Yerli yerinde bir köy
Taşranın şahı olarak görülen köy, daha çok kıyaslamalara konu olmaktadır. Köy, tıpkı taşra gibi, hep şehirle, metropolle, merkezle, şehirli ile kıyaslanarak anlaşılmak istenmektedir. Bu yaklaşım ise köyün kendiliğini, köyün kendi gerçeğini ve olması gereken konumunu doğru anlamaktan uzaklaşmaktadır
Hayatın olanca hızla akıp gittiği, bir yerlere yetişme sorununun baş edilmez bir hâl aldığı, insanın kendini görme ihtimalinin giderek uzaklaştığı; metropol, dijital toplum, gelişmişlik, kalkınma, hız, haz, proje, rakam, internet, siber saldırı, uzay, bilişim, trafik, kalabalık gibi sözcüklerin hayata yeni çerçeveler çizdiği bir ortamda acaba bir köy tahayyülü nasıl gerçekleşir? Sonu gelmez bir kıyaslamanın bütün kelimelerin anlamlarını değiştirdiği, soruların, eleştirilerin, sorgulamaların inşadan, anlamdan, varlıktan çok daha önce akıllara üşüştüğü bir düzlemde; tatil, tatil köyü, eski, geri kalmışlık, yavaşlık, sakinlik, göç, virane, ihtiyar, sakinlik, kimsesizlik gibi kelimelerin boğazına yapıştığı, onu nefessiz bıraktığı bir zamanda yerli yerinde bir köy tahayyülünün imkânı nedir?
İnsanlık tarihinin köklü yaşam alanlarından biri olan köyün değerlendirilmesi, ister istemez böylesi soruları, dahası sonu gelmez kıyaslamaları akla getirmektedir. Oysa öncelikle bir köy, kendi anlam dünyası, kuruluş felsefesi, kurucu ilkeleri, yapısal özellikleri bakımından değerlendirilmelidir. Bunun adı yerli yerinde bir köy tahayyülüdür. Yerli yerinde bir köy tahayyülünün başlangıç noktası, bizzat köyün, köylünün ve köy kültürünün kendi varoluş çerçevesi olmalıdır. Köyün yerinin belirlenmesi, köyün kendi yerinde kendi anlam dünyasını inşa eden bir varlık alanı şeklinde tahayyül edilmesi önem arz etmektedir. Aksi hâlde, yerinde durmayan bir köy, tıpkı yerini bilmeyen kent gibi karmaşık tahlillere ve karışık okumalara muhatap olacaktır.
Taşranın şahı
Taşranın şahı olarak görülen köy, daha çok kıyaslamalara konu olmaktadır. Köy, tıpkı taşra gibi, hep şehirle, metropolle, merkezle, şehirli ile kıyaslanarak anlaşılmak istenmektedir. Bu yaklaşım ise köyün kendiliğini, köyün kendi gerçeğini ve olması gereken konumunu doğru anlamaktan uzaklaşmaktadır. Oysa iyi bir tahlil, öncelikle, olgunun kendisini konuşmayı gerektirir. Yerli yerinde bir köy tahayyülü, bu bakımdan mühimdir. Yerli yerinde bir köy tahayyülü, köyün kendi gerçekliğini önceler. Yerli yerinde bir köy, kendini, sınırlarını, imkânlarını, zorluklarını, darlıklarını, açmazlarını olanca yalınlığıyla kendi dünyasında ortaya serer.
Bir insanlık birikimi, zengin bir insanlık tecrübesidir köy. İnsanın yerleşmesinin, yer tutmasının, bir yerde birikmesinin harikulade örneklerinden biridir. İnsanın elinin coğrafyaya dokunup oradan mekânlar üretmesini, sonra o mekâna kendisini yerleştirip baş döndüren bir hayata dâhil olmasını imleyen büyük bir adımdır. Örgütlü toplumun inşasında, insanın örgütlü bir toplumsal yapı kurmasında öncü roller üstlenir köy. Kadimdir, klasiktir, eskidir; yeni zamanlara kadar gelen, yeni zaman ilişkilerini, yeni zaman bakışlarını hâlen belirleyebilen, zamanın esrarlı ıslığına asla kayıtsız kalmayan aktif bir aktördür.
- Zamanın esrarlı ıslığı, köyün katmanlarını kulaklara fısıldar ilkin. Çağıl çağıl bir köy hayatının, gümrah, zengin, müreffeh anlarını hatırlatır. Ekinler boy verir tarlalarda, otlar boy atar çayırlarda, hayvanlar dört dolanır meralarda. Duvarlar yükselir evler kurulur, kıvrım kıvrım sokaklar ortaya çıkar, tandırlar yakılır ekmekler pişer, uzaklardan sular getirilip çeşmeler yapılır, bentler kurulur, arklar çıkarılır, bir bereketli rüzgâr her bir yanı sesle doldurur ve sese insan ses verir, derken bir hayat belirir. Köy, nice insanla, nice sesle, nice hikâyeyle var olur. Zamanın esrarlı ıslığı köyün köklü ve esaslı bir gelenekle, görenekle, türküyle, ağıtla, ninniyle, kültürle, hatırayla yoğrulu dünyasını sunar. Ekinin ekmeğe dönüşmesi gibi insanın bir kültür varlığına dönüşmesini belgeler köy. Bir hayat numunesi olan köy, insanın zamanı dönüştürmesini ve elini toprakta gezdirip oradan bereketli hayatlar üretmesini müthiş bir şekilde örnekler.
O esrarlı ıslık, sonu gelmez rüzgârlar gibi gün gün gücünü kaybeden, yoksullaşan, köhneleşen, bir viraneye dönüşen köyden de haberler düşürür. O görmüş geçirmiş bilge, o zamanın tozunu yutmuş ihtiyar, o insanın ciğerine inen ateşi hisseden yaşlı dünya, artık kendi zamanının, dilinin, bakışının değişmekte olduğunu, başka zamanların, söylemlerin, dillerin arzıendam ettiğini, adına kent denen, şehir denen, metropol denen, gurbet denen bir devranın tepesinde dolanıp durduğunu anlar. Buna rağmen yaşar ama bu yaşantısı hiç de eski yaşantısına benzemez. İnsanlarını yitirir, çocukları ve gençleri kente kaptırır. Sonra mekânlar, sonra evler, sonra hayvanlar, sonra nesneler ve eşyalar, sonra sesler ve kokular, sonra araçlar değişir. Köy, değişen, başkalaşan, dönüşen bir fotoğraf sunar. Araçlar, nesneler, insanlar, kokular, sesler zamanla değişir ve köy bütün bunlara yetişmek kaygısını taşır; ha bire şehre, metropole, hızlı dünyaya kendini taşımanın, kendi anlam dünyasını ulaştırmanın, kendi değerlerini hatırlatmanın derdine düşer. Kendini dünyaya tırnaklarıyla kazıyan köy, her şeye rağmen bu dünyadan kopmayı düşünmez, bu dünyanın ilişkilerinden uzaklaşmayı istemez. Ekonomiyi, siyaseti, edebiyatı, gündelik hayatı, kültürü, dinî hayatı kendince okumayı, değerlendirmeyi ve etkilemeyi sürdürür. Bunu insana, zamana, mekâna, hayata yeni anlamlar katarak gerçekleştirir; şehirli, modern, küresel bakışların altında kendi gerçekliğini var kılmayı dener.
Sosyolojisi ihmal edilen köylü
Köyün anlam dünyasında, köylü ve köylülük kavramları, meselenin sosyolojisini anlamak bakımından merkezî konuma yerleşir. Bir yerleşme yerine bağlı olarak taşralı, şehirli, kentli, kasabalı, ovalı, dağlı gibi toplumsal tiplerin ortaya çıkışı gibi köy de köylü tipini meydana getirir. Ortalama bir köy kültürünü, köy dünyasını, köy duygusunu, köy hayatını yani “köylülük” denen sosyolojik hâli temsil ettiği düşünülen köylü, köyün dünyasından fazlasıyla beslenir.
Dünyaya köyden bakar, köyün çerçevesi ona bir değerlendirme açısı sunar. Çünkü mekânın imkânları, insanın imkânlarını da belirler. Köylünün, köylülükle hayata dâhil olması, hayatı bu şekilde değerlendirmesi gayet normaldir. Tıpkı şehirlinin şehir penceresinden ve şehir ilişkilerinden hayata bakması gibi. Yerli yerinde olmak böyle bir şeydir çünkü; kimsenin yerinden memnun olmadığı, hep başka yerlere göz diktiği bir düzlemde yerli yerinde olmanın önemini haykırmak böyle bir şeydir.
Önemli olan köylünün ne gördüğü, nasıl baktığı, nasıl bir hesap kitap yaptığıdır. Mutlaka bir açı sunan, bir bakış ortaya koyan, hayata dair ince sözler düşüren köylünün sözleri kadar hayatı da olağanüstü değerlidir. Bir hayat okuma biçiminin şaşmaz aktörüdür çünkü; hayatın tek bir yönde, tek bir çizgide, tek bir süreçte yürümediğini gösteren etkili bir uyarıcıdır köylü, taşralı, kasabalı. Ne ki, köylü, taşralı, kasabalı ve köylülük bu kadar yalın bir değerlendirmenin muhatabı olmaz; sosyolojisi genelde ihmal edilir. Bir siyasetin, bir dünya görüşünün, bir yaşam tarzının gözünden okunur genelde. Ya yüceltilir yahut aşırı yerilir; köy, köylü ve köylülük kendini bulamadan, kendisi olamadan başka gözlerin değerlendirmelerinde var olma seçeneğiyle baş başa kalır böylece.
Köy algısında kutuplar
Bir bakış köy ve köylüyü ontolojik gerçekliğinin ve sosyolojisinin çok ötesinde aşırı yüceltir. Köylünün milletin efendisi olduğu söylenir, köyün gerçek bir kültür odağı, bozulmayan, olumsuzlukları içermeyen, saf, yüce, asil olduğu ifade edilir. Bir köy güzellemesi yapılır; tatil dergilerinde, broşürlerde, tanıtım bültenlerinde rastlanan türde bir güzelleme. Temiz hava, sakinlik, dinginlik, kuş cıvıltıları, rüzgâr sesleri, sadelik, yardımlaşma, iyilik, dayanışma gibi kalbi hoplatan cümlelerle bir köy tasviri yapılır. Köyün âdeta bir cennet köşesi olduğu vurgulu bir şekilde anlatılır. Oysa yüceltilen ve sosyolojik bağlamlarından kopartılan köy, köy olmaktan çıkar; görülüp gezilen, tüketilen, yalancı duygulara ilaç niyetine sürülüp bir kenara bırakılan bir tatil beldesine dönüştürülür. Gerçek bir hayatın olanca ağırlığıyla sürüp gittiği köy bir cennet değildir; tırnaklarla kazınan zor bir hayatı, büyük bir azimle, sabırla, şükürle, dirençle inşa edilmiş bir kültürü, acı tatlı, kederli sevdalı bir dünyayı temsil eden gerçek bir yaşam alanıdır. Ütopya değildir; rüya değildir, hülyalı bakışların muhatabı değildir. Yara kadar, sancı kadar gerçektir ve ancak sancıyla, ağrıyla, ümitle, sevinçle, dirençle kurulur.
Başka bir bakış ise köyü modernleşme, küreselleşme, kalkınma, gelişme, zenginlik, para ekonomisi, ilerleme karşısında küçük görür ve onu alt edilmesi gereken bir rakip bilir. Bir aşağılama, hor görme, üstten bakma, tepeden inme, belirleme tavrı köy karşısında ceberut bir şekilde dikilir. Köylü, “adam” edilmesi gereken biridir bu bakışa göre; siyaset onu adam etmenin derdine düşer, ekonomi onun emeğini büyük pazarlara götürmenin hevesindedir, modernleşme paradigması ise köyün geriliğini törpülemenin siyasetini güder. İlerlemeci, kentli, gelişmeci bakışa göre köy bir an önce kente, kentli ilişkilere, kentli bakışa eklemlenmelidir. Çünkü köy geridir, eskidir, fakirdir, yeni dünyalardan bihaberdir. Köylü, bakışı, değerleri ve kültürüyle yeni hayatların çok gerisindedir; hâlâ geleneklerin ve göreneklerin ısrarlı sürdürücüsüdür. Oysa yeni dünyanın ateşi değişimdir. Değişime direnen taşra ve köy, bir an önce modernleştirilmelidir; zihniyeti, yaşantısı, bakışı, kıyafeti ve hatta dili kente uyum sağlayacak hâle getirilmelidir. Kaba modernleşmenin, ceberut modernleşmenin, “mecburi kültür değişmeleri”nin köye ve köylüye biçtiği rol budur.
Ceberut modernleşmenin sözüne uymayan köylü “öldürülmekle” tehdit edilir. Şükrü Erbaş’ın “Köylüleri Neden Öldürmeliyiz?” adlı şiirinde söylendiği gibi. Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır, değişen dünyayı umursamazlar, kayıtsızca direnerek yaşarlar, kaba ve kurnazdırlar, paraları olsa da yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır, gazete okumazlar, temiz giyinmezler, dişlerini fırçalamazlar, karılarından önde yürürler, başka partilere oy verirler, gökyüzünden bereket beklerler, yoksulluktan kıvrandıkları hâlde şükür içinde olurlar. Onlar ayak direrler ve kendileri kalmak konusunda hayli direnç gösterirler. Ceberut modernleşme ise onları ezer, kötüler, küçümser ve şehre bu şekilde girmelerine, yani modern dünya ilişkilerine böylece katılmalarına asla izin vermek istemez.
Köy, zamanın kendisine armağan ettiklerini de reva gördüklerini yaşlı gözleriyle izler, bulutlu bakışlarıyla süzer. Özlem duyar, hüzünlenir, başkalaşmayı izler, değişim sancılarını hisseder; ama toprağı sulamayı, duvarları onarmayı, ocağı harlamayı hiçbir zaman ihmal etmez. Köy, evini hazır tutar; gidenleri bekler ama aynı zamanda hayatı takip eder. Eskidir, eskiden beri vardır ama dahası yeniye hiç de kayıtsız değildir. Eskiyi yeniye taşıyan sırlı bir dünyadır. Eski ile yeninin bin yıllardır karşılaşmasını, hayat ile ölümün muhteşem iç içe oluşu gibi sergileyen etkileyici bir alandır.
Bir varlık katı olan köy, yerli yerinde bir hayatı, kendine özgü bir hayatı sürdürmenin zorluğunu duyumsar elbette. Zordur çünkü köyün, köylülüğün, taşranın bunca küçümsendiği bir düzlemde bir varlık katı olduğunu söylemek. Ne ki, yerli yerinde olmadığında, öznenin yerini kaybettiğinde olan olur ve taşlar yerinden oynar. Köyün yapı taşlarının yerinden oynadığı bir dünyada şehrin taşları da yerinden oynar. Köylü esaslı duruşunu yitirdiğinde şehirli de kendi duruşunu unutur. Bu yüzden tüm zamanların ruhunu yakalayıp o ruha anlamlı katkılar vererek yerli yerinde olmak mühimdir. Bu şekilde bir yerli yerinde olma hâlinin güzelliği ortadadır.