Evdeki yabancı
Korku filmlerinin sinema salonlarında her zamankinden fazla yer bulduğu yaz sezonunun son günlerinde vizyona giren Gece Gelen (It Comes at Night, 2017), sadece türün kemik izleyici kitlesinin değil her kesimden sinemaseverin ilgisini çekebilecek bir yapım . İsminin yanlış şekilde yönlendirdiği gibi “doğa üstü” varlıklara yer vermeden psikolojik gerilimi merkeze alan film, sınırlı bir mekânda geçiyor ve orada sıkışmış bir grup insanın trajedisini anlatıyor.
Korku filmlerinin sinema salonlarında her zamankinden fazla yer bulduğu yaz sezonunun son günlerinde vizyona giren Gece Gelen (It Comes at Night, 2017), sadece türün kemik izleyici kitlesinin değil her kesimden sinemaseverin ilgisini çekebilecek bir yapım. İsminin yanlış şekilde yönlendirdiği gibi “doğa üstü” varlıklara yer vermeden psikolojik gerilimi merkeze alan film, sınırlı bir mekânda geçiyor ve orada sıkışmış bir grup insanın trajedisini anlatıyor.
Filmdeki gerilim çok bulaşıcı, hızla ilerleyen ve kesin ölümle sonuçlanan bir salgın hastalıktan korunmak için ormanda kulübede yaşayan bir ailenin durumundan besleniyor. Anne, baba ve tek çocuktan müteşekkil çekirdek aile, dış dünyadan izole edilmiş bu mekânda, günlerini korkunç olayların beklentisi içinde geçiriyor.
Ev Sahibi Kim?
Ailenin içinde bulunduğu paranoya, dışarıyla ve birbirleriyle olan ilişkilerini dönüştürüyor. Evin dışındaki alanın tamamı tehlikeli addediliyor, dışarıdan gelen herkes veya her şey tehdit olarak görülüyor. Dışarıda geçirilecek vakit detaylı biçimde planlanıyor ve evi korumak için her gün daha fazla önlem alınıyor. Ailenin yaşamak için almak zorunda kaldığı kararlar, tenezzül ettikleri eylemler giderek evin içindekileri de birbirine yabancılaştırıyor.
Bir gece evlerine girmeye çalışan Will ile ailesinin, yiyeceklerini paylaşacakları ve birlikte dışarıdakilere karşı daha güçlü olacakları düşüncesiyle eve davet edilmesi ise olayları daha da karmaşıklaştırıyor. İki aile mekânı, kaynaklarını, günlük rutinlerini, tabii düşmanlarını paylaşmaya başlasa da bu durum evin içindeki güvensizliği artırmaktan başka işe yaramıyor.
İki aile bir araya geldiğinde rollerin paylaşımı yapılırken karakterlerin etnisitelerinin, mülkiyetlerinin, düzen yok olmadan önce dâhil oldukları sosyal tabakanın belirleyici olması, filme toplumsal bir perspektif de kazandırıyor.
Sarı saçları, mavi gözleri ve elinden hiç eksik etmediği tüfeği ile tam bir “beyaz adam” olan gönülsüz ev sahibi Paul’ün hasta olduğu için bizzat öldürdüğü siyahi kayınpederinin arazisinde hüküm sürmesi, yine siyahi olan oğlu Travis ile ilişkisi ve daha önemlisi toprağına sığınmalarına izin verdiği “göçmen” aileye her fırsatta ev sahibinin kim olduğunu hatırlatması Amerika’nın tarihine olduğu kadar bugününe de referanslarla dolu. Oğluna sözle ve hâl ile sürekli tembih ettiği “ailenden başkasına güvenemezsin” düsturunu, giderek kendi içine kapanan günümüz toplumlarından bağımsız düşünmek güç.
Kâbustan Korkunç Olan
Elektriğin ve iletişimin olmadığı kulübede dünyanın geri kalanının durumundan bihaber ailenin yaşadığı buhranı en yoğun hisseden ise on yedi yaşındaki oğulları Travis. Travis’in bölük pörçük uykularına eşlik eden kâbuslar, filmdeki gerilim sahnelerinin ağırlıklı kısmını oluşturuyor. Yer yer fazla gösterilen, altı çizilen bu sahneler filmin “anlık” etkilerini desteklese de “doğa durumunda” hayatta kalmaya çalışan ailenin tüm anlarına sinmiş gerilimi tabiri caizse tahliye ederek bütündeki etkiyi zayıflatıyor.
Hâlbuki filmin etkileyici görsel işçiliği, özellikle ışık ve gölgenin ailenin içinde bulunduğu karanlığı pekiştirecek şekilde kullanımı söz konusu sahnelerden çok daha fazla iş başarıyor. Ailenin hayatta kalmak için kendi değerler sistemini üretmesi, özellikle alelade bir tarih öğretmeni ve aile babası olan Paul’ün gözünü kırpmadan insan öldürebilecek bir savaşçıya dönüşmesinin Travis’in kâbuslarından daha dehşetli olduğu kısmen ıskalanıyor. Yine Will’in ailesinin inandırıcılık sınırlarını zorlayan naifliği, Paul’ün yaşadığı ahlaki çöküşü vurgulamak açısından başvurulmuş kolay bir tercihe benziyor.
Senaryodaki bahsedilen kolaycılıklara rağmen, filmin benzeri salgın filmi klişelerine meyletmemesi takdire şayan. Gece Gelen’in insanlarının akıbeti, seyirci nezdinde de en az filmin kahramanlarının gördüğü kadar karanlık. Alışıldık olduğu üzere, dünyanın bir ucunda (muhtemelen Amerika’da) hastalığın tedavisi için çalışan bilim adamları yok, metropollerden panik içinde kaçan insan yığınları da. Bildiğimiz anlamdaki insaniyetin bir evin sınırları içinde aşınmasını anlatmak, insanlığın soyunun tükenmekle tehdit edildiği küresel bir hikâyeden hiçbir zaman daha az değersiz olmamalı.