Yaşayan tarihin dilinden az bilinen usta-çırak adabı
Şadi Usta, 1935’te kendi ustasıyla birlikte Beyoğlu’nun usta bir terzisinden ‘makas’, yani biçmeye dair maharetler öğrenmek için İstanbul’a gelmiş. Memleketin en meşhur terzilerinden birinden ‘sanat’ öğrenmenin bedeli, ömürden bir yıl ve yüz lira. Az şey mi? Bu yüzden kendisine emanet edilen çırakların haftalık taleplerini yadırgamış yıllarca.
- Bir insan ömrünü neye vermeli
- Tükenip gidiyor ömür dediğin
- Yolda kalan da yürüyen de bir
- Harcanıp gidiyor ömür dediğin
Yedi yıldır TRT ekranlarından izleyicisine ulaşan ve hiç bitmesin dediğimiz Ömür Dediğin, kişisel tarihe dair eşsiz bir belgesel. Beyaz camdan akıp gönüllere ulaşan ehl-i dil erbaplarını ağırlıyor. Ömürlerinin ustalık devrini sürenleri, ‘olduğu gibi’ 2009’dan bu yana kayıt altına alan Zeliha İlhan Doymuş, “Ömür Dediğin” türküsünün sözleriyle taçlandırdığı programın yapımcı ve yönetmeni. Ve bu vefakâr gayreti, programın her kesimden ve her yaştan izleyicinin beğenisini ve takdirini kazanmasına vesile oldu. İzleyenlerin yorumlarında en çok kullandığı kelime ‘gözyaşı’. Hem o nadide yaşlılara, hem de izleyenlere ait… Program tanıtımında, “O gözlerden akan yaşlar mürekkep oluyor... Diller kalem... Ve durmadan yazıyorlar...” deniyor. Abartısız bir gerçek bu. Görsel âlemin ezber kalabalığında hepimizi aynı duygular etrafında bütünleştirebilen samimi işlerin azlığı, niçin bu belgesel serisinin özel bir yere kondurulduğunun cevabını anlamamıza yetiyor.
Programını her izleyişimde düşünüyorum; bir söyleşinin çok kere en talihsiz başlangıcı olan “Bize kendinizi tanıtır mısınız?” sorusu, bu belgesel akışına ne kadar da yakışıyor. İrfan yüklü cümleler biriktirmiş yorgun yolcuları, kendi sesinden tanımak büyük bahtiyarlık. Bilmekten çok anlamanın, bakmaktan çok görmenin, duymaktan çok hissetmenin, öz’e dair kazanımlar olduğunu hatırlatıyorlar bize.
Bu ‘vefa defteri’nin sayfalarından doksan yedi yaşındaki Şadi Genç’i seçtim. Çırak olmadan usta olunmayacağını, ‘sanat’ öğrenirken verilen emeğin karşılığını beklememe adabını az ve öz cümlelerle anlatabilenlerden; bereketli ömründen damıttığı, parlak dimağından akıp gelen cümlelerle bam teline dokununalardan; artık ‘keşke’leri umursamayanlardan olduğu için…
Onca senenin ağırlığına rağmen dilinin, gözünün, elinin, duruşunun, kıyafetinin intizamı yerinde. Gözlerinde ağzından çıkanları teftiş eden bir amir dolaşıyor sanki. Dinleniyor cümlelerin arasında, soranın bakışlarını yokluyor. Onunkilerse çelik gibi. Hiç olmazsa kısacık bir itirafından ve hâl dilinden anlaşılabiliyor özlemleri. Her cümlenin noktası “Hey gidi dünya!..” dercesine uzuyor. Bedeni de, zihni de neredeyse bir asırdır bu dünyada olduğuna inandıramıyor bizi. Beklediğimiz o değil. Hareket kabiliyetinde, cümlelerini dizişinde ileri derecede noksanlık arıyoruz. Zaman insanı bunca eskittikten sonra işe yarar ne kalır ki geriye? Şadi Genç bizi yalanlıyor âdeta, onun heybesi dopdolu ve öyle kolay tükeneceğe benzemiyor içindekiler.
Şadi Bey kendini bildi bileli Herekeli. Babası ve dedesi gibi. Rüştiye mezunu memur bir babanın oğlu. Saygın ve o devre nispet varlıklı bir aileden. Memur baba, yalnızca kalemle kâğıdın harmanıyla yetinmemiş, bağda-bahçede bizzat çalışmış, zeytinler, üzümler, kirazlar yetiştirmiş vaktiyle.
Terzi emeklisi, doksan yedilik bir delikanlı Şadi Genç. Ancak sporcu geçmişinden bahsedince bu işin sırrına vâkıf oluyoruz. Futbol oynamış, kürek çekmiş. Futalar kasabaya ilk geldiğinde kürek yarışına katılmış. Hereke Futbol Kulübü’nde kalecilik yapmış. Gözleri parlıyor futbol hatıralarını anlatırken. Futbolculuk yılları hayatının en güzel sayfalarından, belli…
Küçük yaştan itibaren hayatının tüm önemli anları fotoğraflanmış nasipli yaşlılardan olduğu, özenle seçilmiş albümlerin, sararmış fakat gülümseyen, son derece şık fotoğraflarla dolu oluşundan anlaşılıyor. Onların sayfalarını çevirirken kim bilir neler geçiyor aklından. Kederle gölgelenmiş bakışlarına Mehmet Yurdakul seçkisi, ince sazlı nağmeler eşlik ediyor. Şadi Bey’in omuz üzerinden bakıyoruz fotoğraflara. O hayat kendimizinmiş ve koca bir devir kapanmış gibi hüzünleniyoruz.
Sonra gencecik bir portresi beliriyor ekranda. Alnının üstünü dolduran, özenle sağa yatırılmış gür dalgalı saçlarının çerçevelediği yüz, film yıldızlarını andırıyor. 30’lu yılların ‘ağır adam’ları gibi giyinmiş kalıplı bir genç. Şık pardösüsüyle, naif duruşuyla bir şairi andırıyor. “Hey gidi dünya!..” demenin tam zamanı şimdi.
- Eli işe yatkın olunca terziliğe vermiş babası. Terzilik onun gençliğinde en güzel işlerden. Bunu der demez ekleyiveriyor: “Şimdi sanatlar öldü, şimdi sanat diye bir şey kalmadı artık. Kimsenin yanında usta yok, çırak yok, terzi yok… Her şey hazır!”
1935’te, kendi ustasıyla birlikte Beyoğlu’nun usta bir terzisinden ‘makas’, yani biçmeye dair maharetler öğrenmek için İstanbul’a gelmiş. Bu ‘öğrenme’nin karşılığında yüz lira vermiş, bir yıl da bedava çalışmış. Memleketin en meşhur terzilerinden birinden ‘sanat’ öğrenmenin bedeli, ömürden bir yıl ve yüz lira. Az şey mi? Bu yüzden kendisine emanet edilen çırakların haftalık taleplerini yadırgamış yıllarca. Çünkü sanat öğrenmenin biricik bedeli olan ‘karşılık’ beklememeyi, kendinden sonraki nesiller bir türlü anlayamamış. ‘İşini bilen’ usta kıtlığında nerden anlasın? İş yeri/atölye, bir okul; usta ise öğretmenin âlâsı değil mi?
1937’de memleketine geri dönmüş, dükkân açmış ve o dükkân kırk üç yıl emeğinin vitrini olmuş. 1940’da evlenmiş. Altmış altı yıl sonra veda etmiş eşine. “Geçimimiz iyiydi” diyor, “Ufak tefek kavgalar olur… Onlar geçici şeyler.” Geçiştirmek istiyor belli, ama gözlerine yaş doluyor birden. Muhayyilesi, “can yoldaşı”nın ürpertici yokluğuyla bir defa daha karşılaştığından olacak... “Can yoldaşı dediğin kimseye benzemez” ki...
Çocukluktan beri dört duvar arasında büyümüş. Gürültü patırtı istemediğinden yalnız yaşıyor şimdilerde. Bir kutuyu andıran mütevazı evinin penceresinden sızan sokak görüntüsüyle eğleşiyor. Hayat akıyor, biz neresinde durursak duralım. O da evinin penceresinden küçük tutamlar yakalıyor. Üç evladı var; iki oğlan bir kız. Geleni gideni oluyor, evlatları, gelinleri yalnız bırakmıyor. Artık dışarıya da çıkmıyor zaten. Vücudunu taşıyamıyor bacakları. Yüksek apartmanlarda yaşamak istemediğinden oğlunun birlikte yaşama davetini de kabul etmemiş.
Terziliği özlüyor. Ama yapamıyor. Yaşına nispeten titremeden çıkabilen sesine rağmen gözlerinin artık görmediğinden yakınıyor. Öyle ya, terzilik ince iş. Elinin hızı da tükenmiş. Artık işine yetemiyor Şadi Usta. Epey müteessir.
“Yaşlılık bir alın yazısıdır ve öz hayatımızı avucunun içine aldığı an, bizi şaşkına döndürür.” der Beauvoir. Ardından Aragon’un –kendi cümlesine nazire sayılabilecek- meşhur sözünü nakleder: “Ne oldu böyle birden? Bir ömür geçti ve ben artık yaşlı biriyim.” İnsanı hissî galeyana getiren o beklenmedik ihtiyarlığa Şadi Genç de hazırlıksızmış. Sesindeki hayret de bundan olmalı. “Yaşlılık çok zor. İmkân olsa yaşlanmayın diyeceğim. Ama imkân yok. Vücut istediklerini yerine getiremiyor… Gençken yaşlı olacağını kim düşünür?” serzenişi, gençlik çağının bedene toy bakışını anlatmaya yetiyor. Tarancı’nın mısraları karşılık buluyor zihnimizde geçiciliğin hakikatiyle yüzleşirken. Tutamadığımız gözyaşlarımız, Şadi Bey’inki kadar kıvamını bulmuş bir mürekkep de değildir ki henüz… İşte bir kez daha zamanın akışıyla yanımıza kâr kalamayanları, kalamayacakları düşünürken buluyoruz kendimizi.
At üstünde, sekiz yaşlarında bir çocuk gülümsüyor sararmış bir fotoğrafta. Üstünden neredeyse bir asır akmış, ama o dinmeyen gülümseme nakşolduğu kâğıtta çağıldamakta hâlâ.
Ve Şadi Usta’nın dilinden dökülen dua: “Kimseye muhtaç etmesin Allah’ım. Güzel güzel, kendimiz duymadan ruhumuzu teslim edelim.”
Âmin…
- Bir insan ömrünü neye vermeli
- Para mı onur mu taş dikenli yol
- Ağacın köküne inmek mi yoksa
- Çırpınıp duruyor yaprak dediğin