Teknoloji eğitimde rolleri mi değiştiriyor?
Modern eğitimin sonuç odaklı yaklaşımı, modern zamanların ruhunu yansıtıyor. Kullandığı aygıtlar ve yöntemler aydınlanmanın çocuklarının ürettiği pozitivizm, ilerlemeci bilim paradigması, endüstri toplumu ya da tüketim toplumu, kapitalizm, sosyalizm, ulus devlet gibi bütünün diğer parçalarıyla örtüşüyor.
“Nasıl bir insan sorusu?” insanlığın geçmişinden bugününe, bugününden geleceğine tartışmaya devam edilecek başlıklardan birisi. Bu soruya verilen yanıtlar aslında çağın ruhuyla ilgili. Temel ihtiyaçlar, egemen söylemin makbul tanımları nasıl bir insan sorusuna yanıtları oluşturuyor.
Modern eğitim, tüm zamanlardan farklı olarak eğitimi toplum mühendisliğinin bir aracı olarak görüyor. Bu haliyle bakıldığında kurum olarak okul, egemen söylemin bilgisini ve yaşam pratiklerini gelecek kuşaklara aktararak mevcut halin sürdürülebilirliğini sağlayan mekânlardan birisi.
Başka bir deyişle modernitenin ve aydınlanma aklının yaygın eğitime yüklemiş olduğu anlamı tarif etmek de mümkün. Tüm neslin okur yazarlığı aynı zamanda ikinci sosyalleşme süreci içinde öznelerin toplumun temel eğilimlerini içselleştirmesini öngörüyor. Bu durum aslında adına ne dersek diyelim, ister yaygın eğitim, ister konvansiyonel eğitim isterse de modern eğitim, eğitim dediğimiz aygıtın varlık nedenini aslında öznenin yani öğrencinin iyi olma haline değil; yetişkinin gelecek kuşakları kendi tasarrufu ile yetiştirmekten dolayı kendini iyi hissetme haline referans veriyor. Bu iyi hissetmenin göstergeleri ise kişiden kişiye değişiyor. Bu göstergeler kimi zaman öğrencinin iyi bir meslek sahibi olması iken, kimi zaman da toplumsal sınıflar arasında bir değişimi öngörüyor veya iyi vatandaş yetiştirmek oluyor.
Modern eğitimin sonuç odaklı yaklaşımı, modern zamanların ruhunu yansıtıyor. Kullandığı aygıtlar ve yöntemler aydınlanmanın çocuklarının ürettiği pozitivizm, ilerlemeci bilim paradigması, endüstri toplumu ya da tüketim toplumu, kapitalizm, sosyalizm, ulus devlet gibi bütünün diğer parçalarıyla örtüşüyor. Ivan Illich’in teknolojiye yaptığı vurguyu hatırlatır biçimde 20. yüzyılda teknoloji, endüstriyel aletlerin profesyonel olarak belirlenmiş ihtiyaçları gidermekte kullanılması biçiminde dolaylı olarak yeniden tanımlanmıştı. Bu şekilde tanımlanan teknoloji; aletler, ihtiyaçlar ve mesleklerin bir araya gelmesiyle oluşan kavramsal bütünü ortaya koyuyor ve yaşamın bir parçası haline getiriyor. Bu, bugün “gelişme” olarak adlandırdığımız endüstri toplumuna dair kabullerin kavramsallaşmış hali olarak gündelik dilimizde yer alıyor. Modern eğitim de bu haliyle endüstri olarak karşımıza çıkıyor.
Modern zamanların endüstri toplumu haline gelmesi teknolojik bir dönüşümü gerektiriyor. Teknokratlar, tüketim toplumu için makinalar, aletler geliştirirken profesyonel bir iş yaklaşımının özneleri haline geldiler. Üretilen ürünün tüketicisi ise ihtiyaçları profesyoneller tarafından tanımlanan birey haline geldi. Tüketim toplumunun özneleri aslında birer müşteri olarak mutlu olabileceklerini öğrendiler. Müşterilerin kullandığı aletlerin popüler olması ise tüketim toplumunun dışında etik sorunlar da üretiyor. Teknolojiyi kullananın toplumdaki temel eğilimleri belirleme gücü, kültürü ve toplumu manipülasyona açık hale getiriyor. Bu süreç alternatif teknoloji hareketinin doğuşuna kaynaklık ediyor. Modern eğitimde ise politika üreticilerin yaklaşımları, eğitimin uygulayıcıları, veliler ve öğrencilerin rolleri yeniden üretiliyor.
Tüketici olarak öğrenciler
Konvansiyonel eğitim her zaman bir mit olarak görülüyor. Her sorunun çözümü olarak dile getirilen “eğitim şart” klişesi aslında bunun bir tezahürü. Bu durum eğitim yaklaşımları içinse seküler teolojik bir çerçevenin üretilmesi için uygun ortamı inşa ediyor. Bu çerçevede epistemolojik olarak iki yaklaşımı tartışmaya açmak gerekiyor.
- Öğretim programlarının doğasını belirleyen en önemli faktör, mevcut programın hangi felsefi yaklaşım çerçevesinde oluşturulduğudur. Eğitim felsefesi ve bu felsefenin epistemolojik bağlamı, eğitim amaçlarından başlayarak, öğretim programlarını, ders kitaplarını, öğretim sürecini ve öğretim sürecinin sonunda ortaya çıkan ölçme ve değerlendirme uygulamalarını belirlemektedir. Bu sürecin kendi içinde tutarlılık göstermesi, programa dair temel yaklaşımın ders kitaplarının yanı sıra sınıfta sürece yön veren öğretmenlerin öğretim sürecinde sergiledikleri davranışlarla da doğrudan ilişkilidir.
Modernitenin epistemolojik bağlamını ifade eden pozitivizm, olgusal ve nesnel doğrular üzerinden bilimi inşa eder. Pozitivist bakış açısının nesnel/genel geçer bilginin varlığı iddiası, eğitimde davranışçılık yaklaşımıyla örtüşür. Gözlemlenebilir davranışların öğrenciye kazandırılması bir anlamda pozitivizmin pedagojide ortaya çıkışıdır.
Eğitim sürecini öznelere davranış kazandırma olarak gören bu yaklaşım bir bilenin nesnel bilgiyi öğrencilere aktarmasıyla davranış haline getirmeye çalışır. Diğer bir deyişle davranışçı yaklaşımda, öğrenme, nesnel olarak orada bizim dışımızda var olan bilgiyi belli kaynaklardan (öğretmen, ders kitabı vb.) almak, zihne yerleştirmek için tekrarlamak ve onu hafızada tutmaktır. Bu açıdan bakıldığında okulun mekânsal tasarımından, sınıfların tasarımına; ders kitabından öğretmenin rolüne kadar birçok değişken bilginin kaynağına göre organize edilmektedir. Öğretim yöntemleri açısından ise sunuş yoluyla öğrenme yaygın olarak kullanılır. Davranışın gerçekleşip gerçekleşmediği ise klasik ölçme araçları ile ölçülür.
Pozitivist bilim paradigmasının nesnel bilgi iddiasının eleştiriye uğraması ilerlemeci paradigmaya alternatif bilim yapma biçimlerini tartışma konusu haline getirmiştir. Davranışçılık da bu eleştirilerden nasibini almıştır. Bu haliyle bugünün yaygın eğitim yaklaşımı yapılandırmacılık olarak kabul edilmektedir. Bu yaklaşım diğerinden farklı olarak özcü bir tavır yerine sosyal inşacı bir tavrı benimser. Öğrenme dediğimiz, öğrencinin diğer arkadaşlarıyla, sosyal dünyalarıyla etkileşime girerek zihninde bilgiyi inşa sürecidir.
Piaget bu bağlamda bilginin öğrencinin zihinsel süreçleri sonucunda öğrenildiğine vurgu yaparken, Vygotsky ise bilginin kültür, dil ve sosyal paylaşımlar ve kültürel etkileşim sonucunda öğrenildiğine vurgu yapar. Bu açıdan bakıldığında, davranışçı yaklaşımdaki ders kitapları ve öğretmenin aktaran olarak rolü, yapılandırmacı yaklaşımda en aza indirgenmekte ve öğrencinin özne olarak kendi tasarımları ön plana çıkmaktadır. Bu tasarımları ortaya koyarken öğrenciden beklenilen temel yeterlilikleri ve her disiplinin kendine özgü becerilerini kazanmasıdır. Böyle bir dönüşüm, öğretimi, sonuç odaklı bir yapıdan süreç odaklı bir yapıya dönüştürür. Bu bağlamda öğretmeni de öğretim sürecini kolaylaştıran ve rehberlik eden haline getirir. Öğretim yöntemleri açısından ise grup çalışmaları gibi etkinlik temelli bir yaklaşım yaygın olarak kullanılır. Diğer taraftan bu yaklaşımda ölçülecek olan becerilerdir. Bu yüzden de alternatif ölçme araçları (öğrenci portfolyoları, öğretmen anektodu, kontrol listeleri, grup içi değerlendirme formları ve öz değerlendirme formları) ile disipline özgü becerilerin öğrenciler tarafından kazanılıp, kazanılmadığı ölçülür.
Ülkemizdeki yaygın eğitimde bu iki yaklaşımın izleri görülüyor. Her ne kadar 2005 yılından itibaren yapılandırmacı yaklaşım öğretim programlarının temel yaklaşımı olarak değerlendirilse de okullarda çalışan öğretmenlerin farklı nedenlerden (uygulama becerisi eksikliği, ders kitabı yazarlarının tutumu, sınıf mevcudu, okul yönetimini tutumu vb.) dolayı davranışçı öğretmen profili çok sayıda araştırma tarafından ortaya konulmuştur. Her iki yaklaşım özelinde eğitimin amaçları ve ilgili dersin amaçları nasıl bir öğrenci sorusuna farklı yollardan yanıt arıyor. Bu yanıt elbette yetişkinlerin dünyasından ve yetişkinlerin gelecek nesillerden bekledikleri rollerden bağımsız değil. Başka bir deyişle eğitim endüstrisi öğrenciler için ihtiyaçları inşa ediyor ve öğrenciler bu endüstrinin ürettiklerinin tüketicileri olarak varlar.
Pandemi, teknoloji ve yeni açmazlar
Covid-19 salgını konvansiyonel eğitimin var olan sorunlarına yeni sorunlar ekledi. Aydınlanmanın çocukları olarak bizlerin daha iyi gelecek talebinin temel araçlarından olan eğitimin bir mit olmadığını belki de gelecek günlerde yaşayıp deneyimleyeceğiz. Okulsuz bir dünya mümkün mü? Bu dünyayı nasıl inşa edeceğiz?
Pandemi öncesinde toplumsal eşitsizliği üreten, homojenliği üretip farklı olanı dönüştürmeye çalışan, toplum mühendisliğinin bir aygıtı olarak özneler üzerine tahakküm kuran, özne olarak var etmekten öte özneleri birer tüketici haline getiren, üretilen birtakım ihtiyaçları onların tüketimine sunan bir konvansiyonel eğitim yaklaşımından bahsediyoruz.
Konvansiyonel eğitim dünya genelinde gerek öğretim programlarında gerekse eğitim profesyonellerinin ürettiği resmi belgelerde temelde öğrencinin biricikliğine ve tekliğine vurgu yapıyor. Ayrıca sadece Türkiye’de değil dünyada mevcut becerilere ek olarak 21. yüzyıl becerilerini de kazandıracağını iddia ediyor. Öğrencilerin bilişsel, duyuşsal ve devinişsel alanlarına dair gelişim süreçlerinin yine eğitim aracılığıyla sağlanabileceğini söylüyor. Tabii ki normal şartlar altında.
Gelin şimdi madalyonun diğer yüzüne bakalım. Pandemi ile birlikte 23 Mart 2020 tarihinden itibaren uzaktan eğime geçildi. Bu doğrultuda ilkokul, ortaokul ve lise dönemindeki öğrencilerin dersleri TRT- EBA TV üzerinden yayımlanmaya başladı. Ayrıca Eğitim Bilişim Ağı (EBA) üzerinden yeni eğitim içerikleri öğrencilerle paylaşıldı. Bunlara ek olarak son sınıflarda öğrenim gören öğrenciler için canlı dersler yapılmaya başlandı.
Evlerde de durumlar değişti
Ebeveynler, “Öğretmenlere helal olsun! Biz dört duvar arasında kendi çocuğumuzla baş edemiyoruz” demeye başladılar. Ebeveynlerin elbette büyük bir kısmı çalışmak zorundaydı ama çocuğuna bakacak biri olmadığı için ebeveynler de mecburen evde kalmak zorunda kaldılar. Bu süreçte öğrencilerin hepsi televizyon, bilgisayar, tablet karşısında uzaktan eğitimi deneyimlemeye başladılar. Tabii ki her çocuğun evinde televizyon, bilgisayar, tablet olduğunu varsayarak söylüyoruz bunu. Konvansiyonel eğitimin temel argümanlarından fırsat eşitliği, her çocuğun eğitime erişim hakkı kavramları birkaç ufak eleştiri dışında tartışma konusu bile yapılamadı.
Özel gereksinimli çocukların ve Suriye kökenli öğrencilerin ne durumda olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek. Var olan toplumsal eşitsizlik uzaktan eğitim sürecinde daha da artıyor ve eğitime erişim hakkı gittikçe zorlaşıyor.
İşin ilginci pandemiden önce tüm ebeveynler, öğretmenler çocukların ekran karşısında geçirdikleri vakti birçok açıdan zararlı buluyorlardı. Eğitim ve sağlık profesyonelleri ise bu tutuma yönelik olarak teknoloji bağımlılığı kavramını üretmişlerdi bile. Çocuklar için tablet, televizyon, bilgisayar kullanım yasakları veya belirli saatler kullanım hakkı verme çözüm olarak üretilmeye çalışılıyordu. Ancak STEM ve kodlama her şeye rağmen eğitim profesyonellerinin ve ebeveynlerin önem verdiği konuların başındaydı. Pandemide ise aynı ebeveynlerin çocuklarını uzaktan eğitim için televizyon ve bilgisayar başında oturtmaya çalıştıklarını duyar olduk.
Bu süreçte yanıtı aranan onlarca soru da ortaya çıktı. Ekran karşısında çocukların bilişsel alana dair gelişimi belki sağlanabilirdi. Ama çocuğun devinişsel gelişimi ve duyuşsal gelişimi nasıl sağlanacaktı? Bu sorulara olumlu yanıt vermek zor. Pandemi ile birlikte hayatımıza yerleşen uzaktan eğitim süreci, konvansiyonel eğitimin pedagojik önderlerinin öğrencinin bilişsel, duyuşsal ve devinişsel alanına dair bütünsel bir eğitim öngörüsü, her öğrencinin biricik ve tekliği ve hatta her öğrenci için ona özgü öğretim programı tasarlanması fikrinin rafa kalktığı bir dönemi ifade ediyor. Bu haliyle uzaktan eğitim süreci davranışçı yaklaşımın sunuş yoluyla öğretim stratejisini anımsatıyor. TRT-EBA TV’de sunulan anlatımlar öğrenciyle dolayımsal bir ilişkiyi üretiyor, etkileşimi üretmiyor. Hatta pandemi dönemindeki uzaktan eğitim, eğitim profesyonellerinin sıklıkla eleştirdiği öğretmen merkezli yapının daha basit halini ortaya koyuyor. Yani Fatih’teki Sahn-ı Saman Medresesi’nde 17. yüzyılda bir direk dibinde takrir veren bir öğrencinin hocasıyla olan etkileşimini bile yakalamaktan uzak. Diğer taraftan yapılandırmacı yaklaşımın etkinlik temelli etkileşimsel öğrenme sürecinin ve işbirlikli öğrenmenin uzaktan eğitimle yürütülemeyeceği de ortada. Üstüne üstelik öğretmenlerin bu süreci yönetirken yaşadıkları da öğretmen yetiştirme süreçlerinin yeniden tanımlanması gerektiğini ortaya koyuyor. Bu süreç aynı zamanda öğretmenin rolünü, pedagojik yeterliliklerini de yerle bir ediyor. Öğrenciler gibi öğretmenler de tüketici haline geliyor. İhtiyacın karşılığı olarak üretilen hizmetler ve sertifika programları da bunun göstergeleri.
Gelecek umuttur
1950’li yıllarda televizyon devrimci bir teknoloji olarak ortaya çıktığında eğitimciler uzaktan eğitimde teknoloji kullanımından o kadar umutluydular ki bu durumu bir devrim olarak görüyorlardı. Bu umutları on yıllık süre sonunda hayal kırıklığına döndü. Günümüzde eğitimde teknoloji kullanımına dair internetten webinara, Web 2.0 teknolojilerinden artırılmış gerçekliğe kadar birçok örnek uygulama mevcut. Tekli dizgenin sorunları ise apaçık ortada. Eğitimde yenilikçi yaklaşımlar olarak görülen teknolojik uygulamaların yüz yüze eğitimin yerini alamayacağını söylemek mümkün. Bu haliyle eğitimde teknoloji kullanımı mevcut eğitimin içeriğini zenginleştirmede bir araç olmaktan öte geçemiyor.
Ümidi taşıma, umudu büyütmek, yeşertmek varlık nedenimizi meşrulaştırmanın birer aracıdır. Belki de bugün açmaz olarak gördüğümüz sorunlara vereceğimiz yanıtlar eğitimi toplumsal eşitsizliğin üretim aracı olmaktan kurtarmaya, tüketim toplumuna tüketiciler yetiştirmek yerine türeticiler yetiştirmeye olanak sağlayacaktır. Kim bilir yakın bir süreçte sürdürülebilir eğitimi, alternatif eğitimi, eğitimde yerelleşmeyi, evde eğitimi, özyönelimli eğitimi ve okulsuzluğu konuşuyor olacağız.