Siyaset mezarlığında destursuz abdest bozan mizahnüvis
Bizde bir edibin “mizah yazarı” olarak takdim edilmesi epeydir bir eksiklik, hatta bir hakaret gibi kabul edilmiştir. Bundan sebeptir ki üdebanın mizah yazarlığı üzerinde durulmaz, konusu açılırsa “vaktiyle bir iki mizahî yazı da yazmıştır” kabîlinden ifadelerle geçiştirilir. İşte bu kısa yazımıza konu olan Osman Cemal Kaygılı mizah edebiyatımızın emsaliz simalarından olsa da bizler onu çoğunlukla İstanbul folkloru hakkında yazdıklarından tanırız, tanıtırız.
Osman Cemal Kaygılı, 22 Eylül 1890 tarihinde ücra ve fakir İstanbul’un mütevazı bir muhitinde, Otakçılar’da doğdu. Babası, Tamtakıroğulları sülalesinden Mehmet Mustafa Efendi, bakkaldı. Bütün zorluklara rağmen oğlunu Cezrî Kasımpaşa Mektebi’ne yazdırdı. Osman Cemal’in edebiyat merakı da burada başladı. Eğrikapı Merkez Rüştiyesi ve Menşe-i Küttâb-ı Askeriyye’deki tahsili sırasında da ufak tefek yazılar yazdı. 1906 senesinde, 80 liralık maaş ve astsubay rütbesiyle Erkan-ı Harb-i Umumî katipliği görevine getirildi. Az bir müddet sonra ise 400 lira aylıkla Kıtaât-ı Fenniyye Müfettişliği kalemine atandı.
Tiyatroda protesto
Maddî sıkıntıları geride bırakan Osman Cemal için artık “edebiyat yapmanın” vakti gelmişti. 1910 senesinde, Baha Tevfik’in Eşek’inde neşredilen “Bir Softa’nın Kadıköy’üne İlan-ı Aşkı” isimli hikâyesiyle Türk yazın hayatına ilk adımını attı.
Atmasına attı ama, askerî görevi yazar olmasına maniydi. Çareyi müstearlara sığınmakta buldu. Bu sıralarda, ülkede esmekte olan özgürlük rüzgarları tiyatro gemisinin yelkenlerini de doldurmakta idi. Önceleri sansüre takılan oyunlar artık sahnelerde arzıendam ediyor, tiyatrolar dolup taşıyordu. Her tiyatro sevdalısı gibi Osman Cemal de yakaladığı her fırsatta soluğu tiyatroda alıyordu. 1913 Bahar’ında Beyoğlu Tiyatrosu’nda sahnelenen piyese de büyük bir heyecanla gitmişti. Fakat oyun esnasında bir kıyamettir koptu. Osman Cemal, oyun esnasında siyasî protestoya yeltenmiş, seyirciler arasında bulunanlardan bazıları da buna karşılık verince ortalık birden savaş alanına dönmüştü. Olaylar polis zoruyla durdurulabildi ve faillerin hepsi tutuklandı; normal şartlarda “basit bir kavga” denilip geçiştirilecek türdendi. Fakat bu sefer öyle olmadı. Zira kavgadan kısa bir süre önce sadrazam Mahmud Şevket Paşa katledilmişti. İttihatçılar suikastı bahane ederek kendilerine muhalif gördükleri kim var kim yoksa tevkif etmeye başlamış ve asayişten sorumlu İstanbul Polis Müdüriyeti, İttihat ve Terakki muhaliflerine karşı kurulmuş hususî bir ihtilal teşkilatına dönüşmüştü. Sonuçta Osman Cemal, Mahmut Şevket Paşa Suikastı faillerinden olabileceği zannıyla kalebentlik cezasına çarptırıldı. Sürgün yeri ise Sinop’tu...
18 Haziran 1913 tarihinde, içlerinde Muhlis Sabahattin,Refik Halid Karay, İsmail Hakkı Paşa, Ahmet Ferik Tek, Abdülkadir Erdoğan, Refi Cevad Ulunay, Ahmed Bedevî Kuran gibi isimlerin de bulunduğu 800 küsurluk bir grupla beraber Sirkeci Limanı’na getirildi.
- Lakin görünürde gemi yoktu. Haziran güneşinin kavurucu sıcağı altında geçen birkaç saatten sonra gemi ufukta beliriverdi. Gemi limana yaklaştıkça Osman Cemal’i umutsuzluğa sürükleyen silüeti de berraklaşmaya başladı.
Denizin sırtında bir çıban gibi duran bu köhne geminin Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla baş edemeyeceği korkusu bütün benliğini sarmıştı ki geminin ismini görür görmez yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Gövdenin baş kısmında eski harflerle “Bahr-i Cedit” yazıyordu...
Mizah yazıları
Osman Cemal gemiye bindiğinde başında köhne bir fes, sırtında kirden rengini kaybetmiş bir elbise, kolunda lekelerle paftalanmış pamuk battaniye ve ayaklarında mavi potinlerinden başka hiçbir şey yoktu.
Dağınık saçlarına eklenen derin bakışları, görenlere vahim sualler soruyordu. İlginç ve mahzun hâliyle geminin bir köşesine çekilir saatler boyu denizi izlerdi.
Onun bu hâlinden etkilenen pek çok kişi vardı elbet, fakat ilk tanışma girişiminde bulunanı Refi Cevat oldu. Muhabbetleri kısa sürede ilerledi. Günlerden bir gün Osman Cemal, Refi Cevat’a gemiye binmezden evvel çektirdiği fotoğrafını gösterdi. Refi Cevat, fotoğrafın arkasındaki “siyaset mezarlığında destursuz abdest bozduğum için peri-i hürriyet tarafından çarpıldığımın resmidir” yazısını görür görmez şuh bir kahkaha patlattı. Osman Cemal’in fikir danışmak için verdiği yazıları her okuyuşunda bu not hatırına gelirdi. Günlerden bir gün kendini tutamayıp “bak Cemal, sen bunları boşver; mizahî edebiyata yoğunlaş, senin asıl cevherin budur” deyiverdi. Osman Cemal, Refi Cevat’ın görüşlerini pek önemserdi. Dahası, yazılarının bazılarını Refik Halid de okumuş ve aynı yönde görüş bildirmişti: Osman Cemal, mizahî edebiyata yoğunlaşmalıydı... İşte bu teşvik ve yönlendirmelerle mizah yazılarına ağırlık verdi.
Günler böylece geçip giderken Sinop’a gelen bir haber her şeyi değiştirdi: Osmanlı İmparatorluğu, I. Cihan Harbi’ne girmişti. Kısa bir süre sonra genel af çıkartıldı. 1917 senesinde çıkartılan bu aftan yararlanmak için askerî vazife şart koşulmuştu. Osman Cemal görevi kabul etti ve Menemen’deki 46. Tümen idare kâtipliğine tayin edildi. Burada hastalanarak malulen emekliye sevk edildi. Emekli maaşı çok azdı. Tekrardan geçim sıkıntısı baş gösterdi. İlkin Otakçılar’daki evinde inek besleyip sütçülük yaptı. Kısa sürede battı. Aklına yazarlık geldi. Artık asker olmadığı için gönlünce yazıp çizebilir, hatta gerçek adını bile kullanabilirdi. O da öyle yaptı. İşten güçten arda kalan bütün vaktini edebiyata adadı. Osman Cemal’in iç dünyasında bunlar yaşanırken dışarıda ise son derece önemli gelişmeler oluyordu. Savaş bitmiş ve Osmanlı mağlup olmuştu. İstanbul için yaklaşık dört yıl sürecek mütareke dönemi başlamıştı. Osman Cemal bir kenara çekilmek yerine yazı işlerine daha da yoğunlaşmayı tercih etti. Ay Dede gibi dergilerde yazıları çıkmaya başladı. Kendisini “halk muharriri” olarak tanıttığı bir yazısından alıntıladığım şu sözleri, gazetecilik yıllarının özeti gibidir: “Türkiye’de muharrirlik edecek adam kışın Beyoğlu, Nişantaşı cihetlerinde, yazın da Kadıköy, Ortaköy falan yerlerde oturmalı ki rahat edebilsin.
Sultanahmet, Cağaloğlu civarı ve Boğaziçi’nin bazı yerleri de muvafıktır. Fakat, Fatih, Aksaray, Eyüp Sultan; bilhassa Karagümrük, Edirnekapı, Kasımpaşa, Mevlenakapı, Yenibağçe gibi yerlerde oturmağa hiç gelmez. Hele gazete muharriri olursanız vay hâlinize! Benim gibi birkaç senedir bu kenar semtlerde oturan bir gazete muharririnin neler çektiğini ben bilirim!
- Sanki bu memlekette bir gazete muharriri aynı zamanda hem belediye reisi, hem zaptiye nâzırı, hem maarif müdürü, hem mahkeme kadısı, hem tramvay direktörü, hem vapur kaptanı, hem arabacılar kahyası hem avukat hem tellal, hem bekçi hem imam, hem muhtar, hem muallim, hem mürebbi… Hülasa memleketin bütün mesail-i umumiyye ve hususiyyesinin bir nâsır-ı umur ve sahib-i salahiyetiymiş gibi, rast gelen size koşar, sırrını size açar, derdinize yanar, dermanının sizden bekler.”
Tam da işlerini yoluna koyduğunu düşündüğü sıralarda talih inkılâp etti. Önce babasını, ardından annesini kaybetti. Bunlar yetmezmiş gibi bir de Otakçılar Karakolu’nun yanındaki sokakta bulunan baba yadigârı evi yandı. Hemen hemen bütün tanıdıkları Osman Cemal’in uzakta bir yerlere taşınacağını düşünürken o, yanan evinin hemen yanında ufak bir ev kiraladı. Zira Otakçılar onun “altın kafesi değil mis kokulu vatanı” idi. Lakin kira vermediğinde bile yetersiz kalan emeklilik maaşı, kirayı karşılamakta epey aciz kaldı.
Geçim sıkıntısı daha da derinleşti. Pek çok farklı işte çalışmak zorunda kaldı. İstanbul Pazarı’nda meyve sattı; vapurlarda biletçilik, seyyar semt pazarında manifaturacılık yaptı ama yazı yazmayı bir an olsun bırakmadı. Aka Gündüz ve Ercüment Ekrem’in birlikte çıkarttığı Alay Mecmuası’nda sürekli yazıları çıkmaya başladı; dahası Aydede, Ayine, Güleryüz, Akbaba gibi dönemin tanınmış mizahî gazete ve dergilerinde yazıları neşredilmişti. Böylelikle matbuat hayatında adam akıllı bir yer edindi. Bu sıralarda kısa bir süreliğine polis ve adliye muhabirliği yaptı. Bu görev ona Hikmet Feridun Es gibi bir dostun yanı sıra bir sürü hikâye bahşetti.
Tamtakıroğulları
1925 senesinde ise İmam Hatip Okulu’nda öğretmenliğe başladı. İlk evliliğini de bundan bir sene sonra Leman Hanım’la yaptı. Çocukları Hikmet, bebeklik çağında vefat etti. Bu elim hadisenin tesirinden kurtulamayan sevgili eşi, 1929’ta yavrusunun yanına göçtü. Osman Cemal acılarını öğretmenlik mesleğiyle teskin etmeye çalıştı. 1931’de Çemberlitaş Erkek Ortaokulu’nda ve nihayet hayatının sonuna değin devam edeceği Fener Rum Kız Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı.
2 Temmuz 1934 tarihinde soyadı kanunu yürürlüğe konulunca, soluğu nüfus dairesinde alan Osman Cemal, ailesinin Tamtakıroğulları lakabını, “tamtakır kırmızı bakır” diye alay edilir endişesiyle reddetti ve Kaygısız soyadını almak istedi. Fakat ne kaderi ne de nüfus idaresi onun “kaygısız” olmasına izin vermedi. O, bütün ömrünü “kaygılı” geçirmek zorundaydı. Resmî makamlar da bunu tasdik etti.
Osman Cemal’in son yılları sürekli ve şiddetli ağrılarla geçti. Hastalık onu siyakat vavı iki büklüm etmişti. Rahatsızlığının iyice artması üzerine 1 Mart 1944’te Gureba Hastanesi’ne yatırıldı. Yapılan incelemeler sonucunda doktorların ulaştığı sonuç Osman Cemal’in mide kanseri olduğuydu. Vakit kaybetmeden ameliyat edilmesi kararlaştırıldı. Ameliyatı devrin önemli tabiplerinden Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan yaptı. Ameliyat sonrasında sağlığında düzelme emareleri görülse bile uzun sürmedi. Nihayet 9 Ocak 1945’te, henüz 55 gibi genç bir yaşta iken hayat musikisi hüzzamda karar etti. Cenazesi, vasiyeti gereği Edirnekapı Mihrimah Cami’nden kaldırılarak Tokmaktepe Mezarlığı’na defnedildi. Tam 27 sene boyunca kabrine bir taş diken olmadı. 1972 senesinde birkaç dostunun girişimiyle dikilen mezar taşının kitabesi Hattat Hamid Aytaç tarafından yazıldı. Mezarının hâli şimdi nasıl mı? Onu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim...