edilen bir dostu, bir sevgiliyi, bir mürşidi kaybetmek endişesidir.
“… İşittik ki bizden giden tezkereleri cümleye karşı okurmuşsunuz... Niçin böyle edersiniz? Hâlimizin cümle (âlem)e şâyi olduğunu mu istersiniz? Va’llahi gayet huzursuz olduk.”
Herkes büyüye inanmaz; inanmayınca korkusu da olmaz. Allah’a inanmayan Allah’tan, ahirete inanmayan cehennemden korkmaz. Herkes karanlıktan, hırpalanmaktan, kaçırılmaktan, itten, uğursuzdan, hırsızdan da korkmaz belki. Ama her insanın yüreğinin bir köşesinde usul usul gezinen, içten içe onu yiyip bitiren, ellere küçük, kendine büyük bir kurdu vardır elbette.
Sultan Murad Han’ın 1574 kışında başlayan 21 yıllık saltanatını tamamlayıp yine bir kış günü vefat edişinin ardından 422 sene geçmiş. Az biraz erken dünyaya gelmiş olsaydık muhtemelen tebaasından olacağımız bir sultanın dört asır sonra öğrendiğimiz korku ve kaygıları bizlere pek de uzak ve yabancı değil; çünkü korkularımız da acılarımız gibi, hiç aşamayacağımızı sandığımız duvarları, çağları, farklılıkları aramızdan kaldırıp bizi birbirimize en çok yaklaştırandır.