Buddenbodur, sanatçı Budur!

Buddenbodur, sanatçı Budur! ​
Buddenbodur, sanatçı Budur! ​

" Kalebodur, seramik budur! " reklam sloganını Türkiye’de bir vecize gibibenimsetmeyi başaran İbrahim Bodur, tam da Thomas Mann’ın kalemine layık bir “sanatçı sanayici” idi. Şiir ve musikiye meraklıydı ama sanatçılığı“işinden ayrı bir sanata” ilgisinden gelmiyordu. Sanatı, işiydi.

Seramik sanatçısı Hamiye Çolakoğlu, Kalebodur serüvenini şöyle özetliyordu: Çanakkale Seramik benim dünyamdır. ‘Nereye gidiyorsun?’ diyorlar, ‘Cennetime’ diyorum. Anlıyorlar ki Çan’a gidiyorum.”
Seramik sanatçısı Hamiye Çolakoğlu, Kalebodur serüvenini şöyle özetliyordu: Çanakkale Seramik benim dünyamdır. ‘Nereye gidiyorsun?’ diyorlar, ‘Cennetime’ diyorum. Anlıyorlar ki Çan’a gidiyorum.”

Otobiyografisinin hazırlanmasına katkıda bulunmaya çalışırken, ömrünün son üç yılında sıklıkla bir araya geldik. Mümin bir insandı; çalışmayı ibadet sayıyor, işiniz cennetiniz olmalı, diyordu.

Kendisiyle yıllarca zevkle çalışmış ünlü : “Bana bazen sorarlar, ‘Ya ne yapıyorsun?’ ‘Çamura düştüm’ diyorum, ‘çıkamıyorum.’ Çamur deryası farklı bir dünya. İnsanoğluna teslim olan tek madde çamurdur. Elinizle istediğiniz biçimi verebiliyorsunuz. Duygularınıza teslim oluyor ve düşüncelerinizi onda biçimlendiriyorsunuz. Onun için ben çamurla özdeşleştim. Çanakkale Seramik benim dünyamdır. ‘Nereye gidiyorsun?’ diyorlar, ‘Cennetime’ diyorum. Anlıyorlar ki Çan’a gidiyorum.”

  • Tıpkı Alman Buddenbrooklar gibi, uzak dedelere uzanan köklü bir tüccar aileden gelen İbrahim Bodur, Thomas Buddenbrook’un aksine, ticaretten ziyade sanayiciliği sanata yakın buluyordu.
  • İbrahim Bodur, Thomas Buddenbrook’un aksine, ticaretten ziyade sanayiciliği sanata yakın buluyordu.
  • " Ticaret son kertede kısırdı; sanayide “olmayan bir şey” yapıyor, onu icat ediyordunuz. “Şiir, roman, güfte, beste, resim, heykel… Bunların hiçbiri önce yoktur, sanatçı onu meydana getiriyor. Bizim işimiz de öyle: Hazırı satmıyor, önce meydana getiriyor, sonra satıyoruz. Dolayısıyla sanayicilikte çifte kazanç vardır. Birinci kazanç, ürettiğimiz eşyadan aldığımız zevktir. İcat zevki, sanat zevki, meydana getirme zevki. İkincisi ise ticari kazancımızdır. Sanayinin külfeti de nimeti de iki katlıdır.”

Mustafa Tunçalp, “İbrahim Bey sanatın her türüne meraklıdır. İşini de bir sanat gibi ele alıyor. Daima en iyisinin, en güzelinin yapılması için bizlere destek oluyor, teşvik ediyor” derken; son noktayı gene Hamiye Çolakoğlu koyuyordu: “Düşünün bir kere, İbrahim Bodur şiir yazan bir adam. Harika bir şey bu. Şiirleri oldukça hümanist, sevgi dolu. Etrafına neşe ve cesaret saçıyor. Biz onun çevresinde, bir ışık altında yaşayan çocuklar gibiydik. Seven bir insan. Saygı duyan bir insan. Güvenen ve önünüzü açan bir insan. Sanat ile sanayi en çok bu adamda birleşmiş. Teknolojiyi, ülkemizin kendi etnografik ve sanatsal yaşamını geliştirmede kullanıyor. Harika!”

Girişimci memur değil, sanatçıdır! Thomas Buddenbrook ise tüccar sanatçıydı.
Girişimci memur değil, sanatçıdır! Thomas Buddenbrook ise tüccar sanatçıydı.

Girişimci memur değil, sanatçıdır! Thomas Buddenbrook ise tüccar sanatçıydı. Gençliğinde “hiciv ve polemik sanatıyla ünlü bazı modern yazarlara duyduğu aşırı sevgiyle” herkesi hayrete düşürmüştü. Üçüncü kuşak girişimci sayılırdı; aile âdeta İbn Haldun’un öngörüsüne uygun olarak dördüncü kuşakta, onun “sadece sanatçı” bir ruha sahip olan oğlu Hanno ile tarihe karışacaktı. Fakat kendisi girişkendi; ipleri ele aldıktan sonra firmasını şahlandırmıştı. “İşletmeye taze kan ve girişimci bir ruh geldiği çok geçmeden anlaşıldı.” Önceki idareciler nezdinde “salt bir kavram olan, bir kuram ve lüks gibi görünen krediler bilinçli bir şekilde kullanılmaya” başlanmış, firma çok büyük kazanç sağlamıştı.

Ticaret erbabı birbirlerine bakıp başlarını sallayarak Buddenbrook para kazanmasını biliyor” demişlerdi.1 Thomas’a göre, iş adamı asla memur olmamalıdır! Tabii bunun için kişilik gerekir, özel bir insan, bir tür sanatçı olmak gerekir. “Bu da benim yaradılışımda var. Büroda oturup bütün gün dosyaları karıştırarak başarı sağlanacağına inanmıyorum.” Ya nasıl yakalayacaksınız o talih kuşunu? “Ben işlerin gidişini bakışlarımla, ağzımla ve davranışlarımla yönetmek... onu kendi hür irademin, yeteneğimin ve başarımın egemenliği altına almak isterim.”

İbrahim Bodur bir açılışta
İbrahim Bodur bir açılışta

Tıpkı büyükbabası gibi! O da dört atlı koşu arabasıyla Güney Almanya’ya seyahat eder, ticari tecrübesi, etkileyici görünümü ve belagat gücüyle sayısız ihale kazanırdı. “Pudralı saçı ve ayağında iskarpinleriyle Prusya ordusuna mal sevk eden bu ihtiyar Buddenbrook, bütün hünerlerini göstererek çevresindekileri büyüler ve çuval dolusu para kazanırdı.”

Büyükbaba, Max Weber’e uygun bir girişimci değildi. Weber’in örnek girişimcileri “dünyevi zahidler” diyebileceğimiz, işine dört elle sarılan ama onu sadece dünyevi kazanç vasıtası saymayıp, aynı zamanda ilahi bir vazife telakki edenlerdi.
Büyükbaba, Max Weber’e uygun bir girişimci değildi. Weber’in örnek girişimcileri “dünyevi zahidler” diyebileceğimiz, işine dört elle sarılan ama onu sadece dünyevi kazanç vasıtası saymayıp, aynı zamanda ilahi bir vazife telakki edenlerdi.

Büyükbaba, Max Weber’e uygun bir girişimci değildi. Weber’in örnek girişimcileri “dünyevi zahidler” diyebileceğimiz, işine dört elle sarılan ama onu sadece dünyevi kazanç vasıtası saymayıp, aynı zamanda ilahi bir vazife telakki edenlerdi. Nitekim İbrahim Bodur’a, iş yeri ile cennet arasında bu denli özdeşlik kurmasının ne kadar doğru olduğunu sorduğumda şu cevabı vermişti: “İşini dinî ve millî bir görev sayan biri için iş yeri cennet değilse nedir?”

Thomas Mann, Weber’in kendi romanından birkaç yıl sonra yayımlanan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu başlıklı tezini, burjuvazinin psikolojisine dair kendi görüşlerinin teyidi sayıyordu.2

Çünkü büyükbaba olmasa da, oğul Konsül Buddenbrook (Thomas’ın babası) tam Webergil portreye uyan bir dindar burjuva idi: Duasız nefes alamayan, korku ile ümit arasında yaşayan mümin bir iş adamı.

  • “Ey yüce Tanrım! Her başımız sıkıştığında, tehlikelerle karşılaştığımızda bize yardım eden, buyruklarını doğru anlamamız, senden korkmamız ve buyruklarına karşı gelmememiz için bize yol gösteren başka bir Tanrı var mı? Yeryüzünde yaşadığımız sürece bizleri yönetmekten, bizlere doğru yolu göstermekten bizi mahrum bırakma.”

Dindar burjuva sadece kendini düşünmüyor, zürriyetinden gelecek olanları da sağlama almak istiyordu: “Yeni doğan kızıma 150 talerlik sigorta poliçesi yazdım. Yüce Tanrım onu doğru yoldan ayırma, ona temiz bir yürek bahşet ki, ileride senin o sonsuz barış bahçene girebilsin” (s. 49). Ne var ki, böylesine yürekten dua ettiği kızının, âşık olduğu gençle evlenip bu dünyada mutlu bir hayat yaşamasına izin vermeyecekti.Çünkü kendisi de aşk evliliği değil, akıl evliliği yapmıştı.

Babası onu bir gün yanına çağırarak omuzlarını tıpışlamış ve “firmaya yüklü bir drahoma getirecek olan zengin Kröger ailesinin kızını” işaret etmişti. (s. 51) Aslında Tony küçük bir kızken tam da babasının arzu ettiği tarzda fikirlere sahipti. “Tabii ki bir tüccarla evleneceğim” diyordu. “Evimizi istediğim gibi döşeyebilmemiz için çok paralı biri olmalı. Ailemin ve firmamızın saygınlığını korumalıyım” (s. 81). Julchen adlı arkadaşı o yaz “sonradan görme” bir ailenin çocuğu olan August Möllendorph ile nişanlanacaktı. Tony üzgün ve öfkeliydi: “Julchen bunu yapacak, ha! Artık birbirlerine aitler! Ne can sıkıcı bir durum!Soyu sopu belirsiz bir aile...” İleride işleri ele alacak olan rasyonel kardeşi Tom, onun bu toy fikirlerine karşı çıkıyor, Möllendorphlar’a ait Strunck ve Hagenström firmasının işleri yolunda gidiyor, önemli olan da bu zaten, Julchen daha iyisini bulamaz, diyordu!

Möllendorphlar’ın haramzadeliğinden başka bir şeyi gözü görmeyen Tony çılgına dönüyordu: “Kuşkusuz öyle! Ama işlerini nasıl yürüttüklerini de herkes biliyor... hiç kimseye saygı göstermeyerek... herkesi çiğneyerek...”

Fritz Wagner'in The Merchants Guild (Tüccarlar Loncası)tablosu
Fritz Wagner'in The Merchants Guild (Tüccarlar Loncası)tablosu

Thomas’ın cevabı ise “Dinî duyarlılık ilk kuşak için geçerlidir; işler yoluna girdikten sonra bir yana konabilir” diyen Weber’i haklı çıkaracak tarzdaydı: “Evet ama bunların hiç önemi yok. Önemli olan para kazanmaktır. Bu nişanlanma işine gelince, mükemmel bir alışveriş doğrusu. Julchen bir Möllendorph, August ise iyi bir iş sahibi olacak” (s. 106).

Öfkesi burnunda Tony, bu tür insanlardan nefret ettiğini söyleyince, Tom taşı gediğine koyuyordu: “Eğer bu Hagenströmlerle aynı düzeyde olmak istiyorsan, o zaman Grünlich’le evlenmekten başka çaren yok!” Oysa çirkin Grünlich sahtekârın tekiydi ve bu evlilik sayesinde alacağı drahoma ile hesapsızca birikmiş borçlarını kapatacaktı. Ona referans olan “büyük tüccarların” hepsi de alacaklarını tahsil peşinde koşan sırtlanlardı.

Aşk değil, akıl evliliği yap! Tony, devrimci fikirleri olan tıp talebesi Morten’e tutulmuştu. Hemen her konuda “sert ama adil görüşleri olan” Morten, soyluları “budala ve aşağılık yaratıklar” diye küçümsüyordu. “Bir insan doğuştan üstün ve ayrıcalıklı olabilir mi hiç... Nasıl olur da bir insan soyluyum diye bize yukarıdan bakabilir? Bütün çaba ve başarılarımıza rağmen onun konumuna yükselemeyen bizlere nasıl hor bakabilir? Böyle şey olur mu?” Tony, Morten’den hoşlanıyor fakat anlamakta zorlandığı fikirlerinden de tedirgin oluyordu.

Morten, yükselen burjuvazinin hür ve gür sesiydi. Gökteki baba gibi, tahttaki baba ile de aracısız iletişimden yanaydı: “Bizler, şimdiye kadar üçüncü sınıf diye adlandırılan biz burjuvalar, yalnızca başarıya dayanan bir soyluluktan yanayız, o çürümüş soylular sınıfını artık tanımıyoruz. Herkes, devletin yasaları önünde eşit haklara sahip olsun istiyoruz.

Tanrı ile kulları arasına girilmesini istemediğimiz gibi, birey ve devlet ilişkileri de aracısız yürüsün istiyoruz! Basın, çalışma ve ticaret yapma özgürlüğü istiyoruz... Bütün insanların ayrım yapılmaksızın birbirleriyle rekabet etmesini ve başarılı olanın ödüllendirilmesini istiyoruz...” Uzunca bir süre susarlar, denizin hışırtısı gelir kulaklarına. Ve beklenen şimşek çakıverir: “Tony, birdenbire Morten’le aynı görüşleri paylaşıyormuş hissetti, onun ‘Özgürlük’ dediği şeye karşı büyük bir anlayış, ne olduğunu pek sezemediği ama içten içe kendisinin de özlediği bir anlayış beslediğini düşündü.” (s. 124-7).

Tony, babasına bir mektup yazarak, tipinden ve hiçbir davranışından hoşlanmadığı Bay Grünlich ile evlenmek istemediğini, tercihinin tıp talebesi Morten Schwarzkopf olduğunu belirtir. Morten zengin değildir ama Orhan Gencebay da “Parayla saadet olmaz!” demiyor mu? “Tüccar kızının bir tüccarla evlenmesinin gelenek olduğunu kuşkusuz biliyorum. Morten bir tüccar değil ama en az onlar kadar seçkin biri, bir bilgin. Zengin değil, bunu sizin ve annemin önemseyeceğini biliyorum ama sevgili babacığım, şunu söylememe izin verin, yalnızca parayla insanın mutlu olamayacağını genç yaşıma rağmen öğrenmiş bulunuyorum.” Babası cevabi mektubunda kızını “atacağı sorumsuzca bir adımın doğuracağı sonuçlarla” korkutur pek tabii.

  • “Sevgili kızım, bizler uzağı göremeyen gözlerimizle kendi kişisel mutluluğumuz için dünyaya gelmedik. Çünkü bizler tek başına var olan ve yalnızca kendisi için yaşayan yaratıklar değiliz, tersine hepimiz bir zincirin parçalarıyız. ... Eğer başına buyruk hareket edip kendi çizdiğim yolda yürürüm diyorsan, o zaman ne benim kızım ne de Tanrı’nın rahmetine kavuşan büyükbabanın torunu ve ne de ailemizin saygın bir üyesi olmaya layık olmadığını göstermiş olursun.” (s. 132-3) Aslında uzağı göremeyen gözler onda değil, anne ve babasındaydı. Buna rağmen Tony fazla ısrar etmiyor ve “gelenek” bozulmuyor. “Çünkü ailenin yazgısını olağanüstü bir güzellikle belirleyen en küçük bir ayrıntı bile Tanrı’nın isteği ve eseriydi. ... Bir zincirin halkası olarak sorumluluğu büyük biriydi, eylem ve kararlarıyla ailenin soyağacı kitapçığında hak ettiği yeri almalıydı!” Aynı şekilde Tom da, şirket işlerini takip için başka bir şehre gönderilince, tezgâhtar sevgilisi Anna’dan hemen ayrılıveriyordu. “Makul olmak zorundayız, elimizden ne gelir ki?
  • Böyle durumlara katlanmamız gerekir. Her şey kararlaştırıldı ve planlandı. Beni Amsterdam’da bekliyorlar. Bir gün bile geç kalamam! Yazgımızın bize çizdiği yolda yürümek zorundayız.” (s. 150-1)

Olay Diyarbakır’da geçiyor olsaydı, gençlerin mukadder hazin sonu üzerine muhakkak bir türkü yakılırdı: “Kırklar Dağı’nın düzü/ Karanlık bastı bizi/ Kör olasın Suzan Suzi/ Ziyaret çarptı bizi.”

1 Thomas Mann: Buddenbrooklar: Bir Ailenin Çöküşü, İstanbul: Can, 2009, s. 237. (Yazı boyunca metindeki tüm vurgular benim.)

2 Ernest Schonfield: Business Rhetoric in German Novels, Rochester: Camden House, 2018, s. 26.