Çölde çay eşliğinde tefekkür
Önümüzde uçsuz bucaksız bir çöl... Sarı kum dalgaları... Hz. Hamza’nın büyüklüğünü görüp Allah’ın azametini idrak ettiği çöl gibi... Çağrı’dan hatırlarız, hani demişti ya hazret, “Geceleri çölde tek başıma kaldığımda anladım. Allah o kadar büyüktür ki dört duvar arasına sığmaz.”
Sanırım çoğumuz Mekke’ye Giden Yol’un unutulmaz, muhteşem sahnelerinden birinde mutabıkızdır. Muhammed Esed’in yol arkadaşının yanından ayrılıp kaybolan devenin peşine düşmesinden ve ne rehberine, ne kayıp deveye ne de serabını gördüğü vahalara erişemeden günlerce biteviye uzanan çölde susuzluktan perişan, deve sırtında tıngır mıngır ilerlediği, hülyalara dalacak kadar kendinden geçtiği, yutkunamaz hâle geldiği hadiseden bahsediyorum. Nasıl kurtulduğunu merak eden açsın kitabı okusun, harika bir biyografiyi kaçırmamış olur.
Muhammed Esed’in yıllarca Arabistan çöllerinde seyahat etmesi... Molada hemen bir ateş yaktırıp rehberine köze kahve sürdürmesi... Arap’a göre aşk gibi değil ölüm gibi acı kahveyi bu tabire eşlik eden bir ruh haliyle içmesi... Kum fırtınasında çöken devenin yanına sığınması, şehre temiz kıyafetlerle girmek için kuyuda yıkanması...Ve şu an hatırlamadığım ama okurken halavetini hissettiğim bir sürü tatlı olay, bende şiddetli bir şekilde çöl görme isteği uyandırmıştı. O zamana kadar uçaktan gördüğüm Kuzey Afrika çölleri, Medine-i Münevvere’den Mekke-i Mükerreme’ye giderken yolda seyrettiğimiz manzaralardı çöl namına nasibime düşen. Hemen birkaç ay sonra İran’a gitme fırsatım oldu. Aslında coğrafya derslerinde İran’daki çölleri isimleriyle ezberlemiştik, fakat lise tedrisatını arkada bırakalı yıllar geçtiğinden unutmuşum; İran’da bir çöl görebileceğim aklımın ucundan bile geçmedi. Tabii İran’da tahmin edemeyeceğim bir sürü başka şey de vardı ya neyse...
- Yezd’in adını Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı kitabından duymuştum. Zerdüşt bir karakter vardı kitapta. Sessizlik kulesine ölen babasını götürüyordu. Toprağa gömmektense ölülerini kargalara bırakmak âdettenmiş Zerdüştlükte ve Nar Ağacı’nda Yezd şehri hakkında bir sürü tasvir de bulunuyordu.
Tahran’dan dokuz saat süren bir tren yolculuğunun ardından sabahın ilk ışıklarıyla girdiğimiz ve doğruca eski şehrin yolunu tuttuğumuz Yezd’de böylesine kesif sarı rengin hüküm sürdüğü, otantikliğini muhafaza eden ve Allah’a şükür turistik profesyonelliklerin henüz hâkim olmadığı sükûnetli bir şehirle karşılaşacağımızı düşünemezdim. Yezd gerçekten çok etkileyici... Cuma Camii ve çevre yerlerdeki kervansaray, güvercin postaneleri, antik yerleşim kalıntıları, Zerdüşt tapınağı vs... Hepsi ayrı bir âlem... Mecidi filmlerinde ortasında havuz olan avlulu evler var ya işte onun gibi tahta basit sedirler döşenmiş avlusu kocaman, odalarının bir kısmı otel odası, bir kısmı hostel olarak hizmet gören bir otelde kaldık, hemen Cuma Camii’nin dibinde. Uzakdoğulu ve Orta Avrupalı birkaç grup turist de vardı. Meğer onlar buraları gayet iyi biliyorlarmış.
Biz de turistik etkinliklere uyduk, otel de götürüyordu ama turist ‘info’ ofisi daha ucuz diye oradakilerle sözleştik ve akşam üzeri atladık minibüse bir buçuk saat yol gittik. Varış noktasına gelince birkaç yüz metre deve sürdük ve asıl efsane olan çölde gün batımını seyretmek için kumdan bir tepeye tırmanmaya başladık. Tepe tam batıda yani oraya çıkınca güneş sarıdan kızıla çalan kumların arasında kaybolacak. Gruptaki Avrupalılar ve yol arkadaşlarım nispeten düz olan yolları da seçerek kum tepesine hızlıca tırmandılar. Ben de bata çıka, seri adımlarla çıkmam gereken küçük tepeleri önce bir bacağım sonra diğeri muntazam olarak belime dek gömülene kadar bata çıka, güç bela çıktığım için öndekilerle aram çokça açıldı. Güneş iyice batmaya yüz tuttu ve bu sebepten kumları suratımıza yapıştıran bir rüzgar baş gösterdi. Başörtüyü tutsam da nafile... Boğazım kurudu. Ölüm düşüncesi yaklaştı. Boğazımda kum, kumları tükürünce daha çok kuruluk, nefes almak zaten güç... Sular, çoktan tepeye çıkmış gün batımını seyreden arkadaşlarımda. Onlarda ise yorgunluktan eser yok. Hatta artistik fotoğraflar peşindeler...
Tepeye ulaştığımda hem rüzgârdan, hem yorgunluktan yüzüm neredeyse yarısı çöl ufkunda kaybolan güneş gibi kıpkırmızı kesilmiş. Hem yolun zorluğunu geride bırakmanın sevinci, hem yol kat etmenin ne kadar gayret gerektirdiğinin aynelyakin idraki (yükseğe talip olmak adamı maddede bu kadar yoruyorsa manada olanı hele bir düşün) hem de manzaranın keyfi üçü bir arada bir final...
Final ki ne final amma... Önümüzde uçsuz bucaksız bir çöl... Sarı kum dalgaları... Hz. Hamza’nın büyüklüğünü görüp Allah’ın azametini idrak ettiği çöl gibi... Çağrı’dan hatırlarız, hani demişti ya hazret, 'Geceleri çölde tek başıma kaldığımda anladım. Allah o kadar büyüktür ki dört duvar arasına sığmaz.'
Dönüş yolunda tepeyi koşarak çıkan köyün tıfılları, tepenin en dik yokuşunu doğal bir parka döndürmüş kaydırak olarak kullanırlarken çok rahatlardı. Bense Muhammed Esed’in kaybolma sahnesini, Efendimiz ve Ashab-ı Kiram’ın nasıl çölleri aşarak hicret ettiklerini düşünerek en kestirme ve zahmetsiz yolu seçmeye çalışıyordum. Hicret’in zorluğunu bir de Sevr’e çıkarken hissetmiştim. Teheccüd vaktinde tepenin ne kadar yüksek olduğunu görmeden yola koyulmuştuk, ha vardık ha varacağız derken kan ter içinde kalmış, saati de hayli ilerletmiştik. Sabahı yukarıda kıldıktan sonra, herkesi bilmem ama bendeniz bacaklarım titreye titreye inmiştim. Beni bunca zorlayan bu yoldan Ebubekir’in (ra) evlatları kaç gün yemek taşıdı... Sübhanallah...
Çöle kavuştuk mu kavuştuk, bir de kahve keyfi olmasa da çay keyfi yaptık, tamam. Yumuşak kuma uzanıp yıldızları seyre de koyulduk. Gök kubbe sanki aşağı inmiş, yıldızlar parlaklığıyla üzerimizi kuşatmış. Çölde kum, semada yıldız... Sen düşünmek iste; her şey vesile, her şey bahane...