Taşların anlattığı
Varoluşçu Psikiyatrist Victor Emil Frankl bir gün bir taşla konuşmuş. Bir psikiyatr taşlarla neden konuşur. Bu hastaların mesleği değil miydi? Esasında Frankl taşla konuşmuş da değil, taş onunla konuşmuş hem de ilk ve son kez.
Frankl’ın üzücü hikâyesi bir asker komutuyla başlıyor. Nazi dönemi ve Yahudilerin trenlerle bilmedikleri bir kadere taşındığı 1930’lu yıllar. Frankl Ailesi de trenden indirilmiş, bir kampın önüne getirilmişler. “Sen sağa, sen sola” diyerek bekleyenleri tasnif etmiş bir Nazi askeri. Solda kardeşi, annesi, babası ve eşi kalmış. Sağda kalanlar çalışmak üzere ayrılacak, solda kalanlar ya başka kamplara dağıtılacak veya derhal gaz odalarına yollanacaklar. Kader hayat ve ölüm arasına asker emriyle soğuk bir çizgi çizmiş.
Oysa genç doktor ailesini bu kaderden korumak için çaresizce bir çözüm aradığı gün bir taştan gelen o nasihatı dinlemiştir. O dönemde Psikoterapinin merkezi Amerika’dır. Frankl’ın genç bir Psikiyatristken en büyük hayali Amerikaya gitmek ve araştırma yapmaktır. Ama vizesini almadan kısa bir süre önce yeni bir karar çıkar. Yahudileri zorla kamplara taşıma kararı alınmıştır. Ancak doktorlar müstesna tutulur. Onlara ihtiyaç vardır. Aileleri de onlarla birlikte oldukları sürece bu himayeden istifade edeceklerdir.
Frankl’a ABD vizesinin geldiğini telefonla haber verirler. Genç doktorun Amerika’ya gitmeyi ne çok istediğini bilen arkadaşları bu habere sevinir. Ama genç doktor tereddüte düşer. Ne yapmalıdır? O gün içi sıkkın vaziyette bütün gün düşünür, caddelerde yürür:
Manevi bir çocuğum gibi gördüğüm psikoterapiye mi yoksa anne babama karşı mı sorumluyum? Derin bir çelişki içine düştüm. Kararsızdım. Nazilerin bir Yahudi olarak tanınmam için göğsüme iliştirdikleri Davud yıldızını elimdeki dosyayla kapattım ve tefekkür için Stephan Katedrali’ne gittim. Dua ettim. Hani göklerden bir haber beklersiniz ya işte öylece bekledim. Ancak işe yaramadı. Cevap gelmedi. İçim hâlâ karmakarışıktı.
Ve o akşam Frankl’e aradığı cevabı bir taş verir. Taş konuşur mu demeyin, evet bazen mürşid de olurlarmış. Bunu ben bir deliden öğrendim. “Dinlemeyi bilirsen taş bile bir mürşid olur konuşur sana” dedi bana. Konuştuklarının hiçbirini anlamıyordum. Galiba ya deli ya veli bu adam demiştim. “Beni dinleyemezsin sen” dedi. “En iyisi sen o taşı bekle. Ama önce şu pencereni bir kapat, şu içindeki sesleri bir yatıştır. Merak etme işlerin başı da sonu da aynıdır. Sen sadece şahitlik edeceksin. Duymayı öğreneceksin. Seni çok yerden kuşatmışlar. Ya kavga ediyorsun ya da hemen ram oluyorsun. Hepsine güzelce selam ver, yolundan çekilsinler.”
- Neden her kapıyı çalar insan en son aklına kendi evi gelir. Kendi kapısı, kendi kalbi ve yarası. “Why are you knocking at the every door? Go and knock at the door of your heart.” “Neden kapı kapı gezerek kendini perişan ediyorsun. Haydi git ve kendi kalbinin kapısını çal.”
“Ben ama konuşmayı çok severim” dedim.
“Kelime kelime gizlediklerin an gelir seni kalbinden vurur. Kelimeler değildir sadece gerçeğin işareti (nişanesi), kalbinin sessiz şahitleri çok” dedi.
Tamam dedim. Çaresizlik anlarımda ben de bana konuşan taşları dinledim. Bazen kararını çoktan verse de insan ondan başka bir delil ister. İnkâr edilmesine imkân olmaya bir delil. Bir ortak, bir şahit. Çünkü bazı kararlar taştan ağırdır, tek başına taşımak imkânsız.
Frankl 70 yaşının ortasında yükünün hafifletildiği o günü hatırlıyor, yutkunarak ve hıçkırarak anlatıyor: “Eve girdim. Babam içerde oturuyor. Önündeki radyo masasının üzerinde bir taş duruyor. Taşa bakıyorum merakla: “Bu da nedir?” “Nazilerin yıktığı havranın civarında buldum, hürmeten aldım, eve getirdim. Yerde bırakamazdım” diyor babam. Taşın üzerinde İbranice bir harf yazıyor. “Nedir?” diye soruyorum. “Mabed stütunundaki her harf, 10 emirden birine işaret eder” diyor ve okuyor:
Anne-babana hürmet et ve ülkende kal!
Bazen böyle olur, taşları da konuşturur. Merhametinden. Bazen hayatta bir an gelir ve Tanrı’dan tecellisi beklenir. Tecellisi, yani ben burdayım demesi. Çoğu vakit çaresizlikten. İnanmak bile şart değildir bazen. Çaresizlik bir bir belkiye yaslanarak Tanrı dâhil herkese seslenir.
Ve Tanrı, beşer dırdırından, rivâyetlerden, medresenin kıl-u kalından, hayatın orta yerine çağrıldığında ve gediğinde artık O’nu inkâr etmek, sesini duymamak, tecellisinden yüz çevirmek mümkün değildir.