Roman, iktisat ve belagat
Roman Diliyle İktisat kitabımı edebiyatçılar sıcak karşıladı, safkan iktisatçılar ise kaşlarını çattı! Matematikle lebaleb dolmuş bir disiplinin romanla ne alakası olabilirdi? İktisat ve edebiyat iki uzak ülkeydi; aralarında geçit vermez dağlar, fırtınalı denizler uzanıyordu.
Tam kırk yıl önce, Boğaziçi’nde romanlara gömülü bir talebelik hayatı yaşarken, dünyanın sayılı iktisatçılarından biri olan Murat Sertel’in “Matematiksel İktisat” dersinin vize sınavından ancak 7 alabilmiştim. 10 üzerinden değil, 100 üzerinden ve sınıf ortalaması 23 idi (1979-80). En yüksek notu, sonradan bir finans kurumunun uzun yıllar genel müdürlüğünü yapacak olan Adnan Büyükdeniz almıştı: 42. Aklımda kalan şu: Dönem boyunca derse ayrılan sürenin belki yarısını “set teorisi”ni öğrenmekle geçirmiş ama sonra “bir fındık kabuğu içinde” kapitalizm dâhil tam sekiz alternatif ekonomik sistemin çözümlemesini yapmıştık. Yolculuk çetin, meyvesi muhteşemdi. Romanperver iktisatçı bile anlamıştı hikâyeyi!..
O sınıftan safkan bir iktisatçı çıksaydı şimdiye kadar işitirdik. Bankacılıktan reklamcılığa, gazetecilikten pazarlamacılığa kadar çeşitli sektörlere dağıldık. Matematik bilgimizden çok, retorik (belagat) yeteneğimize dayanarak “yükseldik”. Sonraki okumalarımdan anladım ki, sırf pozitif bir bilim olduğunu hissettirmek maksadıyla fizik (physics) ve matematik (mathematics) tarzında bir telaffuzu (economics) benimseyen iktisatın “edebîleşebilmesi” için bu mukallit ama kibirli disipline bir “kadın eli” değmesi gerekiyormuş.
- Önce Joan Robinson, sonra Deirdre N. McCloskey gibi. Robinson’un modern ekonomide sermaye birikiminin mantığını irdeleyen tezi The Acumulation of Capital (1956) “dinamik sistemleri matematiksiz ve diferansiyel denklemsiz anlatabilen” bir şaheser imiş (Bill Gibson: Joan Robinson’s Economics, Cheltenham: Edward Elgar, 2005, s. 1.). Bunlar sayesinde iktisat, romanperver iktisatçılara ter döktüren matematiğin sultasından kurtulmuş; bilimle sanatı birleştirebilmiş.
Sonradan “Yeni İktisadi Eleştiri” (The New Economic Criticism) adını alan ve artık neredeyse bağımsız bir bilgi alanı kimliğine kavuşan disiplinin, Marc Shell, Kurt Heinzelman, Jean-Joseph Goux, Mary Poovey gibi kurucularından biri sayılan McCloskey şu kritik soruyla başlıyordu eserine: “Şairler ve iş adamları iktisatçıların dilini anlar mı?” Alışılagelmiş cevap olumsuzdu elbet: İktisat, matematiksel modeller ve istatistiksel testler kullanır, kuramsal piyasa argümanlarına dayanır ve bütün bunlar iş adamlarına da şair ve romancılara da tuhaf, anlaşılmaz gelir.
Özellikle edebiyatçılar kendilerini yabancı bir gezegende, boşlukta dolaşıyor zannederler. Fakat yakından bakılınca durum değişir, diyordu Bayan McCloskey; bütün bu tuhaflıklar, mecaz ve benzetmeler gibi “konuşma figürlerine” (figures of speech) dönüşür. Edebî iktisatçımıza göre, konuşma figürleri gösteriş işaretleri değildir. Bizim için düşünürler! Heidegger “Die Spracht spricht, nicht der Mensch” demişti: Konuşan Lisan’dır, İnsan değil. Piyasanın bir “görünmeyen el”, iş organizasyonunun ise bir “üretim fonksiyonu” olduğunu düşünen ve bu fonksiyonun katsayısını “önemli” bulan biri, dile çok büyük bir sorumluluk yüklemektedir (Deirdre N. McCloskey: The Rhetoric of Economics, Madison: The University of Wisconsin Press, 1998, s. xix.).
Olmazsa belagat,anlaşılmaz din ile iktisat!
Yeni disiplinin kurucu anaları (ve babaları) özetle şunları söylüyorlar: İktisat biliminin “edebî bir karakteri” vardır ve edebî eleştiri (literary criticism) iktisatçılara, kendilerini anlamaları için bir model sunmaktadır. İktisatı “retoriksel” görmek, “matematiği terk etmek” anlamına gelmez. Şu demektir: İktisatçılar gerçekte birbirlerini ve dünya âlemi nasıl ikna ediyorlar? Arjo Klamer, konuya açıklık getirmeye çalışırken, 20. yüzyıl yönetim biliminin (management) kurucusu sayılan Peter Drucker’a tercüman oluyor gibidir:
- Piyasa bir söyleşi (conversation), girişimci ise bir belagat ustasıdır (rhetor); işi gücü insanları ikna etmek, onları bir şeye inandırmak olan biridir. Dolayısıyla, belagat, iktisat kadar önemli bir bilimdir ve ikisi iç içedir. Belagatin ilmî değerine ve hayati önemine ayna tutmaya çalışan Wayne Booth, 1960 yılında Oxford Üniversitesi’nde bir edebiyat profesörüyle ayaküstü sohbetini hatırlıyor: Ne öğretiyorsunuz? On sekizinci yüzyıl edebiyatı. Ya sizin alanınız ne? Belagat. Belagat mı? Evet, “Kurgunun Belagatı” (The Rhetoric of Fiction) başlıklı bir kitabı bitirmeye çalışıyorum. Edebiyat profesörü asabi ve şaşkındır: Belagat, ha! (Kaşlarını çatar ve arkasını dönüp gider.) Wayne Booth kırk yıl sonra Pennsylvania State Üniversitesi’nde “Belagat ve Kompozisyon” konferansına katılır (Yaz 2003). O yılın teması “Belagatın Yolculukları: Tarihler ve Ufuklar”dır; yaklaşık iki yüz belagatçı (retorisyen) görüş alışverişinde bulunur. “Keşke o kırk yıl önceki Oxford’lu bilgin de şimdi burada olsaydı” diye hüzünle geçirir içinden (The Rhetoric of Rhetoric, Malden: Blackwell, 2004, s. viii.).
İmdi, bu satırların gözümün önündeki “muhafazakâr” okuru, yazara şunu sormakta haksız mıdır: İyi de, belagat bir ilim miymiş, değil miymiş; ilimse iktisatla alakası var mıymış, yok muymuş, bize ne? Böyle meseleleri uzman yayın organlarında, “bilmem neyin iktisatı” tarzındaki akademik dergilerde ele almak ve konunun ehli ile tartışmak daha doğru değil mi? Atlarla, kedilerle haşır neşir Nihayet dergisinde bu muhabbet alakasız kaçmıyor mu?
Arjo Klamer’in diliyle cevap vereyim: Din bir söyleşi (conversation), vaiz ise bir belagat ustasıdır (rhetor); işi gücü insanları ikna etmek, onları bir şeye inandırmak olan biridir. Bundan ötesini İslam Ansiklopedisi’nin “Belagat” maddesinden özetleyeyim ki, meselenin sadece uzmanları değil, Allah’a ve paraya inanan herkesi ilgilendirdiğini bir nebze hissettirmiş olabileyim. (Yüzüme öyle şaşkın ve öfkeli bakmayın lütfen: Birbirimize imanımız olmasaydı para olmazdı!)
İslam dünyasının yüz akı ansiklopedimiz özetle der ki: Belagat terim olarak biri meleke (eloquence), diğeri ilim (rhetoric) olmak üzere iki manada kullanılmıştır. Meleke olarak belagat, “sözün, fasih olmakla beraber yer ve zamana da uygun olması”dır. Belagat henüz ilim hâline gelmeden önce meleke olarak şair, yazar ve hatiplerde, hatta halkın dilinde vardı.
Birer belagat terimi kabul edilecek olan teşbih, mecaz, istiare, takdim, tehir, cinas, mutabakat vb. edebî sanatlar (= McCloskey: figures of speech) her dil ve kültürde daima kullanılmıştır. İbnü’l-Mukaffa’ya göre belagat, “sözü herkesin kolay kolay söyleyemeyeceği tarzda söylemek”tir. Cahiz’e göre “lafızla mananın güzellikte birbiriyle yarışması, manadan önce lafzın kulağa, lafızdan önce de mananın zihne süratle ulaşması”dır.
Maddenin yazarı Hulusi Kılıç, ilim olarak belagati ise şöyle izah ediyor: Düzgün ve yerinde söz söyleme usul ve kaidelerini inceleyen belagat, üç fenne ayrılır: meani, beyan ve bedî’. Belagat, Arap dili ve edebiyatıyla ilgili ilimler içinde bağımsızlığına en geç kavuşanıdır. Zira Kur’an-ı Kerim’in i’cazını anlayabilmek için Müslüman milletlerin ve çeşitli nesillerin uzunca bir süre bu konu üzerinde çalışıp belagatın ilkelerini, metot ve terminolojisini ortaya koymalarını beklemek gerekiyordu. Ancak bu tarihî süreçten sonra belagat bağımsız bir ilim olabilmiştir.
Günümüze kadar çeşitli isimlerle anılmıştır: mecaz, fesahat, beyan, bedî’, nakdü’ş-şi’r. Çağdaş müelliflerden Taha Hüseyin belagat için beyân kelimesini, Emin el-Huli ise fennü’l-kavl terkibini kullanmıştır. (Nitekim kavramın Yunanca orijinali rhetorike, “konuşma sanatı” anlamına geliyordu. Roma dünyasındaysa Cicero, birbirleriyle savaşan ilk insanların “belagat sahibi bilge ve büyük bir insan tarafından” bir araya getirilip, “vahşilerden medeni insanlara dönüştürüldüğünü” söylüyordu. Bkz. J. Ricards: Rhetoric, London: Routledge, 2008, s. 3-4.)
Usta ile çırağı: Thomas Mann ve Orhan Pamuk
Alman romanlarında ticari belagati araştıran Ernest Schonfield, edebiyat, siyaset ve iktisadi faaliyetin ortak paydasının belagat olduğuna işaret ediyor. “Kadim Yunan ve Roma’dan bugüne değin, belagat, şair ve siyasetçilerin, hukukçu ve rahiplerin, tüccar ve idarecilerin zorunlu araştırma alanı olmuştur.
Aristo Rhetorike’de belagatı ‘herhangi bir durumda, eldeki ikna araçlarını gözetme melekesi’ olarak tanımlar. Hülasa belagat size insanları, dilediğinizi yapma hususunda ikna etmeyi öğretir” (Business Rhetoric in German Novels: From Buddenbrooks to the Global Corporation, Rochester/New York: Camden House, 2018, s. 3.). Aristo’ya göre insanları ikna sürecinde başlıca üç önemli öge vardır: konuşanın karakteri (ethos), dinleyenlerin duyguları (pathos) ve kelimelerin mantıksal içeriği (logos). Dikkat ediyor musunuz: İkna sürecinin akli boyutu ancak üçüncü sırada yer alabiliyor. En güçlü ikna unsuru, konuşmacının ortaya koyduğu kişiliktir. Aristo ethos derken konuşmacının inancına değil, dinleyenlerin onun karakterine dair algılarına atıfta bulunuyor. Ses tonunuzla, jest ve mimiklerinizle, icra tarzınızla bu ikna sürecini yönlendirirsiniz.
Demek ki iknanın icrai (edimsel/performative) bir boyutu vardır. Siyasi hitabet karar vermeye dairdir; bizi bir şeyi yapmaya veya yapmamaya teşvik eder. Schonfield’e göre, Aristo’nun siyaset için söyledikleri iktisat için de geçerlidir.
Çağdaş bir iktisat kitabından hareketle, modern insanı verimli çalışmaya ikna etme sürecinde iktisatla alakalı olarak kendisine söylenmeyen beş şeyin şunlar olduğunu belirtir:
- 1. İktisatın % 95’i sağduyudan ibarettir.
- 2. İktisat bir bilim değildir.
- 3. İktisat siyasettir.
- 4. Bir iktisatçıya asla güvenme!
- 5. İktisat, uzmanlara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir (Ha-Joon Chang: Economics: The User’s Guide, 2014. Schonfield, s. 9.).
Schonfield kitabına Thomas Mann’ın Buddenbrooklar romanının analiziyle giriyor. Alman edebiyat dahisinin 1900 yılında ve yirmi beş yaşında yazdığı bu şaheseri tam otuz yıl önce okumuş ve Mart 1990’da Dergâh dergisinin ilk sayısından itibaren, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanıyla karşılaştırmalı biçimde incelemiştim.
- Birey, Burjuva ve Zengin başlıklı kitabıma giren bu yazıda Marx, Sombart, Weber, Ülgener gibi iktisatçı ve toplumbilimcilerden hareketle din ile iktisat arasındaki girift ilişkilere ayna tutmaya çalışmıştım. Bir kısmı Nihayet yazılarımdan oluşan Roman Diliyle İş Hayatı başlıklı kitabımı yayına hazırlamak üzere olduğum bu günlerde, meseleye daha geniş bir perspektiften nasıl bakabileceğimi düşünüyorum.
Dergâh yazılarını şöyle noktalamıştım: “Müslüman Anadolu burjuvalaşıyor. Çok sayıda tedirgin genç müteşebbis, yerli ve yabancı büyük sermayedarlarla tarihî bir kapışmanın eşiğindeler. Hepsi değilse bile, birçoğu dinî motifleri iş hayatlarında açıkça kullanıyor, âlimlere fetva soruyor, faiz ve sigorta meseleleri gündeme geldiğinde alınlarından ter damlıyor. Batı romanı, günahkâr bireyin itirafları üzerine kurulmuştu. Doğu romanı, tedirgin bireyin şüphe ve tövbesini merkeze alacak. Ama nerede o romancı? Orhan Pamuk, Herr Rudolph’un ülkesine (ruhen) iltica edeli yıllar oldu.”
Mayıs sayısındaki romanımızın Buddenbrooklar, haziran romanımızın ise Cevdet Bey ve Oğulları olacağı böylece duyurulmuş oluyor.