Ünal Şentürk : Beyaz adamın acelesi var
“Bağımsız bir zaman dilimi”ne karşılık gelecek kavramı olmayan dedelerin, “boş zamanı satın alan” torunlarıyız. Zamanı planlayarak kullanmamız, boş anlar oluşturmamız ve kendimizi o boşlukları doldurmak zorunda hissetmemiz kuşaklar arası değişimin en büyük göstergesi. Bundan yola çıkarak “boş zaman”ın geçmişte ve günümüzde ne anlama geldiğini, ortaya çıktığı dönemi, alışveriş merkezlerinin kavramdaki yerini İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Ünal Şentürk ile konuştuk
Dedelerimizin “boş zaman” anlayışı ile bizimki aynı mı? “Boş zaman” kavramından ne anlamalıyız?
Herakleitos’un sözünü hepimiz biliyoruz: “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” Bir insan, kuşak veya toplumun aynı an, mekân, uzam, imkân ve koşul ile karşılaşmasının imkânsız olmasa da çok zor olduğunu açıklamak için güzel ve sembolik bir anlam içeriyor.
Değişim bizim en temel gerçeklerimizden biridir. Zaman ve koşullara bağlı olarak, sosyal ilişkilerimiz, olay ve olgulara ait tanımlamalarımız ve anlamlandırmalarımız da değişiyor. Gelelim boş zamana. Şimdi, boş zamanın bizden önceki toplumsal aşamada veya kuşaklardaki anlamı bizimkilerden çok farklı.
Geleneksel toplumda bir “mesai” anlayışı yoktu. Çalışma veya üretim, yaşamın doğal akışında ve içindeydi. Ancak modern dönemde ve sanayileşmeyle birlikte “mesai” olgusu, hem çalışma hem de gündelik yaşamın merkezine oturdu. Ve bununla kalmayıp “mesai dışı” anlamında bir de “boş zaman”ı getirdi.
Dedelerimiz ve bize gelince… Bizden çok önceki kuşakların şu anki “bağımsız bir zaman dilimi” anlamındaki bir boş zaman kavramları yoktu. Modernleşme ve kentleşme süreçlerinin etkisiyle “bürokrasi” diye tanımlanan ve Weber’in “demir kafes”e benzettiği kurallara bağlanmış, kesin ölçü ve kriterleri olan bir çalışma yaşamının hayatımıza girmesiyle “boş zaman” ile tanışmış olduk.
Türkçede “boş zaman” kavramı negatif bir anlam içeriyor gibi. Hâlbuki İngilizcede “free” derken serbest, özgür anlamıyla kullanılıyor. Ne dersiniz?
Evet, Türkçede “boş zaman”a negatif bir anlam yüklenir. Boş geçirilen, tembellikle harcanan bir zaman anlamında kullanılır ilk bakışta. Bunda kültürün önemli bir unsuru olan dinin etkisinin büyük olduğu inancındayım.
Hepimizin bildiği Peygamber Efendimizle boş oturan bir sahabi arasındaki diyalog vardır. Peygamber Efendimiz bir gün yolda giderken hiçbir iş yapmayan, tembel tembel oturan birine rastlar. Selam bile vermeden yanından geçip gider. Dönüşünde Peygamber Efendimiz yine aynı yoldan geçer. Ancak bu defa o kişiye selam verir.
Selam verilen kişi şaşırır ve sorar: “Ya Resulallah! Siz giderken de ben burada oturuyordum ama o zaman selam vermezken şimdi dönerken selam verdiniz. Nedir bunun hikmeti?” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle bir açıklamada bulunur: “Ben giderken sen bomboş oturuyordun. Bir iş yapmıyordun. Dönerken ise elindeki çubukla yere işaretler çiziyordun. Belli ki bir şeyler düşünüyordun. Düşünmek de çalışmaktır. Boş oturmayıp çalıştığın için sana selam verdim.” Buna benzer şekilde dinin de etkisiyle şekillenen kültürel değerlerimizde “Allah boş oturanı sevmez”, “Çalışmak bir tür ibadettir” gibi telkinler büyük yer tutar. Yine benzer şekilde “boş durmak şeytanla iş birliği etmek” olarak değerlendirilir.
Anadolu’da boş durulacağına boşa çalışmanın üstün olduğu düşünülür. Bunlar bir araya gelerek, zamanın boşa çıkarılması veya boş, üretilmeyen, iş yapılmayan çalışılmayan, meşgul olunmayan zaman değersizdir. Bu açıdan da negatif bir anlama sahiptir.
Boş zamanı doldurmak zorunda mıyız? Niçin planlama yapmak için kendimizi yoruyoruz?
Modern kentli insanlar olarak oldukça ironik bir durumdayız. Teknoloji kullanıp, yaşamımızı kolaylaştırıp zamandan tasarruf ederken, bir taraftan da yarattığımız boş zamanları doldurma çabasına giriyoruz. Bu çaba, içinde yaşadığımız koşulların etkisiyle ortaya çıkar.
İnsanın, çevresinde gerçekleşen olay ve olgulara duyarsız kalması mümkün değil. Durkheim insan davranışları ve ilişkilerini açıklamak için “homo dublex” kavramını kullanır. Burada Durkheim, insanın kendi iç dünyası, duygusu, düşüncesi ile içinde yaşamını sürdürdüğü çevresiyle olan etkileşimini anlatır.
Birey, kendi başına karar veren, gelişigüzel ve tesadüfi yaşayan bir varlık değil. Yaşamını sürdürdüğü fiziki ve sosyal çevresinden etkilenir ve onları etkiler. Çevresinde cereyan eden olaylar, koşullar yanında insan ilişkilerinden de etkilenerek, onları dikkate alarak gündelik yaşamını kurgular.
Tüketim toplumu olarak isimlendirdiğimiz süreç, insanların boş zamanlarını doldurmaları için akla gelebilecek her şeyi organize eder. Müzik dinlemeye, alışveriş yapmaya, kafelerde oturmaya, dışarda yemek yemeye; konserlere, maçlara, spor salonlarına gitmeye zorlar onları.
Eğer bu eylemlere katılırsa ya da bu eylemleri gerçekleştirirse kişinin boş zamanının iyi değerlendirileceği, mutlu olacağı, hakkı olan bir şeyi elde edeceğine ilişkin bir algı yaratır. Bu zorlamayı, bu algıyı modern bireye dayatan bir sektör vardır. Moda, reklam, medya ve özellikle sosyal medya ile organize edilen tüketim arka planlı bir boş zaman sektörü...
İnsanlar Instagram, Facebook gibi sosyal medyadaki paylaşımlardan etkilenerek boş zamanlarının nasıl daha iyi değerlendirileceği konusunda bir bilince sahip olurlar ve kendilerini bu konuda zorunlu hissederler. Sosyal medya üzerinden gidilen gezilen yerlerin, tüketilen yiyeceklerin, tercih edilen eğlence türleri ve etkinliklerinin paylaşılması da kişileri etkileyerek o eylemlere farkında olmadan zorlar.
Modern Çalışma Düzeni ile Gelen Boş Zaman
Kavramın ortaya çıktığı dönemden bahsedebilir misiniz?
Boş zamanın bağımsız bir zaman dilimi olarak algılanmasının tarihi çok eski değildir, modern döneme rastlar. Modern öncesi dönemdeki insanın böyle bir kavramı yok. Her şey, hayatın normal akışı içinde yaşanır, gerçekleştirilir.
İnsanlar mevsimine göre sabah erkenden kalkar, işinin başına gider, üretimini gerçekleştirir, istediği ve gerekli gördüğünde eğlenir, ihtiyaç duyduğunda dinlenir. Bunu düzenleyen, kurallara bağlayan bir sistem yoktur.
Modernleşme ve sanayileşmeyle değişen ekonomik ve sosyal yaşam, sistemli, programlı ve kurallı olmaya başlar. Belli saatte işe gitme, yemek veya dinlenme molası verme, vardiyalı çalışma, mesaiye kalma, hafta sonu, resmî izin gibi yeni kavramlarla hayat belli bir form almaya başlayınca birden “boş zaman” diye tanımlanan şey belirir.
Sanayileşme var arkasında yani...
Evet, bugünkü anlamda boş zaman sanayileşmeyle, fabrikalardaki seri üretimle birlikte ortaya çıktı. Aslında, boş zaman Romalılar veya Yunanlılara kadar gider ancak onların boş zaman tanımları veya boş zaman algılarıyla bizimki arasında çok fark var.
Onların boş zamanları seçkin sınıfın kendini gerçekleştirmeleri için dinlendikleri, düşünceye odaklandıkları, sanatsal etkinliklere yöneldikleri zaman anlamına geliyordu. O dönemlerde, üst sınıflardaki kimseler çalışma rutininin dışında kalarak, kendilerini ifade edecek, geliştirecek bir zaman yaratırlardı.
Fakat teknolojik değişimler ve sanayileşmeyle birlikte kitlesel üretimlerin yapıldığı modern atölyeler, çok sayıdaki çalışanın bulunduğu fabrikaların ortaya çıkmasıyla, çalışma hayatı ve çalışanları disipline eden uygulamalar belli kurallarla şekillendi.
Herkesin uymak zorunda olduğu belli saatlerde çalışma, belli saatlerde dinlenme ve belli saatlerde işi bırakma denilen bir çalışma düzeni, beraberinde bir “boş zaman” kavramı getirdi. Üretimin yapılmadığı, çalışılmadığı, bağımsız bir zaman dilimi anlamında.
Püriten etik diye tanımlanan ve çalışmanın, üretimin yükselen bir değer olarak görüldüğü 18. yüzyılda boş zaman israf edilen zaman olarak değerlendirilir ve olumsuzlanırdı. Ancak ilerleyen dönemlerde fabrikada çalışan işçiler arasında artan iş memnuniyetsizliği ve iş kazaları, çalışma saatlerinin düşürülmesi, işçinin dinlenmesi için ayrılan zamanın artırılması fikri öne sürüldü. Bu fikir kısa sürede uygulamaya kondu.
Fabrika ve atölyede üretimin dışında kalan zaman dilimi, işçi sınıfının yeniden üretimi sağlayacak enerjiyi elde edebilmesi için tertiplendi. Dinlenen bir çalışan bir sonraki zaman diliminde daha verimli olsun, işine ve üretimine daha konsantre olabilsin diye böyle bir tanımlama, insan yaşamına girdi.
Weber’in Protestan ahlak ve çalışma anlayışından da bahsetmemiz gerekir sanırım. Biz de çalışmak ibadettir, diyoruz ama Protestan ahlakında durum biraz farklı.
Bu anlayışa göre insan, çalışıp üretim yaparken aynı zamanda da Tanrı’ya ibadet etmiş sayılır. Hatta “cennete ancak iğne deliğinden geçenlerin gideceğine” ilişkin bir inanış vardır. İğne deliğinden geçecek kişi, zayıftır. Zayıflık, ancak dinlenmeden çalışan ve fazla tüketmeyen bir kimsenin elde edebileceği bir fiziksel durumdur. Yani çalışmak, çalışmak ama aynı zamanda biriktirmek zorundasınız.
Örneğin, siz hiç kilolu bir inşaat işçisi göremezsiniz. Çünkü çok çalışır. Olayın içine ilahi bir gücün doldurulması, sistemin nasıl bir mekanizmaya sahip olduğunu gayet iyi açıklar. Bu konuda Foucault’nun çözümlemelerine yer vermek gerekir.
- Foucault “panoptikon” metaforuyla açıkladığı hapishane tasvirinde, çalışmayan veya sistemin gereklerini yerine getirmeyen insanların kapalı mekânlarda cezalandırıldığından bahseder. Ne zaman? Sanayileşmenin ve kapitalizmin yeryüzüne iyice yerleştiği dönemlerde. Aylaklar, sarhoşlar, hastalar, engelliler, deliler, fahişeler yani sistemin istediği çalışma ve üretime dâhil olmayanlar veya bu niyette olamayanların hapishanelere kapatıldığına değinir. Çünkü ekonomi, politik sistemin varlığı çalışmaya ve üretime dayalıdır. Bunu sabote edecek kişi ve eylemler cezalandırılmalıdır. Bu cezalandırma, toplum üzerinde bir denetleme veya kontrol edilme algısı oluşturur.
Kapitalist Sistemin Gereksinimi Aşırı Tüketimdir
Gelelim AVM’lere... AVM’ler yokken insanlar neler yapıyordu, merak ediyoruz şimdi.
AVM’ler yokken insanlar çarşı, pazar, cadde, sokak, park, bahçe veya meydanlarda gezer, vakit geçirirdi. Alışveriş için kendini zorlamaz, ihtiyaç duyduğunda ilgili mağazalara giderdi. Evinde, bağ veya bahçesinde bir şekilde el emeğine dayalı üretim yapardı.
Hemen her bireyin elinden gelen bir uğraş alanı vardı ve bunlarla zamanlarını değerlendirirdi. Kadın evinin hemen her ihtiyacını karşılayacak kadar yetenekliydi. Ekmekten salçaya, kıyafetten evinde kullanacağı herhangi bir duvar aksesuarına kadar her şeyini üretirdi. Erkek, bozulan bir ev eşyasını tamir edebilirdi.
Modern yaşam, teknoloji bağımlısı yaparak hem boş zamanı ortaya çıkardı hem de yeteneksizleştirdi insanları.
Gelinen noktada bugün insanlar, çalışmak ve üretmek yerine elde ettiği gelirini tüketmek zorunda hissettirilmekte. Kapitalist sistemin artık üretime değil, tüketime, aşırı ve gösterişçi tüketime gereksinimi vardır; bu ise en verimli şekilde AVM’lerde gerçekleştirilir. Hemen her ülke, kendi ihtiyacının önemli bir bölümü karşılayacak sanayisini kurunca, ortada büyük bir üretim fazlalığı oluştu. Dolayısıyla, sistem için artık mesele üretim değil, tüketimin nasıl gerçekleştirileceği.
Boş zaman, tüketerek, alışveriş yapılarak dolduruluyor. AVM’ler bunu en iyi yapılandıran mekânlardır. Bu noktada Ritzer’in AVM’ler için kullandığı “tüketim katedralleri” benzetmesi çok iyi bir saptamadır. Modern bireyler buralara gelip, alışveriş yapıp, buralarda boş zamanlarını geçirdikçe rahatlıyorlar ve AVM’ler manevi bir tatmin sağlıyor. Böylece aslında sisteme olan harcama görevini yerine getirerek mutlu oluyor.
Evimizin yakınında alışveriş yapabileceğimiz mağazalar olduğu hâlde aynı markadan alışveriş yapmak için AVM’ye gitmemizi nasıl değerlendirirsiniz?
Buralarda çok sayıda ve türde mağazanın bir arada olması, araçlar için park sorununun çözülmüş olması insanlara zaman kazandırıyor. AVM’ye giden kişi bir banka ATM’sinden para çekiyor veya faturasını ödeyebiliyor. Markete uğrayıp, kuaför hizmetinden yararlanırken ayakkabısını tamirciye bırakabiliyor.
Kuru temizlemeciden pantolonunu alıp, sinemaya gidiyor ve tüm bunları yaparken çocuğunu oyun parkına emanet edebiliyor. X ray ışınlı kapıdan geçip yazın serin, kışın ise sıcak bir mekânda alışverişini yapıyor, sadece insanlar bunu yaptığı için değil...
Kendisine de buralarda alışveriş yapmak mantıklı ve rasyonel geliyor. Ayrıca, buralarda bulunmak veya zaman geçirmek insanlara bir tür prestij kazanma algısı yaratıyor. Sadece dolaşmak, mağaza vitrinlerini gezmek bile kişiye bir tür boş zamanı değerlendirme ve mutlu olma olanağı sunuyor.
Bu noktada bir şeyi ilave etmek gerekir. Aynı markanın yakınımızdaki şubesiyle AVM’deki şubesi arasında çeşit ve zenginlik farkı vardır. X markasının herhangi bir cadde üzerindeki mağazasında asgari düzeyde çeşit varken AVM’de çok farklı çeşitleri hatta sadece AVM şubelerine özel ürünler bulunuyor. Bu durum da daha çok insanın tercih etmesine sebep oluyor.
Alışveriş, kültür, eğlence ve şov gibi farklı etkinlikleri tek çatı altına toplayan AVM’lerde zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Mekânda daha fazla kalmamız için bilinçaltımıza hükmediliyor olabilirler mi?
AVM’lerde işler, yani alışveriş olayı işin akışına bırakılmaz. Çok ciddi ve gizli bir strateji hatta satış artırmaya yönelik bir ideoloji devreye sokulur. AVM’lerin mimarisinden dekoruna, dış cephesinden havalandırılmasına kadar her şey bir stratejiye dayanır.
Tüketimi sabitlemek için her unsur düşünülmüştür. Neredeyse hemen hiçbir AVM’nin geniş alanlarında veya mağazalarında saat göremezsiniz. Dışarıyla temasınız bilerek kesilmiştir. Siz onun içindeyken camdan dışarıyı görüp akşam karanlığının çöktüğünü algılamazsınız. Bu yüzden cam, dış yüzey malzemesi olarak tercih edilmez.
Dolaşırken veya alışveriş yaparken sizin kulağınızı tırmalayacak bir müzik sesine rastlayamazsınız. Yürüyen merdivenler ile mağazalar arasında uzun mesafeler kişinin orada daha fazla kalması için düşünülmüştür. En yoğun müşteri olduğu günlerde ödeme yapılacak kasa sayısı düşürülür. Kasa sayısının düşürülmesi, uzun müşteri kuyruklarının oluşmasına neden olur. Uzun müşteri kuyruklarının oluşması, mağaza dışındaki müşteriler üzerinde “Bu mağazada herhâlde büyük indirim var” izlenimini oluşturur. Böylece diğer kişilerin de o mağazaya uğramaları ve burada kalmaları sağlanır. Dolayısıyla, orada sıkılmadan kalmanız, zaman geçirip harcama yapabilmeniz için akla gelebilecek her unsur düşünülür.
Bazı AVM’ler Sınıfsal Bir Sembolik Değere Sahip
İnsanların 1988’de açılan Galeria’ya gidiş amacıyla günümüzde AVM’ye gidiş amaçları arasında fark var mı? Filanca AVM yerine İstinye Park’a ya da Zorlu Center’a gitme isteği üzerine neler söylenebilir?
Şöyle ki Galeria o dönemlerde alanında ilkti. İllaki AVM’lerin öncüleri olarak kabul edilen iş hanları, Mısır Çarşısı veya Kapalı Çarşı gibi kapalı ve çeşitli mağazalardan oluşmuş yerlerden insanlar alışveriş yaparlardı ancak Galeria bunlardan çok farklıydı ve insanlar buraya ilk başta merak ettiklerinden gidiyorlardı.
Daha sonra kişiler burada bulunmak, buradan alışveriş yapmak, başka yerde olmayıp da sadece Galeria’da bulunan markaları satın almak da istediler. Galeria’ın 1988’lerdeki popülerliği ile bugünkü İstinye Park ve Zorlu Center arasında bazı farklılıklar yok değil. İstinye Park ve Zorlu Center, İstanbul’da hatta Türkiye’nin hiçbir yerinde bulunmayan dünya markalarına ev sahipliği yapıyor. Bazı dünya markaları Türkiye’de sadece bu alışveriş merkezlerinde bulunuyor.
Bu iki AVM aynı zamanda sınıfsal, kimliksel ve sembolik bir değere sahip. Üst sınıfın, “cemiyetten insanların”, sanatçıların, modacıların, futbolcu gibi ünlülerin uğradıkları mekânlar. Orada onları görmek, hatta bazen biriyle “selfie” çekmek mümkün. Bu AVM’lerde ünlülerle bulunmak ve bulunduğunu ifade etmek modern birey için bir prestij kaynağı olabilmektedir.
Bunların dışında, burayı normal halktan çok, belli bir sınıf tercih ediyor ve bu AVM’ler bu sınıfın kendisini iyi hissetmesini sağlayacak bir yapı barındırıyor. Örneğin araç park yerleri farklı. Sokak görünümlü olarak açık ve kapalı alanları var. Çok daha önemlisi kişilere özgü bir hizmet sunuluyor. “Tailor made” bunlardan bir tanesi. Kişinin bedenine, isteğine ve tercihine göre bir ürün sunumu ve üretimi söz konusu.
Astronomik paraların ödenerek alındığı mağazalarda bir ürünün sadece bir ya da iki tane alıcısı, müşterisi bulunuyor. Eğer bir şehir efsanesi değilse giyim kabinlerinin bile kişisel olduğu söyleniyor. O kabinde sadece X modacısı veya medyatik X kişisi kıyafet deniyor. Dolayısıyla, seçkinci ve sınıfsal ayrıma dayalı AVM örnekleri bunlar. Bu, o dönemlerde Galeria için söz konusuyken bugün bu iki AVM için geçerli.
Erich Scheurmann’ın Göğü Delen Adam kitabında Kabile Reisi Tuiavii beyaz adamı şöyle anlatır: “Bir türlü kavrayamadım bu işi. ‘Zaman hiç yetmiyor! Zaman dört nala kalkmış bir kırat gibi koşuyor! Biraz daha zamanım olsa!’ Böyle sızlanır durur beyaz adam. Hep söylüyorum, bunun bir hastalık olması lazım. Çünkü diyelim ki beyaz adamın içinden bir şey yapmak geçiyor. Yürekten istiyor hem de. Belki güneşlenmek, belki de ırmakta kanoyla dolaşmak istiyor. Hemen her seferinde aynı düşünceye kapılıp, bastırır bu isteğini: ‘Keyfe zamanım yok!’ Oysa orada öylece durur. Zaman alan binlerce şey sıralayıp yakına yakına işinin başına çöker.” Kabile reisi niçin koşturup duran beyaz adamı anlayamaz?
Kabile reisinin beyaz adamı anlaması zor tabii. Çünkü beyaz adamın acelesi var. Beyaz adamın hayatı, modern, acelesi olan, “Vakit nakittir” inancıyla formüle edilmiş bir hayattır. Günlük gerçekleştirilecek eylemlerin belli saat dilimlerine göre önceden programlandığı bir hayattır bu. Uyanmanın, kahvaltının, işe gitmenin ve başlamanın, kahve içmenin, sohbet etmenin, eğitim almanın, ikinci bir dil öğrenmenin, dans etmenin, eğlenmenin, hastaneye gitmenin veya doktora muayene olmanın, dinlenmenin, alışveriş yapmanın veya uyumanın belli saatlere göre programlandığı bir hayattır modern hayat. Modern birey, saatleri önceden programlanmış okul veya iş servisine, metroya, vapura, mesaiye yetişmelidir.
Biraz önce de belirttiğim gibi Weber’in “bürokrasi” olarak veya “demir kafes” olarak bazı özelliklerini isimlendirdiği bu hayatı sürdürebilmek için zamanı iyi kullanmak ve ona uymak gerekmekte.
Oysa geleneksel dönemi simgeleyen kabile reisinin böyle bir zorunluluğu ve kaygısı yok. Kabile reisi veya reisliğini yaptığı kabilenin hemen her üyesi, acıktığında yemek yer, uykusu geldiğinde uyur, besini bittiğinde üretimini yapar, başı ağrıdığında bildiği yöntemle bunu giderir. O nedenle onun beyaz adamı, modern bireyi anlaması güç.
Ama Amerika’da 1950’lerde açılan alışveriş merkezleri bugün kapanıyor, iflas ediyor. Bunu sebebi ne olabilir?
Sebebi, kentsel mekânlardaki hızlı değişim ve AVM’lerdeki mağazalar için (kira, iş gücü vb.) maliyetlerin giderek artmış olmasıdır. Günümüzde kentsel mekânlar çok hızlı değişiyor. Kentlerin herhangi bir bölgesindeki bir yenilik, kısa sürede çekim gücü yaratarak konutların, restoranların, okulların, metronun, ulaşım ağlarının kısaca altyapı hizmetleri ve belli bir insan kitlesinin oraya doğru kaymalarını beraberinde getirir.
Yeni yerleşim yerlerine doğru yönelim, diğer yerlerin, yani eski yerleşim yerlerinin boşalmalarına neden olur. Biz bu durum için kent içi “süzülme” kavramını kullanıyoruz. Bu süzülme, eski yerleşim yerleri üzerindeki hareketliliğin kaybolmasına, bölgenin değersizleşmesine neden olur. Tercih edilmeyen, nüfusu kendine çekemeyen ve değeri düşen bölgelerdeki iş yerleri belli bir süreden sonra kapanmak zorunda kalır.
Örneğin kentin kuzey doğusundaki veya herhangi bir karayolu üzerindeki bir otelin, restoranın müşterilerinin azalması gibi o bölgedeki AVM’lerin de tercih edilmemesi durumu ortaya çıkar. Bu durumda AVM’ler zarar eder ve kapanır.
Bir başka neden ise insanların değişime büyük itibar göstermesidir. Her yeni açılan AVM öncekilerden mimari, teknoloji kullanımı, içinde bulundurduğu marka mağaza ve hizmet olarak daha farklı veya yerine göre üstün olabilir. Bu da eskilerin uğrak yeri olmaktan çıkmasına ve kapanmasına neden olur.
Tabii bir de, AVM’lerde mağaza kiralarının ve mağaza işletmelerinin maliyetlerinin artmasına rağmen kâr oranlarının düşen satışla beraber azalmasını belirtmek gerekir. Artan maliyet, azalan satış doğal olarak iflas ve kapanmalara neden olur.