Çam sakızı, çoban armağanı
Rivayete göre, bir serhat ilini kaybetmesi ve oğlunun şehadet haberiyle sarsılan Yıldırım Bayezid Han, gönlündeki gam yüküyle Uludağ’a çıkmış. Kavalına üfleyen bir çobana tesadüf etmiş. Dertli hanımızın dilinden, şu garamî beyit dökülüvermiş: “Çal çoban çal Sivas gibi kal’an mı düştü / Ertuğrul gibi oğlun mu öldü.”
Anadolu’nun dilinden, herhalde en çok çoban anlar. Sürülerini yaylamış; bayırını, düzünü arşınlamıştır. Bu sebeple, iklimini, kokusunu, suyunu ve seslerini iyi tanır. Yabanda kaybolan kişinin tutunduğu dalı olur. Yol yordam bilir. Tabiat ve hava durumu bilgisi, mühendislere taş çıkartır, desek yeridir. Mevsimleri ilk karşılayan ve son uğurlayan kişidir o. Dünyanın faniliğine defalarca şahit olandır. Mala mülke tamah etmeyişi, belki de bu yüzdendir hep. Eskiler, “Acıkınca çobana, yorulunca kervana git.” diye söylemişler. Kendisine karşı gönül borcumuz, kolay ödenmese gerek.
Modern dönem Türk şiiri içinde, memleket edebiyatı akımı, hakkını gözeten örnekler vermiştir. Faruk Nafiz’in “Çoban Çeşmesi”, Orhan Seyfi’nin “Peri Kızı ile Çoban Hikayesi” ve Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları” başlıklı şiirler, edebiyatımızın kıymetli eserleridir aynı zamanda. Değişen hayat tarzı ve algısı içerisinde uzaklaştığımız o dünya, sesini, kadirşinas tavırlarla sesini duyurabilmiştir böyle. Fakat, söylendiği üzere, taş yerinde ağırdır. Çoban ve benzeri motifler, ancak kendi iklimi içerisinde okunup yazıldığı takdirde, bize kim olduğunu anlatır.
Halk edebiyatının çeşitli verimlerinde, elinde kavalı, yanında köpeği ve sürüsüyle rastlarız çobana. Hakkında aktarılan hikâyeler, sözlü kültürün yapıtaşlarından sayılır. Kıssaların hissesi bazen, kendisini dahi aşar.
Dilimize, “Bildiğini oku” darb-ı meselini kazandıran anlatıda olduğu gibi. Halk arasında şöhretini yitirmeye yüz tutan menkıbeye göre: Bir gün Hızır Aleyhisselam, ellerini açıp can-ı gönülden dua eden bir çobanın yanına varmış. Duymuş ki “Ak taş, kara taş…” demekten başka bir kelam etmiyor. Bazı sureler öğretmeyi dilemiş hemen. Lakin, çabaları nafile çıkmış. Çaresizce, yanından ayrılmış. Denizin üstünde seyrederken geriye dönüp bakınca ne görsün? Çoban, ardı sıra yürümüyor mu? Gördüğü hal karşısında hayrete düşen Hızır, “Bildiğini oku! Bildiğini oku!” diye ünleyip, sessizce yoluna revan olmuş. Samimiyetin değerine işaret eden ibare, bir anlam daralması ve kaymasına maruz durumda şimdi. Çünkü, inatçı tutumları ifade ederken kullanıyoruz sadece. Deyimin doğduğu ve yayıldığı iklimden, artık pek eser yok.
Şifahi kültür unsurları arasından, çobanın hem bizatihi kendisine hem de simgelediği anlam evrenine dair, çeşitli misaller saymak mümkün. “Çoban isterse tekeden yağ çıkarır.” atasözü, azmine işaret eder. “Sürüyü güden, kurdu görür.” cümlesi, sorumluluk ve basiretini vurgular. Sürüsüne sahip çıkabilmesi için, dikkatli olmalıdır.
Bu sebeple, uykusunu iyi alması gerekir. “Ay ayakta, çoban yatakta.” deyimi, erkenden uyuduğunu ilan eder; kapısı akşam vakti pek tıklatılmaz. Hediyenin küçüklüğünü ifade etmek için kullandığımız “Çam sakızı çoban armağanı” sözü, hediye verme görgüsünü imler. “Çoban dilimi, bey dilimi” gibi tabirler ise, bir karşıtlığı simgelemesiyle ayrı yerde durur. Tezatlığıyla uygunluk arz eden (makusen mütenasip) bu iki figür, sosyal yapı içerisindeki tipik birer örnektir. Mevlâna Hazretleri’nin müridi olan Ahmet Fakih, bahsi geçen karşıtlıktan güç alarak der ki: “Ölüm bir kapıdır geçmek gerektir / Beraber anda sultan ile çoban.” İki zıt misal sayesinde, mülkiyetin varlığı ve yokluğu ile kudretli olup olmama pozisyonu simgelenmiştir. Ancak, müşterek yönleri de söz konusu; idareci konumunda bulunmaları.
- Efendimizin “Hepiniz çobansınız…” diye başlayan hadis-i şerifinde, Müslüman’a mesuliyet makamı hatırlatılırken çobanın örnek verilmesi, onun idarecilik pratiğinin önemini ortaya koyar. Buradan hareketle, rüyada çoban görmek, yöneticiliğe yorulmuştur. İmam Nablusi şöyle tabir eder: “Koyun çobanı olduğunu görmek velâyete ve ehil olanlar için yüksek memurluğa…” Her idareciden liyakat ve dirayetli olması beklenir elbette. Ama işler tersine dönebilir. “Sahipsiz sürüyü kurt kapar / Ya çoban kurt olursa.” beyti ile “Kör çobanın sürüsünün akıbeti uçurumdur.” darb-ı meseli, muhtemel tehlikeye işaret eder.
Hıristiyan muhayyilesi de, çoban istiaresine yabancı değil. Muharref İncil’de, İsa Aleyhisselam’ın kendisini öldürmeye niyet edenlerin yaklaştığını bildiren şu sözleri aktarılır: “… şöyle yazılmıştır: Çobanı vuracağım, koyunlar darmadağın olacak.” Anlaşılan o ki çoban, müşterek ve kadim bir istiare örneğidir aynı zamanda. Tasavvufi düşüncenin mecaz dünyasında ise, aklı temsil etmesiyle iç âlemlere yelken açmıştır. Bu minvalde kurt, şeytanın; kuzu, imanın remzi sayılır.
Efendimiz, her peygamberin bir dönem koyun çobanlığıyla iştigal ettiğini haber vermiştir. Koyunlar uzak bölgelerde otlar; köyün ve şehrin uzağında… Çobanlık mesleği, kişiye tefekkür edebilmesi için gerekli olan vakit ve zemini temin eder. Bazı meziyetlerin gelişmesi yönünden de, rençberliğe nispetle daha elverişlidir. Uyanık durma, tehlikeyi sezme, azim ve merhamet gibi duyguların rahatça filizlenmesine imkân tanır. Saydığımız özellikler, “Aba altında er yatar.” sözünün içini dolduran başlıca vasıflar değil mi? Elbette, “Veren olgun, alan uygun olmalıdır.” sözü, her zaman ve zeminde geçerli.
Ayrıca çoban, saz âşığı gibi, bu diyara ses vermiştir. Elinden düşürmediği kaval, ahali tarafından benimsemiş, hatta bir kemik türüne isim olarak konmuştur. Hicaz’da mavel okunurken, Anadolu’da neyin akrabası kavallar çalınmıştır böyle. Rivayete göre, bir serhat ilini kaybetmesi ve oğlunun şehadet haberiyle sarsılan Yıldırım Bayezid Han, gönlündeki gam yüküyle Uludağ’a çıkmış. Kavalına üfleyen bir çobana tesadüf etmiş. Dertli Han’ımızın dilinden, şu garamî beyit dökülüvermiş: “Çal çoban çal Sivas gibi kal’an mı düştü / Ertuğrul gibi oğlun mu öldü.”
Modern zaman içinde, çobanların da alışkanlıkları değişti. Kavalın sesi, radyonun güçlü dalgalarına kapılıp gitti sanki. Pertev Naili Boratav şöyle tespitte bulunur:
Sözlü edebiyatın eğitici, eğlendirici birçok türlerinin yerini sinema, radyo, televizyon, foto-roman alıyor. 1930’larda dağ başlarında kavallarıyla dolaşan çobanlara, şimdi, yalnızlıklarında transistorlar arkadaşlık ediyor.
Yitip giden sadece kavalın sesi değil çobanlık mesleğine bakışımızda da kökten bir değişme söz konusu. Haklarındaki kanaatimiz, “çobanın oyu” ifadesinden öteye gidemiyor maalesef. Bir de, yalancı çoban adlı hikâyeden... Halimiz, sözümüzden ayrı mı? Gelinlik kızlar, çobana varmaz oldu. Delikanlılar, yüksek ücret verilse dahi, sürü gütmeye razı gelmiyorlar. Yukarıda çeşitli dize, atasözü ve kıssalarda geçen çoban kelimesinin dilimizin estetiğine ve söz mayamız olan lirizme katkısını düşününce çobanın olmadığı bir Türkçe geçmişle bağını nasıl kuracak, diye endişelenmeden edemiyor insan. Tamburî Cemil Bey’in meşhur “Çoban Taksimi”nden bir şey anlayacak mı çocuklarımız?