Osmanlı’nın kimlik ve toplumunu inşa eden bir eser: Envârü’l-Âşıkîn
Envârü’l-Âşıkîn Osmanlı Türk-İslam toplumunun düşünce yapısını ve din anlayışını şekillendiren temel eserlerden biri… Çok sayıda baskısı olan eserin bugüne kadar ilmî bir metodla yapılmış yayını yoktu. Marmara Üniversitesi Araştıma Görevlisi ve aynı zamanda yazarlarımızdan Abdullah Uğur’un, eserle ilgili doktora tezi Prof. Dr. Şinasi Tekin’in Türk, İslâm ve Orta Asya kültürlerinin ana kaynaklarını yayımlamak üzere Harvard’da başlattığı Sources of Oriental Languages and Literatures (SOLL) serisinden yayımlandı. Biz de Abdullah Uğur ile sadece edebiyat araştırmaları için değil, sosyoloji, kelâm, İslâm tarihi gibi alanlar için de büyük bir kazanım olacak çalışmasını, Ahmed Bîcân’ı ve tabii ki Envârü’l-Âşıkîn’i konuştuk.
Ahmed Bîcân’ın meşhur eseri Envârü’l-Âşıkîn üzerine bugüne kadar yapılmış kapsayıcı bir çalışma yoktu. Farklı kütüphanelerden çok sayıda yazmaya ulaştınız. Nüshaların edisyon kritiğini yaparken nasıl bir yol izlediniz?
Benim tespit edebildiğim günümüze ulşamış nüsha sayısı 152. Yazma nüshaya ulaşamadığım yahut yazma nüshaların bugüne ulaşamadığı fakat farklı kayıtlardan -özellikle vakıf kayıtlarından- tespit edebildiğimiz nüshalar da var.
Bu nüshaların sayısı 11. Bir de tabi Osmanlı döneminde de basılıyor Envârü’l-Âşıkîn. Merhum Seyfettin Özege’nin Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu adlı eserinde 17 farklı basım kaydedilmiş. İlk baskısı 1845 tarihinde Tabhane-i Âmire’de yapılmış ve Devlet arşivlerinde eserin 1200 adet basıldığı kayıtlı.
Batı’da modern anlamda Karl Lachmann ile başlayan tenkitli neşir anlayışı daha sonra Paul Maas’ın (ö. 1964) Textkritik adlı kitabı ile devam etmiş, uzun bir süre boyunca Maas’ın görüşleri genel geçer yasalar olarak kabul edilmiştir. En basit haliyle söylenecek olursa Lachmann’ın görüşü -bugün Türkiye’de edebiyat çalışanların da hâlen kabul ettiği- hatalarda müştereklik formülüdür. Hatalarda müşterek olan yazmalar metnin bir rivayetini/kolunu oluşturur ve bunlar arasında en eski tarihli olan nüsha bu kolu temsil eder. Tabii sonraları bu yönteme Giorgio Pasquali, Joseph Bédier daha sonraları ise Martin West tarafından önemli eleştiriler getirilmiştir.
- Eleştirilerin temelinde Maas’ın, nüshaların kendi içyapısını mükemmel yani şahsî hataya yer bırakmayan bir şekilde düşünmüş olması yatmaktadır. Maas’ın nüshalar arasındaki ilişkiyi matematiksel bir işlem olarak düşünmesinden dolayı ortaya koyduğu şecereler her zaman birbiriyle dikey bir şekilde ilişkilidir.
West, nüshaların her zaman birbiriyle sadece dikey değil yatay olarak da ilişkide olduğunu ve bu durumlarda kolbaşı denen nüshaların seçilemeyeceğini, bu yüzden de edisyon kritikte son aşama olan metnin inşasının yani yazarın metnine en yakın nüshanın hiçbir zaman sağlıklı bir şekilde ortaya konamayacağını açıkça ileri sürmüştür.
Yani en temelde benim ortaya koyduğum metin 153. nüsha olarak kabul edilebilir. Öte yandan edisyon-kritik yöntemi metni yazıldığı anda var olan ve oradaki donuk metne erişmeyi amaçlayan bir felsefeye sahiptir. Ben elimden geldiği kadar metne yapılan kimi ekleme ve çıkarmaları, metne dahil olmayıp da metin kadar değerli olan, temellük, vakıf, kıraat vb. notları da çalışmama dahil etmeye çalıştım.
Bu eseri seçmenizin özel bir nedeni var mı?
Eseri seçmekteki temel amacımı Umberto Eco’dan bir alıntıyla açıklamaya çalışayım: “Edebiyat, dili biçimlendirmeye katkıda bulunurken kimlik ve topluluk yaratır.
Homeros olmadan Yunan uygarlığının, Luther’in İncil çevirisi olmadan Alman kimliğinin, Puşkinsiz Rus dilinin, kuruluş şiirleri olmadan Hint uygarlığının halinin ne olacağını düşünelim” diye bir soru atıyor ortaya. Osmanlıda kimlik ve toplumu inşa eden üzerinde uzlaşılmış belli başlı eserlerden birisi Envârü’l-Âşıkîn olduğu için eseri çalışmaya karar verdim. Envârü’l-Âşıkîn nüshalarından yola çıkarsak eserin kıraat meclislerinde, sarayda, tekkelerde okunduğunu, vaazlarda hoca efendiler tarafından eserden kısa anekdotların aktarıldığını, örneğin Ramazan ayı ise Ramazan’a dair bölümün vaaz esnasında okunduğunu biliyoruz.
Bir de tabii edebiyat tarihi çalışanların mensur eserlere mesafeli olması da bir etken oldu. Belki bu mesafeyi biraz kapatmış oluruz.
Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân’ın hayatından ve eserin yazıldığı dönemden bahseder misiniz?
Ahmed Bîcân hayatının bir kısmını II. Murad’ın saltanatı zamanında bir kısmını da Fatih Sultan Mehmet’in saltanatı zamanında geçirmiş.
Eserlerini Türkçe kaleme almasında II. Murad’ın Türkçe telif faaliyetlerine verdiği desteğin şüphesiz büyük rolü vardır. Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân Efendi Muhammediye sahibi Mehmed Efendi’nin küçük kardeşi. Babaları Yazıcı Salih melhame türünde Şemsiyye adlı bir eser kaleme almış, Devlethan ailesi için çalışmış bir kâtip. Yazıcı lakabı da buradan geliyor. Yazıcı Salih Efendi’den başlayarak ailenin Ankara ve Hacı Bayram-ı Velî ile de sıkı bir ilişkileri var. Evliya Çelebi, Yazıcı Salih’in Hacı Bayram’ın halifelerinden olduğunu ve Ankara’da medfun bulunduğunu söylüyor. Aynı şekilde iki kardeş de Hacı Bayram’ın halifeleri arasında zikrediliyor. Bununla birlikte ailenin vatan-ı aslisi Gelibolu, Tekirdağ civarları. Ahmed Bîcân Gelibolu’da doğuyor ve eserlerinden “gazâ şehri olan Gelibolu’da” doğmaktan dolayı Allah’a şükrettiğini söylüyor. Vefatına kadar da burada yaşayıp Yazıcıoğlu Mescidi’nin haziresine sırlanıyor. Maalesef hayatı hakkındaki bilgilerimiz aşağı yukarı bunlarla sınırlı. Fakat eserlerinden iyi bir eğitim gördüğünü, özellikle Fusus şerhi tercümesinden Ekberî tasavvuf düşüncesinin incekonularına vakıf olduğunu anlıyoruz.
Ahmed Bîcân’ın Envârü’l-Âşıkîn’i telif sebepleri nelerdir? Eser kaç bölümden oluşur ve bu bölümlerde nelerden bahsedilir?
Ahmed Bîcân üç sebep sayıyor:
İlki, Peygamber efendimizin şefaatine nail olmak. İkincisi şöyle: Ahmed Bîcân ağabeyine dünyanın geçici olduğunu, isminin bu âlemde kalması için bir “yâdigar düzmesini” söyler. Ahmed Bîcân’ın bu sözü üzerine ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed Efendi Megâribü’z-Zamân adlı eserini kaleme alır ve bu eserin içine on iki ilmin hâsılını derc eder. Daha sonra Yazıcıoğlu Mehmed Efendi, Ahmed Bîcân’a “senin sözünle bu eseri vücuda getirdim, sen şimdi bu eseri Türkçe’ye çevir” diyerek Megâribü’z-Zamân’ı Türkçe’ye çevirmesi yönünde istekte bulunur ve ekler: “Tâ kim bu bizüm ilün kavmi dahi ma’ârifden ve envâr-ı ilmden fâide görsünler.”
Üçüncü telif sebebi ise ehlullâhdan bir cemâatin gelip Ahmed Bîcân’a zamâneden şikâyet etmesi ile başlar. Bu günlerde cehalet ve taklidin çoğaldığı, insanların hevâlarına meşgul olup kendisini müteşerri diye tanıttığını yahut Hak’tan gayrısına meşgul olup kendini muhakkik olarak tanıttığını söylerler. Din adamlarının azdıklarını, insanları da Hak yolundan azıttıklarını söyleyerek şikâyetlerini dile getirirler ve bir kitap yazılmasının gerekli olduğunu söylerler.
Ahmed Bîcân önce böyle bir isteğin zor bir iş olduğunun ifadesiyle özür beyan eder. Daha sonra ikinci telif sebebindeki Türkçe konusuna tekrar dönülür ve Ahmed Bîcân “zâhir ve bâtın ilimlerde zâhir ve bâtın ulemâsının çok kitaplar yazdığını fakat bunların ya Arapça yahut Farsça olduğunu, her isteyen kişinin bu kitapları okuyup manasını latîf olarak çıkaramadıklarını belirtir ve kendisinin zâhir ve bâtın ilimlerde Türkçe bir kitap düzmek istediğini ifade eder.
Eser beş ana bölümden oluşmaktadır. Fakat bu bölümleme o kadar kesin değildir. İsmail Akra hoca Mzıraklı İlmihal’i yayına hazırlarken önsözde şöyle yazmış: ““Bir bakıma Kur’ân’ın meseleleri anlatış tarzına benzer bir yol izlenerek çok hususi bir üslupla inançları, ibadetleri ahlâk kurallarını, yaşama üsluplarını vs. hayatın ayrılmaz ve bölünemez birer parçaları gibi iç içe, yan yana verme tarzını seçmiştir.” Envârü’l-Âşıkîn de aynı şekilde belirli bölümlere ayrılmış gibi gözükmekle birlikte bölüm başlığı ile içeriği her zaman uyumlu değildir.
Klasik Türk Edebiyatı içerisinde çok sayıda örneği bulunabilecek konular anlatıldığı halde Envârü’l-Âşıkîn diğer eserlerden daha çok ilgi görmüş hâlâ da görmektedir. Eseri diğerlerinden ayıran özelliği nedir?
Çalışmamda bu konuya da bir bölüm ayırdım. Özellikle Kutbüddin İznikî’nin Mukaddime adlı eseri ile neredeyse birebir denilebilecek ifadeler, 14. Yy.’da yazılmış Kısas-ı Enbiyâ tercümesi ile çok benzer bölümler bulunmakta. Kanaatimce eserin en güçlü yanı da bu.
Klasik metinler müşterek ortak bir dil ve üslupla bir gelenek oluştururlar. Metinlerin birbirlerinden bağımsız olarak varlıkları da bu müşterek zemine ne kadar bağlı oldukları ile alakalıdır.
Envârü’l-Âşıkîn’in bu müşterek zemini Türkçe’de oluşturan ilk eserlerden biri olması onu diğer eserlerden bir adım öne çıkarıyor. Bir diğer unsur ise eserin içeriğinin belirli bir sınıra sahip olmaması. Yani Envârü’l-Âşıkîn gazâlardan bahsetmekle birlikte bir gazavatnâme değildir yahut miraçtan bahsetmekle birlikte bir miraçnâme de değildir, Hz. Muhammed’in hayatını anlatmakla birlikte tam anlamıyla bir siyer de değildir. Hacc’ın farzlarına dair ilmihal bilgisi vermekle birlikte tam anlamıyla bir ilmihal de değildir. Envârü’l-Âşıkîn bütün bu türleri içerisinde barındırdığı için genel okuyucunun her türlü dileğine ve isteğine cevap verebilecek bir eserdir. Bunlara ek olarak Ahmed Bîcân’ın özellikle Türkçe kelimeler ile kurduğu secilerin ayrı bir önemi haiz olduğunu belirteyim.
Bir de Ahmed Bîcân’ın eserin sonunda bir duası var. Orada Allah’tan bu kitabını (Envârü’l-Âşıkîn’i) dünyada yüce kılmasını ve ahirette kendisine şefî eylemesini niyaz ediyor. “Duası makbul bir zat” olmalı ki bu dünyaya taalluk eden kısmının kabul olunmuş olduğunu görüyoruz.
Eserin Latin harfli baskılarında karşılaştığınız ciddi hatalardan birkaç örnek verebilir misiniz?
Eserin Tercüman 100 Temel Eser serisinden, Çelik, Pamuk, Semerkand gibi bir çok yayınevinden baskıları var hâlâ da yapılıyor. Kısmen yayınlayanlar tarafından sansüre uğruyor, kısmen de yanlış okumalar yüzünden eserde anlam sorunları oluyor. Ben yapılan sansürün -bence yanlış olsa da- iyi niyetli olduğunu hataların da matbu nüshaların temel alınması sebebiyle olduğunu düşünüyorum. Şöyle küçük bir kaç örnek verilebilir: Envârü’l-Âşıkîn’de küçük günahların anlatıldığı kısımda câiz olmayan yere bakmanın küçük günahlardan olduğu söylenmiştir. Mehmet Figânî tarafından 1970 yılında gerçekleştirilen baskıda ise “Küçük günahlara gelince yere bakmaktır” şeklinde bir ibare bulunmakta olup ibarenin sonuna da bir dipnot işareti konulmuş, dipnotta da “Atalar sözümüz yere bakan yürek yakandır” şeklinde hatalı bir açıklama konulmuştur. Aynı durum Ahmet Kahraman’ın 100 Temel Eser serisi için hazırladığı baskıda da görülmektedir. Kahraman küçük günahlardan bahsederken “Küçük günahlar ise şunlardır: 1- Yere bakmak, sinsi olmaktır” demektedir. Oysa bu ibareler metnin orijinalinde bulunmamaktadır. Bence bunlardan daha önemlisi Latin harfli baskılarda eseri bugüne getiren en önemli özelliği olan sade Türkçe ve samimî üslubun sadeleştirme adı altında değiştirilmiş olmasıdır.