Yeni Dinî Hareketler'e katılımın psikolojik nedenleri
Yeni Dini Hareketleri anlamlı kılan şey katılımcısının istikameti, anlamı, kurtuluş umudunu, ortak paydada buluşabileceği bir topluluğa aidiyet hissini, Tanrı ile ilişki niteliğini düzenleyecek bir fırsatı ve ruhsallığını geliştirecek bir imkânı bulmuş olmasıdır.
Son çeyrek yüzyılda, Yeni Dinî Hareketler’e (YDH) dair çalışmalar sadece psikoloji disiplininde değil aynı zamanda sosyoloji ve din bilim alanında da belirgin şekilde artış gösteriyor. Farklı disiplinlerden bilim adamları bu hareketlere katılan, onların içinde kalan veya onlardan ayrılanların durumunu irdelerken, katılmış olmanın yaralarını sarmaya çalışan üyelerin zihinsel ve duygusal durumlarını da enine boyuna tartışıyor. Bu tartışlmalar ışığında önümüzde Yeni Dinî Hareketler’in toplum sağlığı için ciddi bir tehdit olup olmadığı sorusu var.
Yeni Dinî Hareketler’e katılmak onların stratejik bir başarısı mı? Yoksa modern çağdaki hayat tarzının bireye sunduğu bir imkân mı? Ya da arayışının karşılık bulduğu anlam alanı mı? Müptelası olmaktan kendisini alamadığı kavurucu bir kısır döngü mü? Bu bağlamda genel olarak yeni bir dinî harekete katılımın birey bağlamında muhtemel temel nedenleri olarak yoksunluk (mahrumiyet), yabancılaşma, dinî meselelerle kafası meşgul olma temayülü, kişinin kendi şahsiyeti hakkındaki kararsızlığı ve şahsi bunalım tecrübesi gibi unsurlar aktarılıyor.
Sonuç yeni dine katılan kişinin aklen ve ruhen sağlıklı olmadığıdır. Bu tür bir görüş Amerikan Psikiyatri Derneği (APA) tarafından yayınlanan bir çalışmada şu cümlelerle ortaya konuluyor:
Pek çok çağdaş kült toplumunun/yeni dinin çoğunluğunu teşkil eden beyaz orta sınıf idealist genç insanlar çoğu zaman yalnız, bunalımlı ve belirsiz gelecek karşısında endişelidir. Bağımlı olmaya eğilimlilerdir. Şefkate hararetle muhtaçtırlar. Kendi hissî dayanaklarını temin edemezler, kendi değerlerini hissetmek, aidiyet ve hayatını anlamlandırmak için harici güçlere ihtiyaç duyarlar. Alıngandırlar, sıklıkla onları hayal kırıklığına uğratan ve onlara değer vermeyen toplumun geneline karşı düşmandırlar. Yetişkinliğin bir talebi olduğu kadar pek çok kişi tarafından arzuyla beklenen özgürlük onlara ezici gelmektedir.
YDH’yi anlamlı kılan şey katılımcısının istikameti, anlamı, kurtuluş umudunu, ortak paydada buluşabileceği bir topluluğa aidiyet hissini, Tanrı ile ilişki niteliğini düzenleyecek bir fırsatı ve ruhsallığını geliştirecek bir imkânı bulmuş olmasıdır.
Günümüzde insanların, modern hayatın yabancılaştıran ve yolunu kaybettiren etkilerinden korunmak için bir ölçü arayışında olduğuna hükmedilir. Bu bağlamda Yeni Dinî Hareket mensubiyeti ilk olarak, modern dünyada hakikati yaşamak adına zamanı geri almaya dair bir arzuyu yansıtır. İkinci olarak, bu aidiyet aynı zamanda kadim olan hakikati modern zamana taşıyarak onu çağdaş ve seküler bir düzlemde eyleme/yaşama taşıma isteğini ifade eder. Bu noktada Yeni Dinî Hareketler, moderniteye karşı bir protesto şeklinde nitelendirilebilir. Bu argümanın hedefinde kurumsallaştırılmış dinin ve seküler yapının bireyin eliyle yapı bozuma uğratılması vardır. Bu durum “din”e yeninin ve modern bir sosyal yapı olan hareketin katılması; “yeni” yani “seküler” olana da dinin katılmasıyla gerçekleşir. Bunun için de pek çok Yeni Dinî Hareket modern, anti-modern, hatta bazen post-modern unsurlarla kaynaşır. Bunlar hem moderniteye uyum unsurlarını hem de ona direnmenin unsurlarını içerirler.
Birey ve hareket açısından Yeni Dinî Hareketler’e üyelik
Yeni dinleri inceleyen psikologlar, YDH’lere katılan bireylerin profillerini oluştururken kişiliği oluşturan unsurların birçoğunu birer faktör olarak inceleme ihtiyacı duyarlar.
- Yeni bir katılımcı herhangi bir uzmana veya akranına danışmadan, kendi tercihiyle davranış şekillerini, düşünce biçimlerini, kişiler arası ilişkilerini ve hayat tarzını değiştirebilir. Bu aşamada, bireyi kimilerine göre “sapkın bir hayat tarzı” olan bu arayışına sürükleyen kişilik özellikleri midir? Eğer kişilik özellikleri veya sorunları ise bu sorunları betimlemek mümkün müdür?
Yeni bir dine cezbedilen veya katılan kişinin sembolik bir profilini çizebilmek için çok sayıda girişimde bulunulmuştur. Şimdi genel olarak yeni bir dinî harekete katılmanın muhtemel temel nedenleri olarak gösterilen yoksunluk (mahrumiyet), yabancılaşma, dinî meselelerle kafası meşgul olma temayülü, kişinin kendi şahsiyeti hakkındaki kararsızlığı ve şahsî bunalım tecrübesi gibi unsurlara göz atalım.
Mahrum bırakılmış birey
Sosyoloji ve antropolojide işlevsellik kuramı muhtemelen en yaygın olanıdır. Bu teori, YDH’lerin geleneksel dinlerin karşılayamadığı pratik ve psikolojik insani ihtiyaçları gidermek üzere ortaya çıktığını ifade eder. Dinî aktiviteyi yoksunluğa (mahrumiyete) bağlayan teoriler literatürde, oldukça geniş yer tutmaktadır.
Dinin bastırılmış duyguların ifadesi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz ortamların ruhu olduğunu söyleyenler veya inançların hem bireysel hem de sosyal engellenmelere karşı bir reaksiyon ve kitleleri kontrol altında tutma yolu olduğunu düşünenler yoksunluk teorisine atıfta bulunmaktadır. Mahrumiyet (deprivation) teorisine göre insanlar sosyal, psikolojik veya fiziksel yönden bir şeylerden mahrum olmanın yanında ideolojik olarak bir grubun, dinin veya mezhebin mesajını almaya hazırdır. Bu bağlamda YDH üyelerinin çeşitli ihtiyaçlarını tatminini araştıran gençler olması durumun bu teoriyle açıklanmasını gerekli kılmaktadır. Bu yaklaşım “dinin işlevselliği”nin kabulüne kadar dayanır ki bu yaklaşımda dinî canlanma ve hareketler, insanın pratik ihtiyaçlarının giderilmesinin, problemleriyle baş etmesinin etkin bir sonucudur.
Kişi veya grupların maruz kalabilecekleri beş türlü mahrumiyet vardır. Bunlardan ilki olan ekonomik mahrumiyet, toplumda gelir dağılımından kaynaklanan bir mahrumiyet olarak görülür. Kişilerin ekonomik düzeylerinin göreceli olduğu söylenebilir. Fakat burada önemli olan başkalarının kişiyi hangi düzeyde gördüğü değil, kişinin kendisini hangi düzeyde gördüğüdür. Sosyal mahrumiyet ise kişinin prestij, statü, sosyal katılım vb. konularda kendisini düşük görmesi ve bu sebepten çevresi tarafından kabullenilmediği hissini yaşamasıdır.
- Maruz kalınan bir diğer durum olan organizmik mahrumiyet, zihinsel ve fiziksel mahrumiyetleri kapsar. Herhangi bir bedensel ya da zihinsel özür nedeniyle kişi toplumla bütünleşme hissini yakalayamaz. Ahlaki (etikal) mahrumiyet de kişinin artık toplumun temel değerlerinin kendi hayatını düzenleme kabiliyeti taşımadığı ve kendisinin yeni bir alternatif bulması gerektiği hissini yaşamasıdır.
Son olarak ruhsal (psişik) mahrumiyet ise kişi maddi tatminler anlamında problemler yaşamaz, fakat manevi olarak yaşantısından zevk de almaz. YDH’lere katılımın çoğunlukla sosyal mahrumiyet neticesinde gerçekleştiğini düşünmek daha isabetli görülür.
Yabancılaşmış birey
Pek çok analiz, insanların mana ve topluma dair yeni bünyeler aramakla karşılık verdiği kimi yabancılaşma, ümitsizlik ve sapma biçimleri üreten bazı aşırılık ve aykırılık arz eden modern kaymalara, bu belirsizlik üzerinden odaklanmayı teklif eder. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda kültürel alan entelektüel anlamda dinî inançlara yabancılaşmış ve kendini geleneğin kısıtlamalarına karşı tamamen özgür hissetmiştir. Tabi bununla birlikte, daha önce dinin verdiği cevaplara alternatif bulma görevini de üstlenir.
Yabancılaşma kavramını Peter L. Berger “birey ile onun dünyası arasındaki diyalektik ilişkinin bilinçte kaybolduğu bir süreç, ayrıca toplumsal dünyanın insani (canlı) nesnelliğinin, bilinçte tabiatın gayri-insani (ölü) nesnelliği haline dönüştürüldüğü bir aşırı-uzamlı (overextension) nesnelleşme süreci” olarak tanımlar. Yabancılaşma da üç temel anlam alanına atıfla tasnif edilebilir. Bunlardan birincisi, insanın biyolojik ve psişik yapısal özelliklerine (fıtrat) yabancılaşmasını ifade eden bireysel yabancılaşma, diğeri ise kişinin diğer insanları ikiyüzlü, bencil ve ilgisiz, sosyal düzeni de baskıcı bir şekilde algıladığı durumlara referansta bulunan bir sendrom olarak tanımlanan sosyal yabancılaşmadır. Dinî hayatta meydana gelen, ana modelden ve merkezden sapmaları ve dinin insan üzerindeki etki ve fonksiyonlarındaki zayıflamayı ifade etmek üzere kullandığımız dinsel yabancılaşma kavramı da yabancılaşma kavramına yüklenen diğer bir anlamı oluşturur.
Bu bağlamda Tanrı-insan ilişkisinin kurulamaması (dine ilgisiz veya karşı olmak) “dine yabancılaşma” olarak isimlendirilebilir. Nitekim birçok insani güdünün dinî hayatı yönetmesiyle dinin gerçek özünün bozulması ve bu şekilde topluma lanse edilmesinin muhtemel mühtedileri dinden uzaklaştırması, dinsel yabancılaşmanın “dine yabancılaşma” olarak nitelendirilebilecek boyutunu oluşturur. Bunun sonucu ise, genellikle dinsel bir inanca sahip olmama, faydacı, tutarsız, dış güdümlü bir dinî yönelim içerisinde saplantılı ve dogmatik bir dindarlık olarak ortaya çıkar. Ayrıca ergenlerin yabancılaşmaya çok eğilimli olmaları, YDH’ler tarafından cezbedilenlerin niçin daha çok genç yetişkinler olduğunu açıklayabilir. Gençlik, bu dönemde “dünyaya yabancılaşma” duygusuyla “her şeyi yapabilecek denli güçlü olma” duyguları arasında gelip gider. Gençliğe yabancılaşma, dünyayı gerçek dışı bir yermişçesine algılama, soyutlanma ve insan ilişkilerinden kopma biçiminde tecrübe olarak yansıyabilir.
Dine eğilimli birey
İnsan ruhunun derinliklerinde onu dine yönelten bir takım içsel faktörler vardır. İnsan-din ilişkisinin farkına varıldığı ilk zamanlardan itibaren bu ilişkinin kaynağını, boyutlarını ve sonuçlarını ele alıp yorumlayan pek çok açıklama biçimi ortaya konulmuştur. İyi bir dünyada yaşadığını düşünenler bu dünyayı aynen korumak, hayal kırıklığına uğramış kişilerse bu dünyayı temelden değiştirmek isterler. Daniel Bell, on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar devam eden süreci kutsala karşı büyük saygısızlık dönemi şeklinde tanımlar. Bu dönemde ahlakî alanda ve bireyin varoluşsal sorunlarla ilişkisinde önemli bir değişim olduğunu ve bu değişimin insanlara kendi dünyalarına ilişkin tutarlı fikirler sunan dinî cevaplara sahip ve onların kültürel temellerini sarsan bir değişim olduğunu belirtir.
Modernleşme sürecinde insanlık her türlü sınır, statüko, sistem, farklılık, kesinlik, tabu, rol, cins ve sınıf tasniflerinin aşıldığı, her an her şeyin yaşanabileceği, ihtimal ve tercihlerin arttığı bir süreci yaşar. Birbirleriyle çelişen farklı dünya görüşleri aynı zamanda birbirleriyle de yarışır. Pek çok insan artık dinî bir ihtiyaç değil, bir tercih konusu olarak algılar; inanacaksa bile hangi Tanrı’yı seçeceğine kendisi karar verir. Grace Davie’nin ifadesiyle Batı’da dine karşı olan tutumu “yükümlülük anlayışından tercih anlayışına geçiş” olarak tanımlayabiliriz. Çünkü eskiden yapılması zorunlu görülen şeyler şimdilerde kişisel bir tercih meselesi haline gelmiştir. Artık insanlar şöyle düşünüyor:
Dinî bir organizasyona katılıyorum (veya herhangi bir organizasyona katılıyorum), çünkü bunu ben istiyorum. Böyle yaparak özel bir ihtiyacımı karşılıyorum. Gittiğim yer, bana istediğim şeyleri sağladığı sürece oraya bağlılığım devam edecek. Ama istediğim zaman da gitmekten vazgeçebilirim. Herhangi bir zorunluluğum yok; tercih benim!
YDH’lere katılan kişiler “dünyayı kurtarma” arzusuyla motive edilir. Kadın veya erkek üyeler, dünyanın kurtarılma ihtiyacı içerisinde olduğunu düşünür ve dünyanın felaketlerden kurtarılması için bazı şeyler yapılmasını gerekli görür. “Ütopyacılık veya Binyılcılık” bu bireylerin kendilerini ifade ettikleri iki temel yoldur. “Milenyumun veya Altın Çağ”ın geleceği ve pek yakında vaki olacak felaketin gerçekleşeceği iddiası, uzun zamandır, pek çok peygamber (!), dinî lider, medyum ve astrolog tarafından iddia edilmektedir.
Sunulan bu kültürel şartlar neticesinde pek çok genç ve yaşlı insanın kendilerini dinî açıdan güvensiz ve aklı karışık olarak görmeleri şaşırtıcı değil. Özellikle Yeni Dinî Hareketler örneğinde ele alırsak, bu hareketlerin senkretik yapısıyla olduğu kadar, katılımcıların çeşitliliğiyle de ilişkili bir durumdur. Öte yandan, Yeni Dinî Hareketler’in bir bölümünde ve gündelik yaşamın dinsel hareketler şeklinde cisimleşmemiş kutsala gönderme yapan ayrıntılarında gözlemlenebilen paganist öğeler, modern insanın ritüel yaratma eğilimlerinde saptanabilir. Bunalımlı modern bireyin bayram, maç, konser gibi toplantılarda bir araya gelip kimi zaman aşkın bir duruma geçişi, bir kutsallık bilincinin paylaşılmasının sonucudur. Özdeşleşme, taklit gibi dinamiklerin ayinsel bir zeminde dışavurumsal bir araç olarak ortaya çıktığı pagan ritüellerini çağrıştıran dinamikler, sekülarizmin keskin sınırlarına hapsolma çıkmazını ortadan kaldırdığı gibi, tek tanrılı dinlerin düalist ve ahlak merkezli yapısına karşıt olarak, bireye bir olanaklar evreni sunar.
Kimlik arayışında birey
Doğumundan ölümüne kadar her birey tabii ya da sözleşmeye dayalı pek çok gruba üye olarak hayatını devam ettirir. Ayrıca o, sosyal kimliğinden kaynaklanan bir duygu ve düşünceyle kendisini kuşatan sosyal çevreyi çeşitli kategorilere bölerek, onları olumlu ya da olumsuz bir takım tasnif edici algılamalarla içselleştirmeye çalışır. Bu durum bireyin mensup olduğu veya olmadığı dine tabi gruplara yönelik algı ve değerlendirmelerde de kendisini hissettirir. Bir harekete katılan kişilerden birçoğunun, bu harekete kendi hayat koşullarında meydana gelecek ani ve büyük bir değişiklik ihtimalinin çekiciliğiyle katıldığı kabul edilen bir durumdur.
Dinî ve etik açıdan güvenli olmayan bir dünyada yetiştirilen pek çok genç, kimlik duygusunun kaybını, tarihi devamlılığa sahip normal duyguların eksikliğini tecrübe edebilmektedir. Onlar yaşama yönelik alışkanlıklarını durmadan değiştirip dönüştürebilmekteler. Oldukça kısa dönemde kimliklerinin dramatik olarak değiştiğini açığa vuran pek çok farklı tecrübeleri deneyebilmekteler. Bell’e göre yükselişte olan YDH’lerin en önemli özelliği, geçmişe dönmeleri; geleneğin, yani geçmişle bugünü birbirine bağlamanın peşinde olmalarıdır. Bu bağ ölüyle diriyi, hatta doğacak olanı buluşturan ve kişinin bugününe anlam veren bir bağdır. Bu bağla birlikte kişi modernitenin kendisine yüklediği karmaşık kişilik yapısından kurtulur ve geçmişiyle, gerçek belleğiyle bütünleşir.
- “Ben kimim” ya da “neden” gibi sorular, kendisini tanımlamaya çalışan bireyin soruları olduğu kadar, herhangi bir dinin de ortaya attığı ve aynı zamanda çeşitli cevaplar önerdiği sorular olacaktır. Fakat modern bireye ve modern bireyin benlik tasarımına, ayrıca kutsala yönelik arayışında, “ben” odaklı olmak vardır.
Krizde olan birey ve anlam arayışı
En genel anlamıyla hayat, bir zıtlıklar yumağıdır. Bir taraftan varoluşsal engellemeye ve dolayısıyla anlamsızlık duygusuna yol açacak yapıcı ve dramatik durumları besleyen hayat, diğer taraftan en olumlu tecrübelere yol açacak eşsiz imkân ve fırsatlarla doludur. İnsanın anlam arayışı yaşamındaki temel bir güdüdür, eşsiz ve özel bir yapıdadır. Yeni Dinî Hareketler’in ortaya çıkışı, daha önce belirtildiği üzere, kültürel ve siyasi krizlere bir cevap olarak görülür. Zira böyle bir ortamda kendini arayan insan, çağın en temel problemlerinden olan “varoluşsal engelleme” ile yüz yüze gelmiştir. Modernitenin sunduğu her türlü imkâna karşın insanların büyük çoğunluğu içlerini kaplayan anlamsızlık duygusundan kurtulamaz. Anlam krizi ve ahlaki kriz perspektifine göre Yeni Dinî Hareketler’e karşı dönüşüm eylemleri temel olarak, ahlaki bağlılıkların muğlak ve çalkantılı olduğu toplumlarda, gençler tarafından yaşamlarını ahlakla anlamlı kılma ve kutsala giden yollarda anlam bulma arayışı gayretleriyle temsil edilmiştir.
YDH’ler özellikle Birleşik Devletler’de 1960’lı yılların sonundaki slogan vaizlerinin 1970’lerin başında Hindu Mantra vaizlerine doğru hızlı “dönüşüm çözümüyle” desteklenen “devrim”in algılanan başarısızlığına dair hayal kırıklıkları ve ümitsizliğin nasıl geliştiğini ortaya koyar.
Gerek popüler literatür gerekse psikolojik çalışmalar, insanların hırslı bir arayışla yeni dinlere nasıl girip çıktıklarının ayrıntılı bir resmini ortaya çıkarır. Bireyin psikolojik zayıflıkları ve kült üyeleriyle iletişime girme ihtimali YDH’lerce kabul gören başarılı üyeliğe alım için yeterli nedenler olarak görülüyor. Belirtilen gerekçeler, her bir şahsın mutlu bir gülücüğün ve coşkuyla haykırılmış cazip bir sözün kolay lokması olduğunu hissettirir. Yeni dine katılan kişiler “arayan” olarak tanımlanır. Bu kişiler dini, kilise tarafından inşa edilen organizasyonlar ve sorgusuz sualsiz kabul edilen inançlar bütünü değil “ruhsal arayış” olarak görme eğilimindedirler. Bir kimse YDH’lere katıldığında, tercih etmenin bazı ölçülerinin gerekli kıldığı bir stres kendisi için kaçınılmaz olur. Davie’nin Batı toplumunundaki dinî yapıyı açıklarken kullandığı “ait olmadan inanma” (believing without belonging) kavramı bu olgunun isabetli bir izahıdır.
Sonuç olarak, birey “evsiz zihin” (homeless mind) modunda bir yaşam tecrübe eder. “Evsiz zihin” yaklaşımında birey modernleşme ile varlığı artık eskiden olduğu gibi kutsal değil, seküler bir şekilde algılar. Bu süreci yaşayan Batı düşüncesinde varlık ve hayat “rasyonel olarak anlaşılabilir” görülür, ama büyük problemlerle karşılaşıldığı zaman Batı insanı kendini kozmosta ve toplumsal yaşantıda evsiz, barksız, sığınaksız kalmış hisseder. Yeni Dinî Hareketler tam da bu hissin karşılık bulduğu anlam alanına talip olur ve bu hissi doyurma iddiasında bireyi karşılar. Ülkemiz için YDH tarafından arzulanan durum ise belirtilen belirsizliğin ve anlamsızlığın inşa edilmesi ve ülkemizin de bir inanç pazar alanına dönüştürülmesidir. Burada sorumluluk ise tabi ki dini, kurumsal olarak temsil edenlere ve din adına söz söyleyenlere düşüyor. Başta sorduğumuz sorunun cevabını verecek olursak; Yeni Dinî Hareketler’e katılım, hareketin başarısı olduğu kadar, bireyin arayışından da kaynaklanabilir.