İş'te dua, şeref, adalet!
Modern iktisat/işletme literatürü “maneviyatın üç atlısı”na bigânedir. Dua, şeref ve adaletin yerini “inovasyon, verimlilik ve kâr” almıştır. Maddiyatın bu üç atlısına karşı değilim; fakat ölçü şaşıp da, terazinin kefelerinden birine aşırı yüklenilince, insan boşluğa düşüyor
Boşluğun yol açtığı sıkıntı canıma tak etmiş olmalı ki, 22 Haziran 2003 Pazar günü, Yeni Şafak’taki köşemde “İşletmelerde manevî eğitim şart!” başlıklı bir yazı yazmışım. Yazının ilham kaynağı, o yılki ayakkabı fuarının en etkileyici siması olan “kırk yıllık ayakkabıcı”Hasan Usta’ydı. Ayakkabılarına el emeği ve göz nuruna ilave olarak dualarını da katan bu nesli tükenmiş kelaynak, çağa meydan okurcasına, “Emek maneviyattır” diyordu.
Kendisiyle röportaj yapmakta olan Kanal 7 muhabiri şaşkındı: “Nasıl yani, ayakkabılarınıza dua mı ediyorsunuz?” “Evet,” diyordu Hasan Usta, “Pençelerine tek çivi çakmadığım her ayakkabının bitiminde, Allah’a şöyle dua ederim: Yüce Allahım, bu ayakkabıyı giyenleri yanlış yolda yürütme, harama, kötülüğe adım attırtma. Onları koru, emeklerini bereketlendir.”
- Böylesi ancak şiir, hikâye yahut romanda mı olur, diyorsunuz. Haklısınız! “Red Cephesi”nin Yorgancı Hafız Yaşar’ı da diktiği yorganlarla konuşmuyor muydu? Hafız’la, yorgan dikmek için kullandığı pamuk arasına “kâr zarar endişesinden daha fazla şeyler” girmiyor muydu? Pamuk, Hafız Efendi’ye hâl tercümesini anlatıyor, o da şöyle demiyor muydu: “Pamuğu incitmekten korka korka okşuyorum. Sevildiğini anlıyor, gözlerinin içi gülüyor. Daha birkaç gün birlikteyiz. Ona şimdiden müjdeli haberi verebilirim. Bak, diyorum. Bu yorgan Zeynep kızın çeyizine dikiliyor. Tanıdın değil mi Zeynep’i? Hani geçende annesi ile geldilerdi. Ha, diyor, yanakları pençe pençe kızarık taze değil mi? Evet, diyorum, o işte. Güzel, alımlı, temiz, tertipli bir kız. Seni yüklüklerde lavanta kokularına boğar, her bahar güneşe çıkarır, tasalanma.” (Mustafa Kutlu: Bu Böyledir, Dergâh, 1988.)
Hasan Usta’yı en fazla kızdıran şey, bazı “kendini bilmez”lerin pazarlık yapmaya kalkmalarıydı. Emeğin fiyatı mı olurdu? “Bana diyor ki, 300 milyon olmaz mı? Olur, dersem, çalmam lâzım; bunu anlamıyor. Bi daha üsteledi mi, 100 milyar diyorum. O kadar!” Hasan Usta’nın öfkesine, Oscar Wilde açıklık getiriyordu: Usta’nın yetişme devrinde birçok şeyin fiyatı bilinmiyor, ama her şeyin değeri biliniyordu. Bugünse her şeyin fiyatı biliniyor, ama hiçbir şeyin değeri bilinmiyor!
Emeğin şerefini düşürmeyin!
Niçe (Nietzsche), modern çağın temel adaletsizliğinin “emeğin şerefini düşürmek” olduğunu ilk fark edenlerdendi. O da Mançalı şövalye Don Kişot gibi, geç kalmış bir adalet nöbetçisiydi. Hıristiyanlığın tanrısını belki de bu yüzden öldürmek istiyordu. Adalet nedir, diye soruyordu çağdaşlarına, adalet mümkün müdür? Değilse, insan o hâlde yaşamaya nasıl devam edebilir? “Belki adaleti yolumun üstünde bulacağım! Böylece bir gezginlik hayatı başladı benim için.” Adalet bir ütopyaya benziyor, çünkü insan her zaman gayrıadildir, diyordu. Sadece başkasını incittiğimiz zaman değil, sevdiğimiz, ona ihsanda bulunduğumuz, yardımcı olduğumuz zaman bile.
Bu rahatsız konumu, Zerdüşt’te zirveye çıkıyordu: “Hoşlanmıyorum sizin o buz gibi adaletinizden; cellat ile onun soğuk çeliği bakar hep sizin yargıçlarınızın gözlerinden. Söyleyin, gözleri gören bir sevgi olan adalet nerede? Öyleyse, sadece tüm cezayı değil, tüm suçu da taşıyan sevgiyi bulun bana! Öyleyse, yargıç dışında herkesi aklayan adaleti bulun bana! Yürekten adil olmak isteyende yalan bile insan sevgisine dönüşür.”
Niçe’nin sorusu sarsıcıydı: İnsan nasıl “yürekten adil” olabilirdi? Yüreği kanarcasına haykırıyordu: “Herkese ‘kendi hakkına düşeni’ nasıl verebilirim?” Adam Smith’den David Ricardo ve Karl Marx’a kadar, liberal yahut sosyalist, koca bir iktisatçılar ordusu yüz yıldır bu sorunun “bilimsel” cevabını arayadursun, Niçe, Tanrı’yı öldürmüş olmanın kefaretini ödüyormuşcasına, tek hamlede kördüğümü çözüyordu: “Bu kadarı yetsin bana: Herkese kendi hakkıma düşeni veriyorum.”
Rainer Kattel’e göre, Niçe’nin adalet anlayışı kendi çağının en heybetli eleştirisidir. İlk insanlar ancak terazi ve tartıyı, yani ölçmeyi keşfettikleri zaman bir maneviyata (morality) sahip olabildiler. Almancada insan anlamına gelen Mensch (İng. measurer), ölçüp biçen demektir. Niçe ölçmeyi günlük etkinliklere, en geniş anlamda iktisadi faaliyete iliştirir.
Ekonomiye, insan kişiliğinin var olduğu bir ortam gözüyle yaklaşır. Ekonomi, ancak insanlar arası bir etkileşim olarak anlam kazanır: “Sadece ürünlerin hünerli üreticisi, ürünün nihai yargıcı olmalı ve halk ona ve dürüstlüğüne iman etmelidir. Dolayısıyla, anonim bir iş olmamalıdır. Her işte, en azından üründe bilgili bir uzman, ürüne garantör olmalı ve adını ürünün üstüne yazdırmalıdır, şayet o ürünü ilk yapan yoksa yahut önemsiz biriyse... Oysa bugün göze çekici gelen ve en düşük maliyeti olan şeyler piyasaya hükmediyor; bunlar da elbet makine işi şeyler... Çalışma hayatında düsturumuz ‘Bilenlere daha çok saygı!’ olmalıdır.”
Kattel, Niçe’nin görüşlerine açıklık getiriyor: Kitlesel sanayi üretiminin karşılığı kitlesel tüketimdir. Piyasaya yön veren üretici değil, rekabetçi satış, dolayısıyla da tüketici ve onu yönlendiren modadır. Piyasa, kurallarını tüketimden alır. Böylece, satılan ve alınan ürünün mahiyeti bilinir olmaktan çıkar. Hünerli zanaatkâr bir şey imal ettiği zaman, kendi beceri ve bilgisini (techne) gerçekleştirmiş olur; o ve ürettiği şey bir ölçü oluşturur. Yani üretilen şeyde her zaman kişisel bir yan vardır. Makine ise gayrışahsidir, yapılan işi şerefinden sıyırır; bireysel güzelliğini yahut hatasını yok eder, insaniliğini ortadan kaldırır.
Kişi yaptığı üründe kendi izini bırakır, kişinin ufku yaptığı işte kendini gösterir, böylece iki kişi arasında sahici bir diyalog oluşur. Ayakkabıya okunan dua, müşterinin mukabil duasına yol açar. Basit bir dünyevi alışveriş, cennete açılan bir kapı olur. Oysa makine ve kitlesel üretim devreye girdiğinde, iki insan arasındaki diyalog da son bulur: “Moda, en aşağı ortak paydaya, yani kitle insanına ayarlıdır. Ne yüzü ne sesi vardır bu adamın, sadece tüketim açlığı içindedir. Kimse onu görüp işitmez; kitlesel üretimin yarattığı, içinde maneviyatın olmadığı bir çevreye çivilidir. Maneviyatın kendisi, tüketilecek diğer bir ürün hâline gelmiş, nihilistik olmuştur.” Hepperest gözüken bir hiçperesttir. “Sanayileşmiş emek yeni bir köleliktir. Adaleti bilemez.”
Uçurumdaki kelebek
Adaletsizliğin en dayanılmaz ürünü, can sıkıntısıdır. İş’in anlamına akıl erdirmeden ve semeresi üzerinde söz hakkı olmadan çalışan insan, hele hassas bir yüreğe sahipse, uçurumdaki kelebekten farksızdır. Bir anda aşağıya düşmese de, zayıf kanatları onu uzun süre boşlukta tutamaz. Böyle bir ruh hâli içinde, çeyrek asır önce Dergâh dergisine üç arka kapak yazısı yazmışım: Tüketim Tapınakları, Para Biriktir ve Parasıyla Değil mi? Çalışma hayatına bankacı olarak başlayan bir iktisatçıdan başka ne beklenir? Son yazı, yaşadığım can sıkıntısını Mahmut Şevket Esendal’ın bir hikâyesi üzerinden anlamlandırmaya dairdi. Niçe ile yolumuz kesişiyormuş meğer. Okuyalım:
Müellif, ülkesinde çalışma hayatı gibi yazının da sıkıntıyla beslendiğini kavradığında, geri dönemeyecek kadar “ünlenmişti”. Yirmi dört yaşında, Goriot Baba’yı 80. sayfada bırakarak iş hayatına atılmış, tam on yıl sonra Rastinyak’a ne kadar benzediğini keşfederek ürpermişti. Bundan sonra sadece okuma/yazma ile meşgul olacağına ahdetmiş, ama ne para kazanmanın iğvalarından kurtulabilmişti, ne de yazı yazmanın. İkisi çoğu zaman iç içeydi zaten. İş hayatı, okunaksız harflerle yazılmış karmaşık ve pahalı bir kitaptan başka neydi ki? Meselesi akıl almaz derecede basitti o halde: Niçin çalışırken ve niçin yazarken sıkılıyoruz? Zanaatın ve sanatın sıkıntıdan başka gıdası yok mu?
- Kara Sakallı Adam’a kapılmıştı bir ara: Çalışan insan üretim araçlarına sahip olmadığı, dolayısıyla emeğinin semeresine yabancılaştırıldığı için sıkıntı duymaktadır! Ya yazan insan? O da, yazısının, kendisine mütevazı bir kariyer ve bir miktar para kazandırmaktan başka hiçbir şeyi değiştirmediğini gördüğü için mi sıkılıyordu? Büyük sosyolojik masallar avutamıyordu müellifi. Sıkıntının kaynağı üretim araçlarına sahip olmamak idiyse, bilgi toplumunun eşiğinde bu sıkıntının ortadan kalkması, hiç değilse hissedilir biçimde azalması gerekirdi: Üretim araçları artık çalışanların kafalarında ve parmak uçlarındaydı. Oysa sıkıntı azalacağına şiddetleniyor, inceliyordu. Zanaatçının da, sanatçının da çıkış noktası ne olabilirdi? Bunun mutlaka para ile ilintili olduğunu derinden hissediyor, fakat ikna edici tarzda açıklayamıyordu.
Yazmaktan gene sıkıldığı bir gün okumaya karar verdi ve ilk okuduğu üç sayfalık kısacık hikâye kendisi için çok şeyin açıklaması oldu. (Burada okumaktan maksat, edebî metnin okunmasıdır. Akademik metinler, itiraf etmek gerekir ki, okunmaz, hafızaya yüklenirler büyük ölçüde!) Hikâyenin yazarı geçen asrın sonlarında doğmuş, müellif doğmadan dört yıl önce de vefat etmişti. Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in neslindendi. “İhtiyar Çilingir” başlıklı kısacık hikâyesinde, modern hayatın madde-i aslîyesi olan sıkıntının nasıl kapı dışarı edilebileceğine, daha doğrusu nasıl içeriye buyur edilmeyebileceğine dair bütün ipuçlarını veriyordu. Baştan çıkarıcı, yol yordam bilmez hâle getirici yılanımız gene para idi, pek tabii.
Parasıyla değil mi?
Önce ufacık çilingir dükkânının gösterişsiz tasviri. Ustanın hummalı, intizamlı çalışması. Kanaat ve feragatine övgü. “Sanata dindarâne bağlılık. Her şeyi inkâr eden küfür devresi gelmemiş olsaydı, şüphesiz o güzel şeyler sönüp gitmeyecekti. Lanet olsun o zamana ki, bütün mukaddesatı inkâr ettirmiş, kanaatleri öldürmüş, huzur ve rahatı söndürmüş, demiri kaldırmış, yerine tenekeyi doldurmuştur.”
Derken dükkâna bir genç girer. Elindeki değneğe bir halka taktırmak istemektedir. Belli ki sabah akşam bağa giderken onunla eşeğini dürtecektir.
Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç beş halka aldı, sanatına vakıf bir adam sükûnetiyle değneğe taktı. Fakat genç adam, usul hilafına, değneğin yan tarafına bir halka daha taktırmak istiyordu. Çilingirle aralarında tartışma başladı. Çilingir: “Olmaz” dedi, “bunun usulü böyledir.” Delikanlı usulü bozmakta ısrar ediyordu:
“Canım sen tak. Nene lazım…”
“Takılmaz evladım… Ben kırk yıldır bu sanatı işlerim.”
“Canım, parasıyla değil mi? Sen takıver, ötesine karışma!..”
İhtiyar, belki ısrar etmeyip takacaktı; ancak “parasıyla” sözüne fena hâlde içerledi, daha ziyade bir şey demeyerek değneği genç adamın elinden aldı, eski taktıklarını da sökerek iade ettikten sonra, “Biz para âşıklısı değiliz, var başka yerde yaptır” dedi.
Ne diyordu Niçe: “Sadece ürünlerin hünerli üreticisi, ürünün nihai yargıcı olmalı ve halk ona ve dürüstlüğüne iman etmelidir. (…) Çalışma hayatında düsturumuz ‘Bilenlere daha çok saygı!’ olmalıdır.”
Usulü bozmakta ısrarlı para âşıklısı bir çağa bu sesi işittirmek mümkün mü? Sırra kadem basan diyalogun yerini, parasını konuşturanlarla canı sıkılanların karşılıklı hırçınlığı aldı. Almanlar Niçe’yi, İngilizler Carlyle ile Ruskin’i can kulağıyla dinlemek yerine, “vicdan temizleyen” birer mendil gibi kullanıp çöpe attılar. Küresel Pazar denen çöplüğe yani. Felsefelerini birer meta gibi cilalayıp, ustaca ambalajlayıp, ötekileştirilenlerin kullanımına sundular. Size arz ettiklerim de çöplükte bulduklarımdır maalesef. Orada bir de şaire rastladım, çöpün şiire dönüşebileceğini, kapitalist çöplüğün konserve kutuları sayısınca imgelerle dolu olduğunu sayıklıyordu:
- Çöplükte oturup eski bir teneke kutuyu,
- İnandığımız bir şeyi tekmeler de tekmeleriz
- Yakınına gelmek istediğimiz şeydir bu.
- Sadece kendimiz olabilir miyiz,
- Bir karganın sesini dinleyebilecek kadar üstün?
- Kulağı hırpalıyor, kalbi deliyor, aklı karıştırıyor mu bülbül?
- Hırçın kuşlarda mı buluyor tesellisini kulak?
- Huzur mudur o, filozofun balayı mı, çöplükte bulduğumuz?
- Nerdedir o yer, hakikatı ilk duyduğumuz?
- (Wallace Stevens, “The Man on the Dump”)