Paulo Coelho’nun Simyacı adında bir kitabı var. Bu kitap altı yılda kırk iki ülkede yedi milyondan fazla satmış. İlk yayımlandığı 1988 yılından bugüne kadar da ünü giderek artmış, klasik olmuş vs. Bu kitabın niçin bu kadar üne kavuştuğuna bir türlü anlam veremem.
Bana sorarsanız Doğu hikâyelerinden -artık siz buna ister Mesnevî deyin ister Binbir Gece Masalları- etkilenmeden de öte hafif arakladığı ve neredeyse kurgusuna hiçbir şey katmadığı bu öyküyü niçin bu kadar çok sevdiniz?
Madem bu hikâyeyi sevecektiniz İbrahim Hakkı Konyalı’nın 1955 yılında Takkeci İbrahim Ağa Camiihakkında yazdığı yazıya bir göz atsaydınız. Madem ki atmadınız kısaca anlatayım:
- İbrahim Ağa Kapalıçarşı’da takke yapıp satarak geçimini sağlamaktadır.En büyük hayali de bir camii yaptırmak. Bir gün rüyasında Bağdat’ta kendini bekleyen bir hazine olduğunu görür. İlk seferinde inanmaz, ikinci kez aynı rüyayı görünce sahihtir der, kalkar Bağdat’a gider.
- Orada tanıştığı bir kişiye durumu anlatınca “E adam, hiç rüyayla amel edilir mi, ben de kaç gecedir rüyamda görürüm ki ‘İstanbul’da Topkapı’da İbrahim Ağa’nın evinin altında bir hazine var, seni bekler’ derler de hiç aldırmam.”
- Takkeci İbrahim Efendi bunu duyar duymaz İstanbul’a geri gelir, hazineyi çıkartır ve cami yaptırır. Bu hikâyenin farklı kişiler, farklı binalar bağlamında birçok varyasyonunu bulmak da mümkün. Hem kıssalı hem hisseli ayrıca.
Kıssa
Her neyse, bütün bu sözü niye ettim. Çünkü ben de bir hazine hikâyesi anlatacağım. Zamanında Başbakanlık Osmanlı ArşivleriSultanahmet’te, İstanbul Valiliği’nin içerisinde idi. Küçük güzel bir bahçesi, araştırma yaparken yorgunluk atmak için birebir ucuz çayı vardı.
Dışarı çıkarsanız Cağaloğlu’nda uzanıp kitapçıları dolaşabilir, vakit geçirebilirdiniz. Arşivin Kâğıthane’ye taşınması ile bütün bu “boş zaman” aktiviteleri de ihtimal dışı oldu.Tabii ki yeni binada daha geniş bir araştırma salonu, belgelerin birçoğuna daha kısa sürede erişim vb. birçok olanak var fakat boş zaman aktivitesi olarak yapılacak herhangi bir şey yok. Çalışmaktan sıkılınca yapabileceğiniz tek şey kalıyor geriye: belgelerle eğlenmek.
Önümüzdeki bilgisayar Osmanlı Arşivleri’nin kataloğuna bağlı ve bize her türlü kelime ile arama yapma şansı tanıyor.İnsan üst üste aynı konuda bir sürü belge okuyup da sıkılınca, ister istemez, eh biraz da muziplik olsun, şu konuda ne var ne yokmuş bir bakalım, deyiveriyor. İşte böyle günlerden bir günde arama çubuğuna “define” yazıp arattım.
Bakalım, dedim, eskiler bu işlerle ne kadar meşgulmüş. Tabii aradıktan sonra ilk yapmak gereken iş “define” sözcüğü ile bir şeyin def edilmesi anlamına gelen “def’ine” sözcüğünü program ayırt edemediği için hızlıca belgelere göz atmak.
“Gelibolu’da define buldum” diyen kişiler. Belgeyi açıyoruz ve hüsran, adamlar yalan söylemiş. Bir başka belge: “Hüseyin nâmında bir kişi padişaha define var, yerini biliyorum, demiş; kazmışlar hiçbir şey çıkmamış.” Eyvah yine hüsran.
Bir belge daha, bakalım: “Resmo sancağında Murad adlı şahısın define bulup firar ettiği ve durumun tahkik edilmesine”. Eh çok şükür sonunda bir define var diye rahatlıyoruz. Fakat aynı konu üzerine yapılan tahkikatın belgesi Resmo’da define bulunduğu haberinin sahih olmadığını bildiriyor. Yine olmadı. Filibe kazasından Kör Yusuf define buldum diye ortaya çıkmış. Bu da ilginç olabilir. Fakat bakıyoruz ki Kör Yusuf define bulmadığı gibi ahaliyi ve kadıyı da define buldum diye kandırmış. Olsun o da güzel, üç beş gün sefasını sürmüştür. Bir belge daha “evinizde define var deyip insanlardan yüklü miktarda para alan üç Mağribî’nin İzmir’e nefyolunduğu”.
Maalesef bu da değil. Hah bu belge özeti çok güzel: “Tılsımlı bir define hakkında Halep Kadısı Mustafa imzalı ilam”.Belgenin metnini biraz da dilini güncelleyerek Latin harflerine şöyle aktarabiliriz:
- “Der-i devlet-i mekîne arz-ı dâî-i kemîne oldur ki: Konya sancağında bulunan Niğde nâm kasaba ahâlisinden İbrahim bin Hasan nâm kimse meclis-i şer-i hatîrda takrîr-i kelâm ve ta’bîr-i izzi’l-merâm edip [şöyle dedi:] ‘Tarih-i ilamdan altı sene önce adı geçen kasabada iken ehlim İsmihan nâm hatun ile bade’l-mesâ yatarken rüyamda bana Haleb’e git diye emrolundu. Ben dahi bu emre binaen Haleb’e gelip burada bulunan üç hanede iki gece misafir olarak kaldım. Üçüncü gecede rüyamda bana Antep’e git diye emrolundu. Antep’e giderken yol üzerinde Antep’e bir buçuk saat yakınlıkta bir mahalle indik. Gece burada yatarken bir tarafı câyî bir yüce mekân açılıp dâhilinde bir kubbe ve bir miktar altın yığıldı. Altından almak istediğimde adı geçen kubbede bulunan tılsım şekli bir görünür şekle geldi ve ben korktum. Suret kısmetini al diye bana emretti. Ben dahi bir miktar altın aldım ve dışarı çıkıp yine aynı yerde sabaha kadar yattım. Daha sonra kalkıp Antep’e vardım. Aldığım altından bir kısmını harcamak istediğimde hiçbir kimse benden almayıp ‘Halep’te harcanır’ diye cevap verdiler. Yine Halep’e dönüp zikrolunan altını tanımadığım bir Yahudi’ye dört yüz zincirli altın ile iki yüz cedîd kuruşa satıp vatanım olan Niğde’ye varıp bu parayı işime gücüme harcadım. Arz ve ilam olunur.”
Halep Kadısı Mustafa
Nasıl? Paulo Coelho’dan aşağı kalır yanı yok değil mi? Birazcık Niğdeli Hasan’ın hikâyesi üzerine çalışsam Santiago’ya rahmet okutur. Her neyse büyük ihtimalle Niğdeli Hasan ya üzerinde normalden fazla para bulunduğu için ya da birtakım değişik işlere bulaştığı için kadının huzuruna çıkmış ve orada bu güzel hikâyeyi uydurmuş olmalıdır. O akşam arşivden eve yorgun argın döndüm ve televizyon izlerken uyuyakaldım.
Rüyamda bana birisi sürekli “Antep’e gel, Antep’e gel” diye sesleniyordu. “Hasan sen misin?” diyor, fakat karşılık olarak aynı cevabı alıyordum: “Antep’e gel”. Uyanır uyanmaz kararımı verdim bu bir işaretti. Ertesi sabah ilk uçakla Antep’e gittim.
Havaalanından şehir merkezine taksi tuttum ve merkezdeki bir kahvehaneye girip oturdum. Tanınmıyordum ve bu herkesi rahatsız ediyordu. Kahvede oturan üç beş kişiye hitaben “Ağalar” dedim.
“Dün gece bir rüya gördüm, beni buraya çağırdılar. Burada Niğdeli Hasan ile buluşacağım ve bana bir define gösterecek.” Herkes garip garip suratıma baktı ve önüne döndü. Kahvenin sahibi mecânînden olduğuma hükmetmiş olmalı ki önüme bir çay koydu ve “Para gerekmez, içer kalkarsın” dedi. Çayımı içtim. İlk uçakla İstanbul’a geri döndüm.
Hisse
Hazineye malik viraneler elbette vardır. Fakat ne o hazine altındır, gümüştür ne de o viraneler yıkıklıktır. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”