Kırmızı sıvalı taş bina
Beyazıt’ta yolun sağındaki kırmızı sıvalı taş bina, uzun süredir restorasyondaydı. Yıllar önce öğrenciyken bir kez gitmiştim ve hep aklımdaydı. Tekrar kütüphane olduğundan emin bile değildim. Orhan Kemal İl Halk Kütüphanesi yazıyordu internette. Halk kütüphanesi olduğuna göre çoluk çocuk gitmenin sakıncası olmazdı. Tatil gününde sessiz duracakları, koşmayacakları ve kitap okuyacakları bir etkinlik.
Yaşadığımız kasabada çocuk kütüphanesi evimize çok yakındı. Haftada birkaç gün okuldan arta kalan zamanımızı orada geçirirdik kardeşimle. Beline kadar saçları olan, çok güzel giyinen genç bir memur abla vardı orada. Her gittiğimizde bizi güler yüzle karşılardı. O zamanlar ünite ödevleri yapmak için gerekli olan kitaplar ve ansiklopediler sadece kütüphanelerde bulunurdu ve onları eve ödünç vermezlerdi. Kütüphanenin üst katındaki büyük masaya yayardık Hayat Ansiklopedilerini. O kadar mutlu olurdum ki aradığım maddeyi ansiklopedide bulduğumda.
Gerçi ben okumak için aldığım romanları bir iki günde bitirip yenisini almak için bir haftayı bekleyemediğimden sadece kitap okumak için de giderdim sık sık kütüphaneye. Camekânlı dolaptaki karton kapaklı, renkli baskılı, üç boyutlu özel kitapları herkese vermezdi Sema Abla, biraz yalvarmak gerekirdi.
Üç yıl önce emekli olma nedenlerimden birisi, yazmaya ve okumaya biraz daha fazla vakit ayırabilmekti. Hayaller kurup çok güzel planlar yapmıştım. Haftada bir günümü yazmaya ayıracaktım ve bunu İstanbul’un farklı kütüphanelerinde yapacaktım. Millet Kütüphanesi’ni hiç görmemiştim mesela. Okumak için de İstanbul’un tarihi ve coğrafi güzel mekânlarını seçecektim birer birer. Beykoz sahili, Süleymaniye Avlusu, Mihrimah Sultan Camii, Kariye Müzesi... İhmal ettiğim ve özlediğim üç şey: Okumak, yazmak ve İstanbul.
Ancak emekli olmanın başka bir yüzü daha vardı göz ardı ettiğim: Çalıştığım yıllar boyunca anneannelerinden gördüklerini benden bekleyen kızlarım ve torunlar.
Latife ve Mahmut, sömestr tatilini benim yanımda sadece televizyon izleyerek ve bilgisayar oyunları oynayarak geçiremezlerdi. Onları kendi emellerime alet edebilirdim pekâlâ. Sadece onların hoşlanacağı şeyler yaparak kendime de haksızlık etmek istemiyordum çünkü.
Oynadıkları bilgisayar oyunlarında, çocuklara cazip gelen genellikle gizem, macera ve olağanüstü güçler. Böyle güçleri olan kahramanlarla onları tanıştırmak ilginç olabilirdi. İşe oradan başladık. Karlı ve soğuk bir günde Gayrettepe’ye tramvay ve metro ile yapılan yolculuk bile kendi başına çok eğlenceliydi çocuklar için.
Bir buçuk saatin görme engelli olarak geçirildiği Karanlıkta Diyalog sergisine gitmek bir türlü kısmet olmamıştı. Sessizlikte Diyalog’tan sonra bir de onu deneyelim istedik.
‘Sessizlikte Diyalog’ nasıl oluyor, derdimizi ellerimizle anlatmak mümkün müdür? Önce bunu tecrübe ettik. Elimizde beyaz değneklerle parkta kuşların sesini dinledik, tramvayla İstiklal’de dolaştık, uçağa bindik, kafede alışveriş yapıp sohbet ettik. Yaşları küçük olduğu için maç yapamadıkları sahadaki sesli futbol topunu, bir çizgi filmden biliyorlarmış, bizi gezdiren görme engelli abi de bizden öğrenmiş oldu bu çizgi filmi. “Ben meğer karanlıktan korkmuyormuşum, geceleri az ışıkta gördüğüm şeyleri başka şeylere benzettiğim için onlardan korkuyormuşum aslında”. ‘Karanlıkta Diyalog’ta bunu fark etmişti ... yaşındaki Mahmut.
- Anneanneler, babaanneler kendileri için çok kıymetli olan şeylerin torunları için de öyle olduğunu sandıklarından mıdır bilmem, aklımda hep onlarla kütüphaneye gitmek vardı ve programı yapmıştım bile. Sanırım diğer bir neden de artık her şeye doymuş çocuklara farklı şeyler yaptırmak, başka şeylerin tadına varmalarını sağlamak fikriydi. Bir önceki etkinliğimizden de cesaret almıştım.
Beyazıt’ta yolun sağındaki kırmızı sıvalı taş bina, uzun süredir restorasyondaydı. Yıllar önce öğrenciyken bir kez gitmiştim ve hep aklımdaydı. Tekrar kütüphane olduğundan emin bile değildim. Orhan Kemal İl Halk Kütüphanesi yazıyordu internette. Halk kütüphanesi olduğuna göre çoluk çocuk gitmenin sakıncası olmazdı. Tatil gününde sessiz duracakları, koşmayacakları ve kitap okuyacakları bir etkinlik.
Kapıdaki danışma görevlisinin şaşkın bakışlarını geride bırakarak merdivenlere yöneldiğimizde merak ve heyecan içindeydik hepimiz. Belki de daha önce hiç kütüphane görmemişlerdi. Tabii bu arada babalarının her yana yığdığı kitaplarıyla butik bir kütüphaneye çevirdiği evlerini saymazsak.
Taş binanın dinginliği, geniş ve yüksek tavanlı okuma salonu, kemerli taş çerçeveli pencerelerden süzülen ışık huzmeleri, bizi çağıran sıra sıra kitap rafları… Ben mest olmuştum bile.
Bütün masalar doluydu. İstanbul Üniversitesi’nin sınavları bitmemiş henüz, diye düşündüm. Bir hafta sonraki gidişimde karşımdaki ve yanımdaki test çözen kızlardan öğrendim ki Kumkapı, Cankurtaran taraflarında oturan ve üniversite sınavına hazırlanan gençlerin mekânı imiş burası.
Kütüphanedeki sessizlik, orada çok önemli ve ciddi bir iş yapıldığı intibaı uyandırır ya insanda, arada yanındakinin ne yaptığına göz atıp hemen kendi önlerine dönerken çocukların yüzlerinde de tam o ifade vardı. Herkes yanında getirdiği kitabı okuyordu büyük bir ciddiyetle.
Bilmeden oturduğumuz bölüm, çocuk kitaplarının olduğu kısımmış meğerse. Biraz sonra ellerindeki kitapları bir kenara bırakıp Nasreddin Hoca fıkralarından hayvan hikâyelerine, uzay resimlerinden duygusal romanlara raflar arasında sörf yapmaya başladılar. Kütüphanenin de internet gibi, onlara çok farklı seçenekleri aynı anda sunduğu için çekici olabileceğini düşünerek ümitlendim. Bir rafta Jules Verne’nin kitapları sıralanmıştı ve onlar ne Denizler Altında 20.000 Fersah’ı ne de Balonla Beş Hafta’yı biliyorlardı. Çocukken kütüphaneden alıp bir gecede soluk soluğa okuduğum bu kitaplarla kurduğumuz hayaller, eminim ki onların bilgisayar oyunlarındakinden çok daha büyüktü.
- Beyazıt’a gelip sahaflara gitmemek olmazdı bu kadar kitap muhabbetinden sonra. Sınavlara hazırlık kitaplarının arasında yetişkinler için bile kitap bulmak zorken biz çocuk kitapları arıyorduk. Bulduğumuz dükkânda da kitapları karıştırıyorlar diye bir güzel azar işittiler çocuklar. “Hangi yazarın hangi kitabı?” diye soruyordu kitapçı. Bir çocuk ancak ödevi olduğu için kitap alırdı herhalde ona göre. Neyse ki tüm kitapları karıştırdıktan sonra büyük anneannenin verdiği 50 TL karne parasına tüm Osmanlı Tarihi setini veren iyi kalpli kitapçı amcalar da vardı hâlâ yeryüzünde.
Ben öğrencilik yıllarımın sahaflarına rastlama ümidiyle dolaşırken çocuklara içerisini, buram buram kitap kokusunu koklatabileceğim eski kitapların satıldığı tek bir dükkân bulabildim sadece. “Ohh ne güzel kokuyor” dediklerini duymak, bütün günü özetliyordu benim için.
Biz yetişkinler genellikle gençlerin ve çocukların bizden farklı değil de eksik/yarım bireyler olduğunu düşünüyoruz ve sürekli onlara bir şeyler öğretmek çabası içinde oluyoruz. Oysa yapabileceğimiz, yapmamız gereken şey sadece onlara uygun ortam hazırlamak.
Bu yazıyı yazarken geçen yıl sömestr tatilinde de İslam Bilim ve Teknoloji Müzesi gezisi sonrası Latife ve Mahmut’la Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi’ne gittiğimizi hatırladım. Seneye kısmetse belki de Atatürk Kitaplığı olur, kim bilir?