İlk gençliğimde Şerif Mardin adını babamdan çok dinledim. Kendisinden Boğaziçi’nde birkaç tane ders almıştı ve hocalığından çok etkilenmişti. Hocanın, sorularla zihinlerini nasıl açtığını, farklı olaylar arasındaki bağlantıları nasıl kurduğunu ve özellikle öğrenciler ile kurduğu ilişkiyi, öğrencilere verdiği değeri çok kez anlatmış, hatta (bence) hayatında da uygulamaya çalışmıştır.
Benim hoca ile ilk münasebetim ise, Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’ne bağışladığı kitaplar vesilesi ile oldu. Huzur’u onun bağışlarından okumuş, kitabın kenarlarına düşülmüş pek çok notun hocanın elinden çıktığını düşünüp mutlu olmuştum.
Hoca ile şahsen de tanıştım. Ama buna geçmeden önce biraz arka plan bilgisi vermeliyim. Her işini kendisi yapmak konusunda titiz bir insan olan Şerif Mardin, 2000’li yılların başında Amerika’dan Türkiye’ye döndüğünde, yaşının ilerlemiş olmasından sebep, daimi bir asistana ihtiyaç duyuyordu. Bu ihtiyacı zaman zaman okulu tarafından karşılanmakla beraber, diğer akademik ihtiyaçları için de daima bir asistanı vardı. Kanaatimce Allah’ın ahir ömründe kendisine lütfu, Amerika’dan geldikten sonra yanında bulunan Gülay abla ve benim de dâhil olduğum, Boğaziçili “dindar” asistanlarıdır.
Bu asistanların her biri, farklı sebeplerle hocadan müsaade istediklerinde, hocanın asistanından tek talebi, güveneceği yeni bir asistan bulması idi. Günler geçip, hoca yavaş yavaş elden ayaktan düşmeye başladığında, mail adresi şifrelerinden banka işlemlerine kadar her şeyi asistanları yardımı ile yürütüyordu. Asistanları hakikatliydi; cenazesinde mezar başından en son ayrılanlar, hocanın asistanlığını yapmış talebeleriydi.
2011 yılının sonuna doğru, bir eski asistanı olarak hocayı ziyaret eden abim, hocanın elinin kırıldığını ve yazı yazmak için birisini aradığını söyledi; tabii ki ikiletmeden gittim ve bir seneyi mütecaviz bir süre, hocanın yazmakta olduğu kitabı kayda geçtim. O söyledi, ben yazdım; okudu, düzeltti, düzeltileri girdim.
Kütüphaneden yahut piyasadan ilgili kitapları zaman zaman temin ettim. Bu süre içinde bol bol muhabbet ettim. Hocanın âdetiydi zaten, eğer neşesi kaçık değilse, acelesi de yoksa, önce havadisleri dinler ve o hafta hoşuna giden bazı şeyleri anlatır; sonra çalışmaya başlardı. Benim yanına gittiğim dönem de, hocanın Sabancı Üniversitesi’nden emekli olduğu ve bilfiil ders vermediği dönemdi. Ders vermiyor olmak dışında zihnini bulandıran çok fazla mesele yoktu; zaman zaman konferans davetleri alıyor ve bazısına iştirak ediyordu, o kadar.
- Yaptığımız işi tasvir etmem, hocanın çalışma dünyasını bir nebze olsun anlamanıza yardımcı olacaktır. Yazdığı metni defalarca okuyor, tashih ediyor, ekleme çıkarmalar yapıyordu. Tashihleri girdikten sonra tekrar okuyor ve tashih ediyordu. Metin hangi dilde yazılıyorsa, o dilin sözlüğünden konuya en uygun kelimelere bakıyor, bazı kelimelerin yerlerini değiştiriyor, kulağına hoş gelmeyen cümleleri çıkarıyor ekliyor, değiştiriyordu. Ortalama 2 saatlik bir oturumda, 1 sayfadan öteye gidemiyorduk. Gün sonunda metnin son hâlini çıkarıyordum ve sonraki oturumda oradan devam ediyorduk. Hoca bu aralıkta metni tekrar tekrar okuyor, konu ile ilgili kitapları okuyor, karıştırıyor ve içine sinene kadar her bölüm bu şekilde devam ediyordu. Tabii ki kaynakça taramaları, ilgili kitapların kütüphaneden (Boğaziçi, Bilgi, Sabancı Üniversiteleri ya da temin edilebilecek bir başka kütüphaneden) temin edilmesi, yok ise satın alınması ve okunması ile süreç işliyordu.
Düzeltmeler yaparken çoğu zaman içten içe, “daha ne diyebiliriz ki” diye düşündüm, ama o bir cümle ile de olsa, geniş bir yorum farkı ile de olsa meseleyi genişletti. Bir sene boyunca, ufak fasılalarla kesilse de düzenli olarak yanına gittim. Yazabildiğimiz metin 20 sayfa kadardı!
Hocanın hayatı, bütün cepheleri ile kitaplarla ve düşüncelerle bezenmişti. Hastalıklar, zaruri işler ve kısa tatiller dışında bütün yaşamı, analitik bir şekilde, kitaplar, notlar ve çalışmalar ile, aklındaki meselelerin halledilmeye çalışılması ile geçti. Son bir senesinde birkaç kez yoğun bakıma girse de, her çıkışında aynı şekilde çalışmaya devam ediyordu.
Hocanın kitaplığı
Hocanın kitaplarından bahsetmek haddim değil ama gördüğüm kadarıyla kitaplığından bahsedebilirim. Hocanın kitaplığının boyutlarını anladığım ilk yer, kitaplığında mevcut “Şerif Mardin’in Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışladığı kitaplar” kataloğudur. Kütüphanenin sitesine göre hoca 2500’den fazla kitap bağışlamış…
Fakat kütüphanenin içine nüfuz etmem, artık yer kalmayan kitaplığında yer açmak için beraberce kitaplığa girip teker teker elemeler yaptığımız birkaç haftalık zamanda oldu. Sosyoloji, sosyal teori, siyaset düşüncesi, siyasal İslam, İslam düşüncesi, Türk modernleşmesi gibi hocanın ilgilendiği konulara dair, farklı dillerden başvurulması zaruri eserlerin neredeyse tamamı özenle salonunda duruyordu zaten. Fakat hocanın evinde bu konulara dair ikincil kaynaklar, bu konular ile az ilişkili kitaplar ve temel ilgilerinin dışında kendisine hediye edilmiş, merak edip aldığı, yahut bizzat yayınevinden gönderilen pek çok kitap ve dergi vardı.
Kitaplığı düzenleme süreci benim için, ismini duyduğum pek çok kitabı canlı görmemin yanında, gerçek bir entelektüelin gözünden, pek çok yazara ve kitaba dair bilgiler edindiğim dönem olmuştu. Ve tabii ki, imzalı kitaplar üzerinden, hocanın ikili ilişkilerini bir nebze daha olsun fark etmiştim.
Bu düzenlemenin ardından, hiçbirini atmak istemediği kitapları elden çıkarmanın hüznü vardı hocada. “Mecburum, atmak zorundayım, evimde koyacak yerim kalmadı” diyerek hayıflanmasına cevaben, “Hocam, bir mahsuru yok ise, ilgilenecek arkadaşlara verebilirim bunları” demiştim. Ziyan olmadan kitapları elden çıkardığına fazlasıyla memnun olmuştu. Asistanlığını bıraktıktan sonraki her görüşmemizde bu düzenlemeyi andık, tekrarını ne zaman yapabileceğimizi konuştuk. Nasip olmadı…
Kısa kısa notlar
Hoca ile görüşen herkesin ortak kanaatleri vardır: Hoca kibar bir insandır. Hoca güngörmüştür. Hoca insan ilişkilerini çok iyi bilir. Hoca karşısındakine değer verir… Bu son kısım önemli. Örneğin, arasında 70 yaş fark olan birisine gocunmadan fikrini ve eleştirisini sorar, siz cesaret toplayıp ufak bir şey söylediğinizde dinler, değerlendirir ve aklına yatarsa uygular ya da bunu müzakere eder.
İnternette rahatlıkla bulunacak konuşmaları bu gözle izlendiğinde ne dediğim daha rahat anlaşılacaktır. Sadece bir kitabının kaynakçası dahi, birkaç tezi çıkaracak genişlikte olan birisinin, her kelimesini özenle seçmesi, kesin yargılardan kaçınması örnek alınasıdır.
Yanında kendinizi önemli hissedersiniz. Örneğin soğuk bir kış günü evine vardığımda, “Bugün hava soğuktu, bir sahlep ikram edersem içiniz ısınacaktır” dedikten sonra “Mehmet Bey’e bir sahlep” deyişini ve yine her gidişimde muhakkak ufak da olsa bir ikramda bulunuşunu anmam gerekir. Tabii ki işi düzgün yapmadığımda, nokta atışı dokundurmalarını ve “tatlı tatlı yola getirmelerini” de zikretmeliyim. Bu uyarılarında dahi, eğer ileri gider ve kırıcı olursa, hızlıca bundan özür dilemesi ve gönlünüzü alması ayrıca zikre değer bir özelliği idi.
Hoca ile bulunmanın pek çok öğretici yanı ile beraber, biraz yakından tanışmanın şaşırtıcı yanları vardı. En şaşırdığım bilgiden başlayayım: ismi. Hocanın ismi, Şerif Mardin değil, Ahmed Halil Şerif Arif Mardin’dir. Seyyid ve şerif bir aileden. Hem anne hem baba tarafı 19. ve 20. yüzyılın en önemli ailelerine mensup, Osmanlı modernleşmesinin aktörleri arasında yer alan isimler. Baba tarafı, Cumhuriyet döneminde de önemli konumlarda yer alan Mardin ailesi.
Babası Şemseddin, bir büyükelçi. Annesi, İkdamcı Ahmed Cevdet’in kızı Reya Hanım. Kitaplardan okuduğumuz Osmanlı mirasını ana babasından tevarüs etmiş, kitabını okurken kendinize çekidüzen verdiğiniz İbnülemin Mahmut Kemal gibi pek çok isimle çocukluğunda tanışmış bir insan.
Ayakkabıyla girdiğiniz evinde sürekli oturduğu koltuğun hemen arkasında, annesinin, teyzesinin ve doğduğu köşkün birer yağlıboya resmi; yanında “o dönem kimselerin bilmediği Üsküdar’daki eczacı beyefendiden aldım” dediği “Ya Hazret-i Mevlana” yazısı ve bir antikacıdan çok ucuza aldığını söylediği “er-Rızku alellah” yazısı.
Annesi Cenevre’de yetiştiği için evinde de konuşulan ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmesi ile kemale eren ciddi bir Fransızca bilgisi; lise sonrası tüm eğitimini Amerika’da alması vesilesi ile yine ana dili kadar iyi bildiği İngilizce. (Hoca, eğer bir eser bu iki dilden birinde yazılmış ise, aslından okumayı tercih ederdi.) Babasının Mısır doğumlu olduğu ve Nasr devriminde arsalarına el konulana kadar yazları Mısır’da geçirdiği için bildiği, kendi tabiriyle, “mutfak Arapçası”; okuyup anlayacak kadar aşina olduğu diğer Avrupa dilleri ve daha doğumunda elinde olan bu birikimin üstüne 70 seneyi aşkın süre, durmadan çalışan, okuyan, düşünen bir insan.
Bazı yönleri ile gerçek bir Osmanlı bakiyesi, bazı yönleri ile tam bir Batılı; bazı yönleri ile bugün nesli tükenmiş diyeceğiniz, eski zamanlardan kalma bir adam ama aynı zamanda, 80 yaşında dahi Türkiye gündemine damga vurabilecek, 10 yıldır dillere pelesenk olmuş “mahalle baskısı” kavramını üretecek kadar da gündemi takip eden, okuyan, düşünen ve izleyen bir isim. Bunların hepsinin yanında, doğumundan ölümüne kadar kelimenin hakiki anlamıyla mütevazı bir insan. Zaten 7 Eylül 2017 tarihinde cenazesinin bir mahalle camiinden kaldırılıp, yeni açılan Kilyos Mezarlığı’na defnedilmesini de bence, ancak bu tevazu ile anlayabiliriz...