Yüksel ki yerin bu yer değildir!
Bizim hikemi geleneğimizde insanın yüreğinde kök salmış, vazgeçilmez o arzuya erme usulüne dair belki en derinlikli kıssa, Attar’ın Mantıku't-Tayr’ında anlatıdır. Kişi, sınana sınana (talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakru fenâ vadilerinde) en sonunda bizatihi arzusuna dönüşür.
- “Yüksel ki yerin bu yer değildir;
- dünyaya gelmek hüner değildir.”
- Namık Kemal
Geleneksel dünyada mutluluk, erdem ve iyi yaşamla ilişkiliydi ve ödül olarak da bizatihi erdemin kendisiydi. Ortaçağlarda ise mutluluk Tanrı’nın bir lütfu sayılırdı, Tanrı onu dilediğine verirdi ve dilediğinden alırdı. Kimse mutluluğu kendisi hak etmezdi. Modern mutluluk anlayışı ise onu herkesin özel olarak hazırlaması, yetiştirmesi ve kazanması gereken bir ödül sayıyor.
Elizabeth Farrelly, Mutluluğun Sakıncaları kitabında, arzu, tatmin, haz çizgisinin mutlulukla sonuçlanacağı yönündeki yaygın kabulü reddederek şöyle diyor, “Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de, sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz. Tüm bunlar, art arda yapılan araştırmaların tüketim, iklim değişikliği, obezite ve yaygın depresyon arasındaki nedensel bağlantıları ortaya koymasıyla daha da açıklık kazanıyor. Buna rağmen, doyum elde etmeye yönelik dürtü, popüler kültürde hala işlerliğini korumakta. Çoğumuz açısından din ıskartaya çıkarılmış ve Aydınlanma hayal kırıklığı yaratmış olsa da, haz yoluyla mutluluk arayışı çağımızın en sarsılmaz inancı olmaya devam ediyor. Kitabevleri nasıl mutlu olunacağını anlatan el kitaplarıyla dolup taşıyor.” Mutluluk enstitüleri, kampları, gezileri, atölyeleri ve inzivaları mevcut. Gezegenimiz mahvoladursun, kişisel mutluluk her yerde satışa sunulan büyük bir işletme. Mutlu olmak için adeta ölüyoruz. Ölesiye mutluluk!
Mutluluk, eskilerin, sadece belli başlı erdemleri taşıyan seçkin ruhlu insanların, belirli düşünüş ve ihsas tarzını, yaşam pratiklerini uyguladıkları seyr-i süluk neticesinde elde edecekleri bir şey değil artık; bir emir, bir vecibe. Kendini mutlu edecek hedeflere erişemeyen insan, yegane suçlusudur kendi hayatının. Adorno, “Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” demişti. Bir çukurun içindeyseniz, ilk işiniz kazmayı bırakmak olmalıdır. 1996 yılında yayınlanan Ferrarisini Satan Bilge kitabı, milyonlarca adet sattı, sadece zenginlik, başarı ve ilişki yönetimine değil, ruhani gelişimimize de göz dikmişti artık mutluluk endüstrisi. Kitabın açılışında Winston Churchill’den alıntılanan “Bugün eminim ki bizler yazgımızın efendileriyiz... kendi nedenlerimize inandığımız ve aşılamaz bir kazanma azmimiz olduğu sürece zafer bizden esirgenmeyecektir.” sözleri, belki tüm bir kişisel gelişim endüstrisinin de özeti mahiyetindedir. Bu tarz bir pop bilgelik bize dünyadan el etek çekmeyi değil dünyayı sınırsızca istemeyi öğütlüyor.
Ferrarisi’ni satsa da aklı orada kalmış, bir yolunu bulup iç huzurunu hızla paraya ve statüye tahvil etmek derdinde. Oysa, uzak doğu disiplinlerinin de çok iyi bildiği gibi, bilenler öğrenmemiştir, öğrenen bilmez.
İrfana giden bir otoban yoktur. Ruh, bu yolculukta kendi çarmıhını sırtında taşır. Bazı şeyleri kederin çemberinden geçerek öğreniriz.
Biz modernler bu, her parasını bastırana garantili mutluluk pazarlayan kitapları okuduğumuzda, bir yandan “mutluluğun kovalandığı için hep son anda elden kaçan, oysa kişi sakince dursaydı onun üzerine konacak bir kelebeğe benzediği” düşüncesi ile öte yandan Churchill’in ifade ettiği gibi inançla ve aşılmaz bir kazanma azmi ile mutluluğu seçersek, onun da kaçınılmaz olarak bizi çağıracağı anlayışı ile karşı karşıya kalırız.
- Sır (Secret) budur; evrene pozitif enerji göndererek evreni kendimize uyarlarız. Romantik bir düşünce olması yanlış olmasını gerektirmez elbette, ancak dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın kendi bulunduğu şartlardan ve menzilinden bağımsız olarak müşterek o tek hedefe (aslında üç hedef; para, itibar ve sevgi güvencesi) varmak için aynı reçeteyi uygulamanın faydasına inanmanın, temelde günlük burç fallarına inanmaktan bir farkı yok.
"Falcı, müşterisinin görmediği bir şeyi görebilen kişidir; onun bir budala olduğunu" denir, kişisel gelişim endüstrisinin oynadığı kartın da bu olması pek muhtemel. Zira, on adımda on bir adım tarzı kitapların insanı zengin edip etmeyeceği sorusuna verilen meşhur bir cevap var: Elbette eder, eğer yazarı sizseniz!
Bizim hikemi geleneğimizde insanın yüreğinde kök salmış, vazgeçilmez o arzuya erme usulüne dair belki en derinlikli kıssa, Attar’ın Mantıku't-Tayr’ında anlatıdır. Kişi, sınana sınana (talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret ve fakru fenâ vadilerinde) en sonunda bizatihi arzusuna dönüşür. “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır” diye nida edilir dergâha varıldığında. Kadim anlatılarda, hikayesinin sonunda herkes kendine dönüşür. Bir Zen deyişi şöyle der “Dağların doruklarında bulacağın tek zen, yanında oraya götürdüğün zen'dir.” Menzil, esasında varılacak yer de değildir, ‘kızıl elmaya kadar!’ zikri bir topografyayı işaret etmez, ömürlük bir cehde niyet etmektir. Varoluşcu düşünür Gabriel Marcel’in “yol insanı” diye tarif ettiği şeyi, bir başka varoluşçu filozof Karl Jaspers şöyle açıklar “Bilgece yaşam sürmenin ereği, erişilip son biçimini almış bir durum olarak, kurallaştırılacak nitelikte değildir. Bizim durumlarımız, ancak, kendi varoluşumuzun sürekli çabasının ya da başarısızlığının bir görünüşüdür, öz varlığımız 'yolda olmak'tır. Bizler, zamanı yarıp geçmek istedik.” Kişisel gelişim ile, kişilik gelişimi (tekamül) arasındaki fark, tekamülde kişinin kendi en iyi haline ulaşmak için samimi bir niyetle işe koyulması iken, kişisel gelişimin bir amacı elde etmek üzere insanın kendi özgün tabiatını gözden çıkarıp bir başkası olmak zorunda kalması, sürü ile aynılaşmasıdır.
Bir ilaç devinin pazarladığı psikoaktif ilaçlar için sloganı: “Daha çok şey yap, daha iyi hisset, daha uzun yaşa.” Gayesinden ve niteliğinden bağımsız olarak sürekli devinmek, daha uzun yaşamak ve kendini berbat derecede harika hissetmekte hiçbir beis yok artık.
Yaşadığımız bu varoluşçu belirsizlik ve sıkıntı çağında kendimiz olarak kalma konusunda yaşadığımız zorluklar, pek çoğumuzu rehberlik, terapi, koçluk, bilinçli farkındalık, pozitif psikoloji ve genel anlamda kişisel gelişim için kolay lokma haline getirdiğini savunuyor.
Ruhsal açıdan uzmanların eline kaldığımız gibi, fiziksel varlığımız da akredite parametrelere bağlı; “Diyet, sağlık ve egzersiz gibi alanlarda, durmadan uyulacak yeni emirler ve rejimler üreten gerçek bir din peyda oldu. Bir gün, ne yemeniz gerektiğine kan grubunuz karar veriyor, ertesi gün Taş Devri’nden atalarınız.”
Yeryüzünde bizler için ayetler vardır; kozasının içinde çürüyen tırtıl, bir kelebek olduğunu görür rüyasında. Ağaçlar tohumdan, kozalaktan yetişir. İnsan yavrusu iki ayağı üzerinde doğrulmakla kalmaz, koşmakla ifade ve hız kazanır. Dil, iki heceden yola çıkar ve görülemeyen nesneleri, varlıkları, evrenleri tanımlar. İnsanın zindanlarında ne kadar duvar örülürse örülsün, elimizi uzatır ve meçhule bakan bir dizi kapı açarız.
İnsanın kendi yaşamının sürücü koltuğunda oturup oturmadığı meselesinde belki yüzlerce farklı yaklaşım tarzı mevcut, müşterek olan bir şey varsa bu görüşler arasında, ‘insan, kendi kaderinin elidir’ düşüncesi olabilir. Tek tek eylemlerimizin sonuçları ve hatta vuku bulma şekilleri değil belki ama eyleme seçimlerimizde olduğu gibi, kaderimize çehresini kazandıran karakter özelliklerimizi bir eleştiriye ve bir yıkıma- tekrar inşaya tabi tutarken kaderimizin eli oluruz. Elem Çiçekleri’nde “Kendini yontmayı unutma’... Kendi kabuğunu kendin soyabilirsin, kendi özgürlüğünü kendin dışarı çıkartabilirsin… insan biraz da kendi emeğidir!” diyordu Charles Baudelaire.
Bu, o kadar müşterek bir kabul ki, Doğu’dan Batı’ya tüm hikemi gelenekler, insanın devredilemez, feragat edilemez haysiyetini ve sorumluluğunu buradan hareketle temellendiriyor: Kim olduğumuzu seçmek, başımıza tüm o gelenlere rağmen elimizin yetişebileceği bir menzildedir. Kitleler için değil elbette, insanlık potansiyeli ekseriyetle aktif hale gelmeden sönüp gider kitlenin kardığı insanda. Sürüklenmek ve tabi olmak gibi, insan dışındaki varlığın sıradan nitelikleri kitle insanında da galebe çalar. “Günümüzde kişinin onaylanmaya duyduğu ihtiyaç anlamsızlığın üstesinden gelmek, aidiyet ve alkışlanma arzusuyla ilgilidir. Ahlaki bir boyutu vardır ve uygun seyirci kitlesine boyun eğmeyi, bizi yargılayanların önünde eğilerek özgürlükten vazgeçmemizi gerektirir. Artık bu yargılama da eskisi gibi tanrılar ve gelenekler tarafından karşılanmıyor... ahlak özelleştirilmiştir.” diyor
- Ziyad Marar Mutluluk Paradoksu adlı kitabında. Ahlakın özelleştirilmesi, ahlakın özerkleştirilmesi anlamını taşımıyor maalesef; kendimizi iyi hissetmemizi sağladığı sürece istediğimiz şekilde davranabileceğimizi düşünmek hoş olurdu tabii. Ancak, insan sadece neye kul olabileceğini seçebiliyor. Onaylanma ihtiyacımız öylesine dağlanmış ki ruhumuza, Tanrıyı göremediğimiz yerleri de boş bırakamıyoruz.
Bu hiç kimseleşme veya Heidegger’in tabiriyle herkesleşme öylesine eşitler ki insanların paydasını, “Hep daha iyi olabilirsin” demek, aslında basitçe “hiçbir zaman yeterince iyi olamazsın” demek manasına gelir. Modern bireysel performans değerlendirme sistemleri çalışanından kendisi için her sene yeni bir hedef belirlemesini ister. Çalışanın kendisini yaptığı işte daima yetersiz hissetmesini sağlamak, performans toplumu öznelerinin özyıkımına yol açar. Sonrasında gelen depresyon ve tükenmişlik sendromları sorumluluk hisseden insanlar için istisna değil kuraldır artık. Karakter aşınması, modern toplumlarda iş ahlakının bireysel ahlakı ve insanı karakterize etmesini ifade ediyor.
Seneca'nın da dahil olduğu Stoacıların mutluluk reçetesi ekseri kendine yeterlilik ve kendinin efendisi olmak çerçevesinde düşünülüyordu. İnsanlardan yürek burkan insanlık durumuna metanetle, geçici zevkleri kovalamadan ve yalnız karşı çıkmalarını istiyordu. Erdem, kalabalıkların içinde ele geçirilemezdi. Stoacı filozofların uzun soyundaki büyük imparator Marcus Aurelius da "Göreviniz dik durmaktır, birileri tarafından dik tutulmak değil." diyordu. Mutluluk Endüstrisi kitabında William Davies, Facebook’un Haziran 2014’te yayınladığı bir akademik makalede, haber akışlarıyla oynayarak milyonlarca kullanıcısının ruh halini nasıl başarıyla değiştirdiğini ayrıntılarıyla anlattığından bahsediyor. Günümüzün mutluluk iktisatçıları, ıstırap ve yabancılaşmaya parasal bir değer biçtiğinden beri, mutluluk emri protestan bir ahlaki yükümlülüğe dönüşmüş ve antikitedeki bireysel kisvesinden sıyrılmıştır. Watzlawick, çok meşhur şu hikayeyi aktarır “Bir sokak lambası altında bir sarhoş aranıp durmaktadır. Bir polis yaklaşıp ne kaybettiğini sorar. Adam yanıt verir: "Anahtarımı." Bunun üzerine birlikte aramaya koyulurlar. Sonunda polis, adamın anahtarı aradıkları yerde kaybedip etmediğinden emin olmak ister. Beriki, "Yoo der, şurada arka tarafta kaybettim. Ama orada karanlıktan göz gözü görmüyor." Kendimizde yitirdiğimizi, yabanda arıyoruz. “Ben taşrada arar idim, ol can içinde can imiş.” demişti Niyazi Mısri Hazretleri.
Bir yandan kendini ifade etme, diğer yandan başkaları tarafından onaylanma ve benimsenme ihtiyaçları arasında kapana kısıldığımız için sürekli olarak acı çekiyoruz. Kendimizi iyi hissetmek arzumuz, iyi bir insan olma idealimizle çarpışıyor, bu çelişki benliğimizde bir derin çatlak açıyor. Sara Ahmed, dünya mutluluk araştırmalarının falsosuna dikkat çekiyor; “Ölçümler insanların hayatları hakkında ne hissettiğinden ziyade mutluluğa yakın olma, hatta hayatının iyi olduğunu (kendine ya da başkalarına) bildirme arzusunu ölçüyor olabilir. Hissetme konusunda ne düşündüğümüz çok önemli. Yeni mutluluk bilimi büyük ölçüde hislerin şeffaf olduğu ve ahlaklı hayatın temelini oluşturduğu modeline dayalıdır. .. Mutluluk araştırması hisleri sadece ölçmez, ölçtüğü şeyi de yorumlar.”
Danimarkalı psikolog ve felsefeci Svend Brinkmann, kişisel gelişim kültürünün bu sığlığına ve düzleştirici etkisine muhalif bir yazar. Stoacı felsefeye dönüşü teklif ettiği kitabının adı, Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek. Kitap, Stoacılığa referans verse de temelinde her türlü gelişmenin ve dönüşmenin karşısında yer alıyor, olduğunuz gibi kalmakta direnin tavsiyesinin içini şu başlıklarla dolduruyor; İçine dönmeyi bırak, Hayatındaki olumsuzluklara odaklan, Duygularını bastır, Koçunu sepetle, Kişisel gelişim kitabı ya da biyografi yerine roman oku. Hayatından memnuniyetsizliğini kışkırtacak her türlü ihtimalden uzak durmayı salık veriyor.
- Modern çağın hız kültürünün, zamanı akışkan hale getirirken aynı zamanda sosyal sınırları muğlaklaştırıp, sabit tanımların yerine esnek ve değişebilir değerler koyması nedeniyle insanın şaşkınlığa sürüklendiğini ve yalnızlaştığını görüyoruz. Brinkmann, orijinal Stoacılardan farklı olarak tüm cevapların kendi içimizde olmadığını, başkalarıyla etkileşimimizi, içsel bütünlüğümüze tercih etmemiz gerektiğini düşünüyor. Kendini bulmaktansa kendine alışmanın çok daha tercihe şayan olduğunu, istek ve hedeflerimize sıkı sıkı bağlı kalmaktansa eleştirel ve diyalektik düşünceye meyletmenin, kendimizi biraz hırpalamanın bizi adam etme yolunda daha etkili olacağını da ayrıca.
Hayat boyu öğrenme kavramının, sermayenin insan sömürüsünün yeni ambalajı olduğu fikrine katılmamak elde değil. “Bir zamanlar kişisel konular kabul edilen her tür insanlar arası ilişki ve usul, artık birer araç olarak görülüp, personelin gelişimini tahrik etmek için şirketler ve örgütler tarafından kullanılıyor. Duygular ve kişisel vasıflar araçsallaştırılmış vaziyette. Bu tempoya dayanamıyorsanız –çok yavaşsanız, enerjiniz yoksa ya da hepten çöküyorsanız– reçete edilen çareler koçluk, stres yönetimi, mindfulness (bilinçli farkındalık) ve pozitif düşünme. Hepimize “anda kalmak” tavsiye ediliyor, fakat etrafınızdaki her şey hızla akarken pusulanızı ve zaman mefhumunuzu şaşırmak işten değil. Geçmişe tutunmak geriletici kabul edilirken, gelecek, açık ve anlamlı bir yaşam yolu olmaktan ziyade, zamanın içinde, hayal edilmiş ve birbiriyle birleşmeyen bir dizi andan ibaret.” Öyleyse her şey bir sandalye kapma oyunundan farksızken, dünya bu kadar kısa vadeye odaklıyken uzun vadeli plan yapmanın manası ne?
Artık kimsenin sızlanma hakkı, pes etme hakkı, olumsuzluklardan bahsetme hakkı bulunmuyor: Sürekli ileri ve sürekli daha yükseğe. “Hız kültüründe devingenlik, istikrara baskın gelir. Süratli, “akışkan,” değişebilir, her telden çalabilir ve her yola yatabilir durumda olmanız gerekir. İstikrar ve kök salmak ise, bunun tam tersi demektir; bir yere çakılıp kalmışsınızdır. Bir çiçeğin sapı gibi esnek olabilirsiniz fakat kökünden sökülüp toprak değiştirmek o kadar kolay değildir. Yine de, hız kültüründe bile, “kök salmak” hâlâ olumlu –belki biraz eski kafa– çağrışımlara sahip. Köklenmiş olmak, başkalarına (aile, arkadaşlar, topluluk), fikirlere, yerlere ve belki belli bir sadakat beslediğiniz bir işyerine bağlanmış olmak demektir.” Oysa artık insanlar kendilerini kök salmış değil, “sıkışıp kalmış” hissediyor. İnsan ilişkilerinin geçici ve ikame edilebilir olarak ele alınması, insanları da kişisel gelişimimiz için birer vasıta derekesine indirgiyor. Mark Twain’in “temiz bir vicdan kötü bir hafızaya işaret eder” sözüne atıfla, eğer dileğimiz, ahlaki değerlere bağlı bir iyi yaşam ise, geçmişe bağlı kalmamızın gerekliliğini savunuyor yazar da. Geçmiş hatalarımız, doğru yaşamak ve doğru eylemek konusunda bizlere, uzmanların tavsiyelerinden çok daha etkili bir vizyon sunacaktır; bir musibet, bin nasihatten evladır.
Evet dünyaya gelmek hüner değildir ama yükseleceğim derken bütün aidiyet, çile ve ağrı sızıyı geride bırakmak hiç hüner değildir. İnsan ancak tarihe tutunarak yükselebilir.