Ruh aynasında aşk: Marguerite Porete ve mistik öğretisi
Maneviyat, Kilisenin vaz ettiği dini ritüeller vasıtasıyla değil, bizatihi fert olarak insanın ulaşabileceği bir muhtevaya sahiptir. Bu doğrudan Katolik geleneğin sorgulanmasıdır ve buna yeltenen de bir kadındır. Bir kadının dini hiyerarşinin herhangi bir derecesinde yer alması mümkün değilken, Porete Kilise’nin ilmi ve manevi otoritesine karşı çıkmış, en yüksek ilahi mertebeye bir kadının ulaşabileceğini iddia etmiştir.
Sokrates’ten sonra batı tarihinde hiçbir ölüm iki kadınınki kadar düşüncenin seyrini etkilemedi: her ikisi de kurumsal dini nefretin kurbanı olan Hypatia ve Porete. Hypatia’nın taşlanması adeta antik felsefenin taşlanışını, Porete’in yakılması ise ortaçağ mistisizminin yakılışını temsil eder gibidir. Günümüz Belçika’sının Valon bölgesinde yer alan Hennegau’lu aristokrat bir aileye mensup olan Marguerite Porete, özel hocaların himayesinde ilk tahsilini tamamladı. Erken yaşlarda Beguin topluluklara dâhil olarak, farklı şehirlere seyahatlerde bulundu.
Dilenci tarikatların etkisinde gelişen Beguin mistisizmi, 13. asırda Flandern bölgesinden Batı Avrupa’nın geneline yayılmıştı. Beguinler tarikat disiplini içerisinde teşkilatlanmaktan ziyade küçük kadın cemaatleri halinde dinî hayatlarını idame ettirmekteydiler. Porete, diğer Beguinler gibi el sanatları ve yardım faaliyetlerine katılıyor, bununla birlikte dinî eğitimine devam ediyordu. Nitekim kroniklerde ilahiyat bilgisine atıfla clergesse olarak anılmaktadır; sahip olduğu birikimi ilk Fransızca dinî metinlerden olan Miroir des simples âmes (Basit Ruhların Aynası) isimli eserinde görebilmekteyiz. 13. asrın sonlarına doğru yazdığı bu eser kısa süre sonra dört dile çevrilmiş olup Ortaçağ Hristiyan yazınının en popüler metinlerinden biridir (Ruh, 63). Fakat hem bağımsız kadın manastırlar hem de Dominikenler gibi Papalık himayesinde olan tarikatlarda neden olduğu etki, yazımından kısa süre sonra tartışmalara yol açmıştır.
- Porete’in Katolik inanca aykırı görüşler serdettiği ve ibadetleri küçümsediği iddiası hızla Papalığa kadar ulaşmıştır. 1309 yılında başlatılan engizisyon soruşturmasında, teoloji komisyonu eserde heretik ifadeler tespit ederek aforoz kararı aldı. Bir süre hapis tutulan Porete sessizliğe büründü ve yargılama süresince konuşmadı. 1310 Haziranında ise Place de Grève’de yakılarak öldürüldü.
14. yüzyıl feodal toplumlarda yaşanan kırılmaya paralel dini hayatın merkeziliğinin kaybolmağa yüz tuttuğu ve farklı maneviyat arayışlarının baş gösterdiği bir devirdir. Güney Avrupa’da Katharlar benzeri akımların etkisinin devam etmesi, batıda kadın toplulukların ve dilenci tarikatların yayılması, Kilisenin dinî hayat üzerindeki kontrolünü zorlaştırmaktaydı. Bir kültürel mesele olarak İslam etkisi güneyde hala tehdit boyutundaydı ve üniversitelerde İbn Rüşdçülük tartışmaları ayrışmalara neden olmuştu. Çok boyutlu bir buhran çağında Porete eserini kaleme almış, manastırlarda anlatmış ve neticede farklı toplulukların ilgisine mazhar olmuştu. Engizisyon, tehlikenin farkında olduğundan eserin yasaklanmasına rağmen Porete’in fikirlerinden vazgeçmediğini iddia etti. Porete’in idamının akabinde Beguinlere yönelik yargılamalar devam etmiş ve 1350 yılına kadar sert takipler yaşanmıştır. Dini bütünlüğü tehdit eden Kilise dışı manevi hayatın, Porete etkisine girmesinden endişe edildiği açıktır.
1310 yılı Paris’i, adeta mistikler buluşmasına sahne olmaktadır: Meister Eckhart Dominiken konventinde dersler vermekte, Ramon Llull Üniversitede “Ars” üzerine konuşmalar yapmakta, Dante Alighieri Kuzey İtalya’ya dönmek üzere bir süreliğine orada kalmaktadır. Daha sonra izlerine Paris’te rastlamadığımız her üç düşünür de, Porete gibi halk dilini tercih ederek eserlerini Almanca, Katalanca ve İtalyanca kaleme almışlardır. Porete’in en açık etkisi ise ortaçağın en önemli mistik düşünürü Eckhart üzerindedir (Ruh, 78). Her iki mistik Kilise otoritesinden farklı ve bağımsız bir manevi hayat telkin ettiklerinden engizisyona maruz kalmışlardır. Ortaçağ Hristiyanlığında hakikatin tecessüm ettiği Kilise’den farklı bir öğreti yahut yöntem makbul değildi. Kilise yalnız dini ilimlerin tasdik mercii değil aynı zamanda manevi hayatın merkezindeki kurumdur. Buna rağmen Porete dini geleneği “küçük kilise” olarak tasvir ederken, ilahi aşkı barındıran “büyük kilisenin” insan ruhu olduğunu söylemiştir. Maneviyat, Kilisenin vaz ettiği dini ritüeller vasıtasıyla değil, bizatihi fert olarak insanın ulaşabileceği bir muhtevaya sahiptir.
Bu doğrudan Katolik geleneğin sorgulanmasıdır ve buna yeltenen de bir kadındır. Bir kadının dini hiyerarşinin herhangi bir derecesinde yer alması mümkün değilken, Porete Kilise’nin ilmi ve manevi otoritesine karşı çıkmış, en yüksek ilahi mertebeye bir kadının ulaşabileceğini iddia etmiştir.
Akıl, ruh ve aşk arasındaki münazara eşliğinde kendi manevi yükselişini anlattığı Miroir, şiirler, ilahiyata dair bahisler ve hayat hikâyesinden bazı kesitleri içermektedir. Porete’in halk dilini tercih etmesi ve diyalog formunda kitabı kaleme alması Platonik gelenek ve mistik edebiyat bağlamında ayrıca tartışılmalıdır. Aklın zâhiri bağlarından kurtulması ve ruhun aşkla Tanrıya ulaşıp bir olması kitabın temel konusunu oluşturmaktadır. Porete, manevi hayatının başlarında yemeden içmeden kesildiğini ve daima ibadetle meşgul olduğunu fakat yine de ilahi hakikate ulaşamadığını söyler. Siddharta’nın serüvenini çağrıştıran bu arayışta, uzlet hayatını terk ederek dış dünyada Tanrı’yı aramaya koyulduğunu, müşahede ettiği her şeyde ilahi tecelliyi görmeye başladığını belirtir. Bu arayış da neticesiz kalınca yeniden içe dönmüş ve Augustinus çizgisinde tefekkürde ilahi olanı bulmağa yönelmiştir.
Ulûhiyetin mutlaklığını ve sâfiyetini kavrayabilmek için düşünceyi arındırmaya gayret etmiş, Tanrı inancını her türlü zahiri kayıtlardan soyutlamıştır. Porete, dış dünyada eşyanın sınırlılığı karşısında, insanî tefekkür ve tahayyülün sınırsızlığında tanrısal olanı anlamaya çalışsa da yine ilahi mükemmelliği tadamamıştı. Çünkü kavramsal düşüncenin sınırlılığından çıkamıyordu. Bunun üzerine kavramları ve bu kavramlar üzerine kurulu dini değerleri sorguladı. Başlarda dini erdemlere meftun olduğunu, büyük ıstıraplara göğüs gererek asla taviz vermediğini, fakat daha sonra erdemlerin kölesi haline geldiğini fark etti. Bu esaretten özgürleşme ise yalnız manastır hayatının ve toplumun beklediği erdemlerden uzaklaşma değil, aynı zamanda kavramlardan zihni arındırma gayretiydi.
Platon’un sofistik erdem (arete) anlayışına yönelik eleştirisini hatırlatan Porete’in skolastik erdeme yönelik tenkidi, bilginin rasyonel düşünceye, ruhani hayatın da ritüellere indirgenmesi nedeniyledir. Dini geleneğin tayin ettiği belirli makamlara ulaşmak için sahip olunması gereken hasletler, yine dini kurumlarca makbul kavramlardan doğmaktadır. Tümeller yoluyla gerçekleşen kavramsallaştırma, tikelin kendine özgü doğasından soyutlandığından, onun gerçekliğinden başkalaşmıştır.
- Bu nedenle içteki kavramla düşünme, dıştaki şeyler hakkında sıhhatli bilgi vermeyebilir. Peki ya fizikte gerçekliği temaşa edilemeyen tanrılığın, metafizik düşüncenin nesnesi haline getirilmesi nasıl olabilir? Bu hem tanrısal gerçeğin olduğu gibiliğinden uzaklaşma hem de onu kavramın kendine has sınırlılığı içerisinde yeniden kurgulamaktır.
Bu nedenle rasyonel düşünmenin tanrı anlayışı ile Tanrının kendisi asla aynı yahut benzer değildir. Bu kavramları esas alan dinî erdemler de kemâl arayışındaki bir insanın idealleri olamazlar. Tüm dışsal suretlerden, düşünce ve imgelemin bağıntılarından ruhu boşaltmadan, tanrısallık içte doğmayacaktır. Porete, insanın erdemleri hedefleyen zâhiri ve kavramlarla kurulu batınî esaretten kurtuluşunu “ame anientie” ruhun fenâsı olarak tarif eder. Böylelikle erdemleri entelektüel ilkelere bağlayan Platonculardan da ayrılmıştır. Pekâlâ entelektüel imkân, kavramlar, düşünme ve hayal olmadan ruh neyle dolacaktır? Porete’e göre bu soru aklın sınırlılığı içerisinde tasarlandığından yanlıştır; nitekim ilahi aşkınlık idrak ve muhayyilenin sınırlarının ötesindedir. “Ah ne kadar da budalaydım!
İnsanın tasavvur edemeyeceği, dile getiremeyeceği, gerçekleştiremeyeceği şeylere değer verdim. Sanki elimde bir meşale yahut bir kandil tutuyordum da, onunla güneşi aydınlatmaya çalışıyordum” (Porete, 146) İşte bu güneşi aydınlatmaya çalıştığı meşale, düşüncede tanrısal olanı kavrama gayretidir. Daha sonrasında ulûhiyeti telakkide ulaştığı yüksek mertebe onu yazmaya sevk etmişse de yazma dürtüsünün varlığından rahatsız olmuştur. Hala nefsinde bir şeylere talip olma arzusu mevcuttur. Bu arzuların en yükseği de Tanrı ümidi, Ona ulaşma gayesidir. Böylece Tanrı’nın önündeki en yüksek perdenin Ona dair arzu olduğunu anlamıştır. Gaye ile gayeye ulaştıran şey arasındaki ayrım, daha sonra gayeyi gaye kılan şeyin ayrımını beraberinde getirmiştir. Bu noktada Porete kendisine şu ilhamın geldiğini söylemekte: “insanın Tanrı’da iradesizliği, Tanrıyı murâd etmekten daha yücedir.”
Yani kendinde ne varsa terk etmeli, kendiliğinin yegâne anlamı haline gelen Tanrı ümidinden de geçmeliydi. Aslında Porete’in rasyonel düşünceyle ilahiyatı anlama gayretine yönelik eleştirisinin bir diğer boyutuyla karşılaşmaktayız. Ona göre, irade edilen her şey nesne haline getirilir. İnsanın Tanrıyı düşüncenin konusu yahut umudunun gayesi kılması onu nesneleştirmesidir. Zihinde yahut gönülde nesne haline getirilen şey, ikilik ve sınırlılık içerisindedir, hâlbuki Tanrı birdir ve mutlaktır. Tanrıya dair fikir ve arzunun imkân verdiği hemen her şey ortadan kalkmıştır, bu merhalede Porete ruhun aslında yokluktan ibaret olduğunu görür. Fakat bu yokluk, kendinde Tanrı’dan başka bir şeyin, hatta Tanrı’ya dair yönelişin dahi bulunmamasıdır. Bu saflaşmış ruhu ifade edebilecek yegane metafor ise aynadır. Porete, skolastik teolojide olduğu üzere Kutsal Kitaba atfen suret (imago) değil ayna (miroir) sözcüğünü tercih eder. İnsanı Tanrı’nın aynası yalnız aşk kılar (Porete, 112) çünkü aynada yansıyan, yansıttığı şeyden bağımsız bir varlığa sahip değildir, bu da aşktır. Porete “dağların zirvesine, rüzgârların ve yağmurların ötesine” (Porete, 103) varmıştır: “zaman zindanında tutsaktım, hasret dolu ümitler beni esir almıştı.
Ne zamanki ilahi aşkın bahşettiklerinden beni alıkoyan ümidim, iradem ve görüşüm ölümü tattı, (o vakit) ilahi aşkın parıldayan ışığında kendimi buldum.” (Porete, 38) Ne özne ne de nesne söz konusudur; yansıyan, yansıtan ve ayna aşkın kendisidir, öyleyse aşk tanrının da kendisi olmalıdır: “Aşk dedi ki ben Tanrıyım. Aşk Tanrıdır ve Tanrı Aşktır”. Aşkı, bilgi ve eylem gibi dini hayatın esaslarından ayıran husus, ikilikten azade olmasıdır. Bilgi insanda mukayyedi, Tanrıda mutlağı ifade eder; aşk dışındaki her bir kavram ontolojik ayrımı beraberinde getirir. Aşk insanla tanrı arasında bağ yahut vasıta dahi değildir: “Aşığın sevgilisine bir aracı vasıtasıyla gönderdiği hediye ile aşığın sevgilisine aracısız hediyesi arasında ne büyük fark var!” (Porete, 21) Aşk ferde mahsus değildir, aşk aşkın kendisine mahsustur. Tanrının varlığından âleme varlık vermesi, aşkın kendisidir, veren de verilen de aşk olduğundan ikilik değil, varlıkta tam manasıyla birlik hâkimdir (unio mystica). Porete anéantissement insanî sınırlılıktan özgürleşmeye (Eckhart Abgeschiedenheit diyecektir) ulaşmıştır: “Ayna boş kaldığı müddetçe, Tanrı’nın sınırsız iyiliğini (bonté) daha mükemmel yansıtacaktır” (Porete, 39). Artık Tanrı ve insan ruhta birdir, fakat bunu tecrübe etmenin önünde kavramlar, erdemler ve dahi bir yığın perdeler mevcuttur. Aşk, aşkla dolarak, aşk olarak yaşanır, bu hâldeki ruhun durumu şudur: “Ruh öyle saftır ve arınmıştır ki, ne kendisini ne de Tanrıyı görebilmektedir. Bilakis Tanrı onda (o ruhta) kendini seyretmektedir, onunla ve onsuz. Tanrı ona göstermektedir ki ondan başka bir varlık yoktur” (Porete, 197).
Kaynakça:
Marguerite Porete, Le Mirouer des simples ames, Margaretae Porete, Speculum simplicium animarum (R. Guarnieri), Turnhout 1986
Marguerite Porete, The Mirror of Simple Souls, (E. L. Babinsky), Classics of Western Spirituality, New Jersey 1993.
Bernard Mcginn, Meister Eckhart and the Beguine Mystics, Continuum, NewYork 2001.
Ulrike Stölting, Christliche Frauenmystik im Mittelalter: historisch-theologische Analyse, 2005.
Kurt Ruh, Geschichte der abendländischen Mystik: Frauenmystik und Franziskanische Mystik der Frühzeit, II. Cilt, Beck, Münih 1993.
Yazarın gönderdiği (1-5 numaralı) Fotoğraf yazıları: Görsel 1: Hans Memling tarafından 1470'lerde bir portre. 50 yaşlarında ölen bir kadını düşündüğümüzde oldukça yaşlı görünüyor.
Görsel 2: 15. yy’a ait “Basit Ruhların Aynası” yazması.
Görsel 3: "Beguin Kiliseye giderken" 18. yy ait
Görsel 4: 1489 Lübeckte basılmış Beguin kadın.
Görsel 5: Bir minyatür, rahip ve kadın mistikler karşılaşıyor.
Biyografi: Selman Dilek, Akademisyen
İbn Haldun Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi.