Yakın ama uzak: köy
Karadeniz’in bir dağ köyünde doğdum. Fakat oraya dair bir izlenim edinemeden üç yaşındayken İstanbul’a göç ettik. Uzun yıllar girdi araya; köy, yakın ama uzak bir yer olarak kaldı. Gitmediğim, görmediğim köy benim için olsa da olur olmasa da olur bir yerdi. Annemden öğrendiğim ilk düşünce bunun böyle olmadığıdır. Gençliği sürdüğüm yıllarda annemde ilk fark ettiğim gerçek, bir ağacın kökleriyle toprağa bağlanması gibi hayata tabiat hayaliyle tutunuyor olmasıydı.
Köyden ayrılmış ama oradan kopmamıştı; oradaki hayatını oluşturan topraktan, sadelikten, uyumdan, kendi olabilme özgürlüğünden vazgeçemezdi… Çocukluğumda annemi; yaşadığı çevreyi, hadiseleri, nesneleri hatta insanları benimsemeye gönülsüz hâliyle, hüzünlü durgunluğu ve migren ataklarıyla hatırlıyorum.
Dıştan çok içe dönük bir tabiatı vardı ve yaşamındaki her şeyle emaneten ilişki kuruyordu. İnsanı hiçbir yere götürmeyen caddeler, beraberinde sürükleyen taşıtlar, önünü kesen kapılar, göğü daraltan binalar, kalbin benimseyemediği konuşmalar, gürültüler, şehre ait içerik sevilebilir bir hayat sunmuyordu.
Annemin bir şeyi hevesle sahiplendiğine, onu çevreleyen düzenle uyumuna hiç şahit olmamıştım. Sanki başka bir yaşama aitti ve oradan başka bir yere tutunamazdı. Müdahaleci değil mesafeli, kalıcı değil geçici, hoşnut değil ama sabırlı bir duruşu vardı. Elbette bunda garipsenecek bir şey yoktu annemin mizacı buydu, sanıyordum.
Ne zamanki köyümüzde kalan eski toprak üzerine yeni bir ev inşa edildi, annem yaşamını oraya taşıdı; orada annemi bir başkası olarak buldum.
Gençliğinde geldiği İstanbul’da kırk yıl yaşadıktan sonra sanki orada hiç yaşamamış gibi kolayca ayrılmış ve esaretten kurtulan kuşlar gibi köyüne dönmüştü. Nihayet hayatın onun için ne ifade ettiği orada ortaya çıktı. Artık hayat benimsenebilir, düzenine uyum sağlanabilir, amaçlarına hizmet edilebilir, dışa dönük ve mutlu olunabilir bir yerdi. Bu dönüşümü sağlayan tabiat annemdeki ertelenmiş hayata imkân vermişti.
Tutkuyla bağlı olduğu toprak ve engin gökyüzüyle yaşamaya başladıktan sonra kaç türlü tedaviye cevap vermeyen migren atakları kendiliğinden şifa buldu. Üzerindeki yavaşlık gençliğinde dahi onda görmediğim bir hareketliliğe bıraktı yerini. Annem uzun uzun konuşabilir, hadiselere müdahale edebilir, hayata sıkı sıkıya tutunabilirmiş meğer… Ben ise bunun anlamını tabiatla aramdaki bağ sağlamlaştıkça kavrayabilecektim.
Doğduğum yerle aramdaki bağa, orada iz sürmenin anlamına duyduğum merakla köye gerçekleştirdiğim ilk seyahati unutamam. Yeşil dağlar, derin ufuklar, sevimli patikalar ve rüzgârlarla, dereler, sesler ve börtü böcekle, tabiata mahsus renkler, gölgeler ve ışıklarla tanışmanın beni şahit kıldığı evren aynı zamanda Yaratıcı’nın düzeniyle uyum içinde olmanın huzurunu duymayı mümkün kılmıştı. Bakmak görmeyi, görmek hayranlıkla hayret duymayı hissettiriyordu. Çünkü tabiat insani olmamakla, insanın kurguladığı yapaylıktan kurtulmuş alandır; insanı aşan ama aynı zamanda insanı da içeren bir hikmeti koruyarak var olur.
Tabiatta kötüyü, dehşeti, uyumsuzluğu, huzursuzluğu barındıran bir dizge yoktur. Yaratılmış bütün varlıklar aynı anlamla yaşar ve Allah’ın sünnetine hizmet eder. Bu yüzden parçalanma, yok edicilik bulunmaz orada ve her şey olumlu yönde bir dönüşümü izler. Her şeyin zıttı dahi uyumla düzenlenir. Nihayet her şey dönüp dolaşıp hayat birliğinde buluşur. Sessizlik, seslerle birlikte yaşar. Ne kuş sesleri ne yağmur, ne rüzgâr sesleri, ne kovuklardaki kurtların uluması ne oyuklardaki baykuşların, şafakta ortaya çıkan horoz ötüşleri, ne ağustos böcekleri ne de kertenkelelerin melodisi sessizlikle ilintisizdir…
Hareket hareketsizlikle iç içe yaşar. Ne filizlenen dal ne kuruyup yere düşen yapraklar, ne doğan güneş ne inen karanlık, ne berrak gökyüzü ne de yayılan bulutlar ahenksizlik içerir. Biri diğerini yok etmeden var olur ve aynı kudreti temsil eden düzeni hatırlatırlar. Yaratılışını koruyan tabiatın hakikati gösterme, ilahi dengeyi hatırlatma kabiliyeti vardır. Bu yüzden Kur’an buna sık sık vurgu yapar; “Yükseltilmiş dağlara bakmazlar mı?”, “Gece ile gündüzün birbirini takip etmesini düşünmezler mi?”, “Ölü olan toprağı kim diriltiyor hiç araştırmazlar mı?” Bu aynı zamanda insanın tabiata çağrılmasıdır.
İnsan da tabiata özlem duymadan edemez. Farkında olarak ya da olmayarak yaratılışın korunmasına, hakikatin gösterilmesine, hatırlatılmasına ihtiyaç duymaktan vazgeçemez. Mesela tabiatı çevre edinen köyler doğallığın, sadeliğin korunduğu yerler olarak güçlü kökler bırakıyor insanda.
Hiç olmazsa güçlü bir özlemin hayali olarak yaşıyor. Şehirlerde ne kadar tüketme imkânına sahip olursa olsun, köyün sadece ihtiyaçları karşılayabilen sadeliğini özlüyor. Şehirde gökdelenlerin, tekniğin gücü ne kadar büyük olursa olsun heybeti dağlarla, gücü rüzgârlarla, güzelliği mevsimlerle, umudu yağmurlarla birlikte hatırlıyor. Şehirde ne kadar çok insanla temas ederse etsin gönlünde izi silinmeyen, köydeki karşılıksız, çıkarsız selamlar oluyor. Bu yüzden isteyerek ya da istemeyerek terk edilen köylerin, artık kapısı açılmayan evlerin verdiği hüzün başkadır.
Köy; yerlisine yetmez olur, beklentilerini karşılayamaz olur ve terk edilir. Ama hiçbir zaman yabancılaşmaz, uzaklaşmaz, unutulmaz. İnsan, her yerden daha güçlü köklerle oraya bağlı olduğunu daima hisseder. Hep özlenir, bir arzunun hayali olarak yaşayıp gider. İnsanın köyde bulduğu tabiattır.
Köyün sade ve mütevazı amaçlara hizmet eden karakteri, tabiatın özü koruyan anlamıyla uyumludur, her şeyden çok fıtrata yakındır. Bu yüzden insanın köye (tabiata) dönüşü her zaman iyi bir sebep içerir. Gerçek hayat için zaman ayırmak gibi, hayatı tüketen, insanı öğüten şeyleri durdurmak ya da onların elinden kurtulmak gibi bir huzuru hissettirir. Artık hiçbir yerde köy yok diyecek bir zamana çatsak bile köye giden yol masumiyete, sadeliğe, korunmuş öze yapılan yolculuğu temsil etmeyi sürdürür.