Bir masalın içinden çıkıp bir başka masalın içine doğru girmiştik. İçinde bulunduğumuz araba stabilize bir yolda ne kadar da lükstü. Oysa şehrin içinde ne kadar sıradan... Bu hissi bize veren etraftaki taş evlerin sıvasız ama sıcacık görüntüsüydü. Ekmek pişirilen isli ocaklıklar, sıra sıra yığılmış çuvallar, derme çatma kümesler... Arabamızı, içinden geçip gittiğimiz topraklı yollarda normalden daha da çok fiyakalı gösteriyordu.
Yüksekçe bir yayladan geçiyorduk. İstanbul-Fethiye arası molalarla on saati aşan yolculuğumuz henüz bitmemişti.
Doğallığın sadeliğin ve oksijenin başımızı döndürdüğü bir anda yolumuza bir keklik çıktı. Sonra bir tosbağa... Yolun yanında yabanıl otların arasında bir bıldırcın belirdi. Yayılan kuzular, keçiler...
Doğal yaşam ne hoş şeydi.
İlerde evlerin arttığı bir mahalleden geçerken önümüze bir de tavuk çıktı. Arabanın hızını ayarlayamadık ve zavallı hayvanı sakatladık.
Geriye baktığımızda artık tavuk yürüyemiyordu.
Acı içinde bağıran hayvanın sahibi, balkonda oturuyordu. Koştu hemen bir bıçak kapıp tavuğun yanına geldi, kafasını besmele ile uçurdu.
- Arabayı durdurduk, özür dilemek hatta neyse parası vermek için sahibine yaklaşırken, elinde kestiği tavuğu tutan sahibi bize tevekkülle seslendi.
- "Voyn, buyrun gelin akşama tavuk pişireceğiz. Misafirimiz olun yemekte tavuk var bu akşam" dedi gülümseyerek. Kendimizi kötü hissetmeyelim diye aşırı bir çaba içindeydi.
İşte bu hikâyenin önermesi şu ki; kibarlık çatal bıçak kullanmak ve diksiyon kanırtmakla olmuyordu. Nezaket, kibarlık her yerde olabiliyordu.
Medeniyet, dağ başında bile olsan özür dilemek için inen kişiye teslimiyetle senden şikâyetçi değilim diyebilmenin bir yolunu bulabilmekti. Şehirliyim diyen magandalara bu yörük gencin öğreteceği ne çok şey vardı.
İyi ki bu gözü gönlü tok, onurlu insanlara para teklif etmek gafletinde bulunmamıştık..