Korkunun biyolojik temeli
Duyguların en temel işlevi önceliklerimizi belirlemek ve dikkatimizi belirli bir şeye odaklamamızı sağlamaktır. Korku duygusu ise en temel duygularımızdan biridir ve korktuğumuzda beynimizde öyle muazzam şeyler olur ki bütün dikkatimiz tehdit içeren o uyarana ve bu tehdidin ortadan kaldırılması için yapılabileceklere yönelir.
En büyük korkularımdan biri bir gün hafızamı kaybetmektir. Benliğime veda etmek ve beni ben yapan her şeyi bir anda yitirmek... Bu düşünce tüylerimi diken diken eder. Gelecekteki kendimi, hafızasını yitirmiş bir şekilde hayal ettiğimde kalbim hızla atmaya başlar, ellerim buz gibi olur. Çaresizlik hissi bütün bedenimi kaplar. Ne bu düşünceden ne de bir muamma olan geleceğimden kaçamayacağımı bilirim. Sonra sevdiklerimi, sahip olduğum güzel şeyleri düşünmeye başlarım. İsimlerini hatırlayamayacak olmam düşüncesi beni korkutsa da o anlarda yanımda durup elimi tutacak birilerinin olacağını düşünmek içimi bir nebze ferahlatır. Kalp atışlarım yavaş yavaş eski hâline döner, içimdeki o ürperti uzaklaşmaya başlar. Korkulacak bir şey yok derim, varsa bile o şey başıma geldiğinde durumun pek de farkında olmayacağım zaten.
Muhtemelen bütün heybetiyle bir aslanın yaklaştığını görseydim de bedenim benzer bir tepki verecek ve bir anda alarma geçecekti. Ama bu aslan, bir kafesin içinde olsaydı mesela, gitgide sakinleşecek ve eski hâlime dönecektim. İşte böyle bir döngüyle bazen zihnimizi tümüyle ele geçiren sonra da yavaş yavaş ortadan kaybolan bu hissin, korkunun, sinirsel altyapısı üzerine birçok araştırma yapılmış. Bunlardan çıkan sonuca göre korteksimin altında derinlerde bir yerde bademe benzeyen bir yapı korkuyla yakından ilişkili, adına da amigdala diyoruz. Bu bölge, ortada bir tehdit olduğunu fark ettiğim an alarma geçiyor, sonra beynin başka bölgelerini de ayağa kaldırıyor. Özellikle hipotalamusu harekete geçirdiğinde sinir sistemimin kontrolüm altında olmayan bir yapısı devreye giriyor (sempatik sinir sistemi). Kalp atışımızı hızlandıran, avuç içlerimizin terlemesine sebep olan ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için bedenimizi hazırlayan da yine bu sistem. Bu sistemin verdiği karar “savaş veya kaç” diyor kişiye.
- Eğer ortada korkacak bir şey olmadığına karar verirsem yine kontrolümde olmayan başka bir sistem (parasempatik sinir sistemi) devreye giriyor ve beni sakinleştirmeye çalışıyor. Vücudum dinginleşiyor, kalp atışlarım eski hâline dönüyor, bedenim alarm modundan ağır ağır çıkmaya başlıyor.
Uzun süre aksi düşünülmüş ama beynimizin korku merkezi amigdala değil esasında. Evet, amigdala çok önemli, ama korku hissini mümkün kılan şey başlı başına amigdala aktivasyonu değil. Amigdala, tehdit altında olduğumuz esnada bu yukarıda bahsettiğim fiziksel reaksiyonları başlatmak ve bize bir şeylerin ters gittiğini söylemekle ilgileniyor. Buradan sonra bir değerlendirme süreci devreye giriyor ve bu tehdit unsuruna dair önceki deneyimlerimiz, öğrendiklerimiz, o anda içerisinde olduğumuz ortam; bunların hepsi korkuyu gerçekten hissedip hissetmeyeceğimizi ve korkunun şiddetini belirliyor. Yani bilinçli korku hissinin oluşması için amigdalanın aktivasyonu gerekli olsa da yeterli değil. Ancak korku edinilmesi için, yani kişide yeni korkuların oluşması için amigdala aktivasyonu şart. İşte bu da bizi koşullanma meselesine götürüyor.
Kameranın karşısında oturan on aylık bir bebek... Kadraja birden bir adam giriyor ve bebeğin önüne beyaz bir fare koyuyor. Bebek önündeki fareyle oynamaya başlıyor. Birdenbire yüksek bir çan sesiyle irkiliyorsunuz ve bebek fareye ne zaman yaklaşsa aynı çan sesi kaplıyor ortalığı. Sizi çileden çıkarmaya yetecek bir süre geçtikten sonra ekrandaki adam, bebeğin önüne fareyi koyuyor. Bebek çığlık çığlığa ağlamaya başlıyor.
Bu gerilim filmini daha önce izlememiştim diye düşündünüz belki, ama acı gerçek şu ki bu sahne, 1920’li yıllarda gerçekleştirilmiş bir psikoloji deneyine ait. Psikoloji literatüründe “little Albert” olarak bilinen bu deney hem klasik koşullanmanın hem de etik kuralların nasıl çiğnenebileceğinin bir örneği olarak anlatılır. Neyse ki John Watson’ın bir skandala konu olması ve sonra da akademiden ihraç edilmesi gerçeği, bu hikâyeyi dinleyenlerin yüreğine su serpiyor.
Ben ilk duyduğumda derin bir oh çekmiştim, hani bir nevi ilahi adalet tecelli etmiş de küçük Albert’ın ahı yerde kalmamıştı. Ancak küçük bebekler üzerinde denenmemesi gereken şeylerin bir timsali olan bu uygulamadan öğrenebileceğimiz başka bir ders daha var: klasik koşullanma ile kişilere korku kazandırılması mümkündür.
Temelde bir öğrenme türü olan koşullanma iki farklı uyaran arasında bir ilişki kurulması sonucu gerçekleşir ve kişide bu ilişkiye dair bir nevi hafıza oluşur. Bunun için kişinin hâlihazırda korktuğu bir davranış seçilir önce. Yüksek ve ani bir ses bunun için ideal bir seçim çünkü henüz yeni dünyaya gelmiş bir bebek de, 50 yaşında bir adam da böyle bir sese karşı benzer bir fiziksel reaksiyon gösterir. Yani birinin yüksek bir sesten korkması için koşullanmasına ihtiyaç yoktur ama mesela küçük Albert’ın fareden korkmaya başlaması için koşullanması gerekecektir. Hâlihazırda korktuğu bir şey ile (yüksek ses) önceden korkmadığı herhangi bir şey (beyaz fare) arasında bir ilişki kurmasını sağlarsanız, kişi artık o şeyden de korkmaya başlar. Bu iki şeye karşı benzer fiziksel tepkiler gösterir; örneğin Albert, o yüksek sesi duyup korktuğunda amigdalada başlayan o süreç artık fareler tarafından da tetiklenebilir bir hâle gelir.
Peki, bir korkunun edinilmesi için illa koşullanma gibi bir bakıma bilinç dışı gerçekleşen bir yöntemin kullanılması şart mı? Beyaz farenin korku verici bir şey olduğunu rasyonel yollarla da anlatamaz mıydık? Bebek Albert için değil belki ama bu elbette mümkün, nihayetinde iki uyaran arasında bir ilişkinin kurulmasından bahsediyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki kişinin rasyonel yönüne değil de duygusal yönlerine hitap ettiğinizde hem vurguladığınız şeylerin hatırlanma olasılığı artar hem de karşınızdakinin dikkatini çekmeniz kolaylaşır.
- Duyguların en temel işlevi önceliklerimizi belirlemek ve dikkatimizi belirli bir şeye odaklamamızı sağlamaktır. Korku duygusu ise en temel duygularımızdan biridir ve korktuğumuzda beynimizde öyle muazzam şeyler olur ki bütün dikkatimiz tehdit içeren o uyarana ve bu tehdidin ortadan kaldırılması için yapılabileceklere yönelir. Hele ki o esnada ortada bir çözüm var ve biz de bu çözümün işe yarayacağına ikna olmuşsak, o çözümü takip etme olasılığımız bir hayli fazladır. Burada belki de en kritik nokta şu: duyusal uyaranlar hiçbir yere sapmadan doğrudan amigdalaya iletilirler; böylece bilinçli düzeydeki düşünme eylemi henüz gerçekleşmeden dahi o duyguyu çoktan hissetmiş ve belki de kararınızı bilinç dışı bir biçimde vermiş olursunuz. Yani diyebiliriz ki korkularımızın ve dolayısıyla korkuya yol açan tehdidi ortadan kaldırmak için izleyeceğimiz çözüm yollarının manipüle edilmesi mümkün. Duygularımızın kontrol edilmesi düşüncesi distopik bir sahne canlandırıyor belki gözümüzde ama bunun için bir Dr. Frankenstein’ın çıkıp elindeki ilginç aletleri kullanması gerekmiyor. İnsan zihninin işleyişine dair elinizde bir yol haritası varsa ve gerekli ilişkileri kurabilirseniz eğer birilerinin bir şeylerden korkmasını sağlamak hiç de zor değil.
O korkunç deneyi yapan John Watson da bunu çok iyi anlamış olacak ki akademiden azledildikten sonra insanları manipüle etmenin başka yollarını aramış ve kendini reklamcılık yaparken bulmuş. Reklamların etkili olabilmesi için insanların duygularına özellikle de aşk, öfke ve korku duygularına hitap edilmesi gerektiğine karar vermiş. Şimdilerde televizyonda sık sık rastlayabileceğiniz reklamların ilk örnekleri, Watson’ın elinden çıkmış.
Şampuanı yeterince iyi olmadığı için sokakta yürüdüğü esnada kimsenin ilgisini çekmeyen bir kadın, deterjanı yeterince iyi olmadığı için ailesine vakit ayıramayan bir anne, arabası yeterince güzel olmadığı için yeterince saygı duyulmayan bir iş adamı… Çok basit birkaç adım izleyerek siz de harika bir reklam filmi çekebilirsiniz. Öncelikle insanları korkutan bir şey seçmelisiniz, mesela hayatta yapayalnız kalmak gibi. Sonra bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için bir çözüm önerisi sunmanız gerek. Eğer yeterince inandırıcı olursanız, reklamı izleyen insanın kendisini market reyonunda bulması an meselesi.
Amigdalayı hedef al, sempatik sinir sistemi harekete geçsin ve kişi kendini bir çare ararken bulsun!