Krizantem içimde bir yaradır
Şimdi oturmuş, elime zorla tutuşturulmuş bir kasımpatı tarafından sual olunacağım o meşum anı bekliyorum. Ne kadar sürecek bu bekleyiş, bir dahaki kasıma kadar mı, sonsuza kadar mı?
Dostoyevski
St. Petersburg’da, Nevski Manastırı’nın yanındaki mezarlıkta Dostoyevski’nin kabrine bırakılmış bir demet kasımpatıyı gördüğümde gözyaşlarımı tutamadım. Beyaz Geceler zamanı değildi belki ama Nastenka’nın Neva Nehri’ne karışan gözyaşlarını duyuyordum. Köprüden bir demet krizantem atmış mıydı Nastenka suya? “Sevgili okuyucum, o öylesine güzel bir geceydi ki, böylesini ancak gençliğimizde görebiliriz. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parlaklığına bakıp bakıp da, ‘Böyle bir göğün altında insan nasıl olur da öfke duyar, hırçınlaşabilir?’ diye düşünürsünüz. Ama bu düşünce de gençler içindir, sevgili okuyucum, hem de çok gençler için. Dilerim, sizin de gönlünüz uzun süre genç kalsın.” Beyaz gecelerin bu ilk paragrafını okuyunca, ben, kırkının eşiğindeki hülya adamı, bir krizantem gibi attım içimdeki Nastenka’yı Neva Nehri’nin sularına.
Bir Düş
Düşümde Yusuf’un kuyuya atıldığı günün akşamı beyaz taşa oturmuş ağlayan genç bir adam gördüm. Usulca yanına yaklaştım ve “Acını anlıyorum” dedim. O, gerçekten zatına hoşça bakmış biriydi. Genç adam, “Ben ona ağlamıyorum, ben de rüyaları tabir ettim, ben de onun gibi bal ü şeker konuştum, ağaçların yapraklarından harikulade libaslar dokudum, âmâları sağalttım ama kimse beni kuyuya atmadı, ben ona ağlıyorum” diye cevap verdi. Gittim, Sapanca’da halamın eski evinin bahçesindeki kuyuya bir buket kasımpatı attım.
Krizantem mabedi
Vaktiyle “krizantem mabedi” başlıklı bir yazı yazmıştım, bir deneme. Soğuğu ve “kar içinde yanan kar”ı ilk deneyişimdi bu. Kavramaksa çok sonraları gerçekleşecekti. Krizantemin kasımpatı olduğunu öğrendiğimde tarifsiz bir hisle doluvermiştim. O günlerden hatırladığım en berrak şey, krizantemin bir yalnızlık ayinine başlangıç manası taşıyor oluşudur; bir çeşit kavs-i mutalsam. Bu tılsımlı kavis bir “koy” tahayyülüne götürürdü beni ve orada “krizantem” imgesiyle örtüşürdü.
O koydaydı bütün anneler oluş’a doğru; kasımpatı bana… Açıklardaki bir ada silüetini boşluğun mihrabı sayar, o mihrabın ışıklarla dolup taşmasına göz yumardım. İri çiçeklerinin tüm tözünü üzerime döken kasımpatılar daha o günlerde hazırladılar bana bu büyük yalnızlığı. İnsanın insana değil, Allah’ın insana vereceği en değerli şey değil miydi yalnızlık?
Şimdi oturmuş, elime zorla tutuşturulmuş bir kasımpatı tarafından sual olunacağım o meşum anı bekliyorum. Ne kadar sürecek bu bekleyiş, bir dahaki kasıma kadar mı, sonsuza kadar mı? Sapı ruhuma doğru kıvrılmış, boynu mihrabıma uzanmış tek çiçek, sayısız bir çiçek olabilecek mi benim için?
Pencereden giren rüzgâr, tam şu anda kımıldanışlarını duyar gibi olduğum toprak altındaki hayatın ve kasımpatıların ne kadarını getiriyor ruhuma? Belki de o mabedin ölümcül bir yanı vardı; damarlarım kurumaya yüz tutmuş olduğuna göre sanki ayna tutmuş yüzüme ölüm!
Melankoli
Kasımda sadece “aşk” değil her şey başkadır. Melankolinin kara güneşi zeytinliklerdeki İsa’nın yüzünü aydınlatıyor.
Melankoli, benim de ilham perim… “Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.” Baştan ayağa göz kesiliyorum. Yokluğuyla teselli buluyorum, adıyla çağırmayı bilmediğin o şeyin. Dürer’in yerinde olsam melankoliyi kasımpatıyla anlatırdım. Keats “melankoliye ağıt” yakıyor, ben kasımpatıya…
De ki
Ey kırmızının tinsökümünü yapacak olan; “nasıl da ölümsüzsün aynasında aşkın” ve aşikâr. Bütün perdeler kalkmış aradan. Her şey gün gibi açık ve gül gibi. Lakin âteşîn harfleri olmadığı için esamesi okunmuyor onların; onlar, kasımpatılar… Her şeye bir işaret gibi bakmanın defteri olarak kullanıyorum kalbini, haberin olsun! Ve zatına bakışın, teslimiyetinin eşiğindeki altınlar kadar derin olsun!
Yağmurlar, kasımpatıların kokusunu taşıyan kervanlarıdır zamanın. Gölgesini güze ama derinde toplanan güze düşüren kervanlar. Şimdi bana, şairin “akşam toplandı derinde” mısraını, “hazan toplandı derinde” diye söyleten, o gölgede bulduğum ışıklardır; -varlığın huzmeleri yokluk sularına düşüyor. Yanmadan pervaneyi yakmayan, yakamayan muma sor kasımpatılarla örttüğüm akşamlarda nelerin aşikâr nelerin sır kılındığını kalbime…
- de ki: ben değilim, defterimdir mum gibi eriyen…
- de ki: ney’e doldurduğum mürekkeptir nefesim…
- de ki: kalemin adıdır Mansûr…
- de ki: süsüdür âteş, sûru yalnız benim kalbime üfleyen mim’in.
- de ki: işte, orada aradığım ve şimdi bulduğum ve bulmadan kaybettiğim…
- de ki: kasımlar yok artık lügatinde Aşk’ın…
- de ki: vakt erişti, hüsn’e boğ artık beni…
- ama yine de söylenmeyen’in güzelliğiyle kal…
- kasımpatılar gibi…
- sen, ey söylenmeye söylenmeye güzel kalan Sevgili!
Yara
Kimse Âşiyân’ın şairi kadar dokunaklı anlatmamıştır krizantemi:
Şafak âlûde bir hadîka gibi/Nazregâhımda ibtisam eyler/Sarı, fesrengi, penbe, sencâbi,/Bir kucak bir yığın şükûfe-i ter.//Krizantem bu hande-i sâfa/Münkalib girye-i yetîm-i hazân…/Nâf-ı zerrîni serper etrafa/Acı bir nefha, bir şemîm-i hazân.//Krizantem, bu namı pek severim,/Önce duydum onun lîsanından,/Bana mûnis bu gün o hatıradır.//Hep onun yadigârıdır kederim,/Açılır sonbahar olunca ıyan,/Krizantem içimde bir yaradır.’ Krizantem içimde bir yaradır; her mevsim kanar…
Haiku
“Keşiş yudumlar/krizantem sessizliğinde/sabah çayını” diyor şair. Kim, Başo mu? Şair-keşiş. Her krizantem nasıl yaraysa biraz, her şair de biraz keşiştir; -harmanisi eprimiş, dili seğirmiş, şarkısı yarım kalmış… Aşk’ın ipek yollarında yana yana yürüyen bir keşiş. On yedi hecelik bir sergüzeşt…
Et quand bien même
Paris’le Beyrut arasında kalan kalbimizi yeniden yazan şarkıdır. Jane Birkin’in beni altın bir lire döndürdüğü bu şarkı. Maldoror’un değil, bir hülya adamının şarkısı.
et quand bien même
je me lève aux aurores
et je fais les cents pas dans le corridor
les chrysanthèmes
sont des fleurs pour les corps
refroidis ça t' va bien quand tu dors
Ve Henriette fısıldıyor uyuyan şairi seyrederek: “Cenaze çiçeği kasımpatı, ne de yakışır sana, sen uyurken…”