Eşyanın hikayesi: Can yeleği
Can yeleği ortalarda görünmüyor. Ya hiç olmadı ya da deniz dibinde haince parıldamaya devam ediyor. Uçsuz bucaksız deniz, kum-sal, martıların çığlıkları ve kıyıya vurmuş bir ceset, yüzü toprakta bir çocuk. Karanlığı takip eden büyük bir sessizlik. Sahi o dükkanlarda çocuklar için yelek bulunur mu? Dünyaya sırtını dönmenin yeleği.
Kişisel tarihimde somut bir yeri olmayan, sanırım bugüne kadar bir kez bile dokunmadığım ancak uzaktan gördüğüm bir eşyanın hikâyesini anlatmak düştü bana da! Bu hikâye başkalarının hikâyesi; başkalarının acısının, başkalarının eşyasının hikâyesi. Aslında sırf bu yüzden anlatmaya çalışırken de, anlamaya çalışırken de, kurduğum cümleler yarım; adımlar yarım.
- Bazı hikâyeler anlatılamaz. Biliyorum, okur çok duydu bu sözü. Anlatılamaz hikâyelerin oluşu söyleminin kendisi bile gittikçe yazarları, okurları uyutan bir masala dönüşmüş durumda. Gerçek acı anlatılamaz, mutluluk malumunuz çizilemez, hakikat, ona yaklaşmaya çalıştığın, üzerindeki perdeyi kaldırmayı denediğin her seferinde biraz daha gizlenir. Fakat bu gerçek, idrak edildiğinde bile insanoğlunu yeniden denemekten, bir kez daha denemekten men etmez. Bu da öyle bir deneme olmaktan öteye gidemeyecek demek ki.
Çünkü ‘bir can yeleğinin hikâyesi’, ‘bu can yeleğinin hikâyesi’ kelimelerle anlatılması zor bir hikâyedir. Eğer yazarın tembelliğini bu ‘anlatılamaz’ masalıyla örtmek istediğini düşüneceğinizden korkmasaydım şu an bu satırlara değil altı adet fotoğraf karesine bakıyor olurdunuz. Belki bu, sizlere bir yazıdan daha çok yardımcı olurdu. Bu fotoğraflı hikayenin biri hariç hepsinde aynı can yeleği başrolde olurdu. Eğer birkaçı zihnimde çekili olarak duran bu fotoğrafları tab ettirmenin en azından benim için kelimelerden başka bir yolu olsaydı...
1. Fotoğraf: Bodrum ya da İzmir sahil şeridinde nalburlar, bakkallar hatta elektrikçi vitrinlerinde bile görülen ve sayısı gittikçe artan bir yazı: “Can Yeleği bulunur” Tavandan uzatılmış bir ip. İpin ucunda fosforlu renkleriyle gece gündüz göz alan çoğu ceket şeklinde imal edilmiş can yelekleri. Saracağı bedeni bekleyen şimdilik sahipsiz, kırık bozuk, eksik bir idamı andıran kolsuz, kafasız, gövdeler…
2. Fotoğraf: Yelek bir bedene kavuşmuştur. Şehrin sahiplerinin koşuşturmalarını izlemektedir yeleğin sahibi. Ürkek, öfkeli, korku dolu, cesur, imrenerek, tiksinerek, coşkuyla, karamsarlıkla… Fark eder mi? O sırada yeleğin yanından gayri ihtiyari çantasına sarılarak ve adımlarını hızlandırarak geçen kadın için fark etmiyor en azından. Parfüm kokusuna, az ötedeki köftecinin, yoldan geçen arabaların egzos dumanlarının, metalin, betonun kokusu karışmaktadır. Ve deniz. Ve denizumut. Ve denizumuthayat. Martıların çığlıkları. Çığlığın kokusu olur mu? Olur. Her çığlığın kokusu ayrıdır ama konumuz bu değil. Yelek, hava karadığında çıkarılıp yastık yapılır; ya da yeleğin sahibinin ardında bıraktıklarını temsilen yanı başına dikkatlice uzatılır. Bir koca, anne, çocuk, teyze, dost… Bir bank’a, karanlık bir sokakta bir kuytuya, bir çocuk parkına, sahile, büyük bir aracın gölgesine, kapıları açık unutulmuş bir caminin avlusuna uzanıp sabahı beklemenin yeleği…
3. Fotoğraf: Bir gün, iki gün, üç gün… Beklemenin yeleği. Nihayet kulaktan kulağa Arapça, Kürtçe ve Türkçe bir türkü gibi yayılan müjdeli haber: Bu gece! Umutların yeşermesinin yeleği. Sessiz, telaşlı adımlar, ıslanan ayaklar, küçük lastik bir bot, koşuşturmalar; birbirine değen bedenler, birbirine değen yelekler, hışırtılar…
4. Fotoğraf: Tıklım tıklım bir bot. Yaş ortalaması yok çünkü umudun yaşı yok. Çocuklar, bebekler, genç ve yaşlılar. Kara bir bot üzerinde fosforlu bir hale. Mavi ile siyahın buluştuğu noktaya doğru uzaklaşan, uzaklaştıkça gözden kaybolacağına, günün ağarmasıyla gittikçe netleşen bir avuç yelek. İçinde kahramanımız olan yelek de var. Vatanı andıran, ona benzeyen son kara parçasına bırakılmış ah’lar, minarelerle işaretlenmiş göğe emanet edilmiş dualar, kıyıya vuran dalgalarda göz izleri… Belki son kez belli belirsiz duyulan ezan sesleri, son kez kalbe götürülen eller… Dua etmenin, niyaz etmenin, son vedanın yeleği…
- Ve sahne kararır. Dört ve beşinci fotoğrafın arasında yazarın çaresizliği vardır. Orada, arada yaşananlar sadece yaşayanların malumu. İhtimallerin birbirine karışmış ip yumaklar gibi üst üste bindiği, ipin ucunu her bulma denemesinin başka bir çaresizliğe açıldığı bir ölü nokta, kördüğüm. Tam buraya gelecek olan şey bir anlığına, kısa değil uzun değil belirsiz bir anlığına sahnenin tamamen kararması… Burada gözler-imiz yok; tam burada mesele hiç olmadığı kadar Allah’la muhacirler arasında!
5. Fotoğraf: Başka bir sahil şehri. Kıyıya saçılmış yelekler. Kullanılmış, bir ergenin, uykucu bekâr bir memurun dağınık odası gibi alelacele çıkarılıp atılmış elbiselerle donatılmış bir sahil. Bu, tüm negatif çağrışımlara inat umudun devam etmesi demek. Yelekler, karşıya ulaştı, onu giyenler de; bot görevini yaptı ve yeleklerin çıkarıldığı noktada onlarca mülteci umuda yelken açtı demek. Yelken açmanın yeleği.
6. Fotoğraf: Önceki fotoğraf ihtimallerin iyi olanı. En azından geçici olarak iyi olanı. Az rastlananı. Hepimizin hatırladığı bir fotoğraf daha var: Can yeleği ortalarda görünmüyor. Ya hiç olmadı ya da deniz dibinde haince parıldamaya devam ediyor. Uçsuz bucaksız deniz, kum-sal, martıların çığlıkları ve kıyıya vurmuş bir ceset, yüzü toprakta bir çocuk: Aylan Kurdi mesela… Karanlığı takip eden büyük bir sessizlik. Sahi o dükkanlarda çocuklar için yelek bulunur mu? Dünyaya sırtını dönmenin yeleği.