Mülteci politikaları: Niyet mi, kısmet mi?
Avrupa’nın ‘holografik iyiniyetleri’ni, ikircikli ‘arka kapıdan kaçma’ stratejisini bir kenara bırakmalı ve ülkemizin mülteci politikaları ‘misafir mülteci’ çerçevesine sıkıştırılabilir mi sorusunu ele almalıyız. Bu sorunu, kurulacak yeni Göç Politikaları Bakanlığı ile uzun soluklu bir uyum politikası bağlamında ele almamız gerektiği aşikar.
Mülteci politikalarının gerek teorik gerekse pratik düzlemi, baskın bir resmî görüşün hakimiyeti altında şekilleniyor. Ve bu resmî görüş, bir ‘duyarlılık taklidi’, ‘bütünüyle sahici’ bir iyi niyet simülasyonundan başka bir şey değil esasında. Çünkü meselenin çözümü sanki sadece hukuki düzenlemelere dayanıyormuş yahut kota-kapasite-mali yük denklemi tartışılarak çözüme kavuşturulabilirmiş gibi bir niyetle hareket ediliyor; somut çözümlere ve adımlara ilişkin yapılacaklarsa ‘kısmet’ diyerek geçiştiriliyor.
(Türkiye’nin bu denklemdeki iradesinin özel bir mahiyeti var. Mülteci politikaları dikkate alındığında üstlendiği sorumluluk ile herkesten çok belirleyici olma hakkına sahip ülke olan Türkiye’nin “niyeti” ayrı bir başlıkta değerlendirilecektir.) Diğer taraftan büyük çapta mülteci kazaları ve toplu ölümler gerçekleşmeden harekete geçmeyen uluslararası kamuoyu ‘atmayı düşündüğü’ adımları, uzun bir sürece yayarak bir ihsan ve lütuf imajıyla sunuyor dünya kamuoyuna.
- Oysa mülteci meselesini ve politikaları ‘BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri’nin stratejilerinden, kapitalist şirketlerin devletleşmesinden, yeni-sömürgeci sistemin farklı nam ve adlar altında devam eden kolonyal hegemonyalarından, Cezayir’in, Fas’ın, Afrika’nın, Hindistan’ın haddi zatında ‘özgür sömürgeler’ oluşundan ayrı düşünülemez ve bu yüzden de bunlardan bağımsız bir politika geliştirilemez.
Elbette şahsi görüşümüz, bu meselenin temelinde ‘dünyayı özgürleştirmekten bıkmayan’ bir ısrarın yattığına dayanıyor. Ama resmî görüşün ardında bunu hatırlayıp ifade etmek ne mümkün. Şahsi görüşler ‘genel-geçer’ resmî görüşün gölgesinde gizleniyor.
Aşırıgerçekçi ortaçağ
Her ne kadar 21. yüzyılda, gelişmiş bir zamanda yaşıyor olduğumuz zannına kapılsak da aslen imajlarıyla aşırıgerçekçi, sınır pratikleriyle Ortaçağ’ı hatırlatan bir dönemde yaşıyoruz. Umberto Eco “‘Bütünüyle sahici’, ‘bütünüyle sahte’yle özdeş(tir.)” derken imgelemin ‘sahici olanı’ istediğini ve bunu gerçekleştirmek için ‘mutlak sahte’yi üretme zorunluluğu duyduğunu söylüyordu. Bu alıntıya neden dikkat çektiğimi, somut bir örnek üzerinden ifade etmeye çalışayım.
Ekim 2015’te Macaristan’da bir moda dergisi için yapılan ‘mülteci kadın’ temalı çekimler kamuoyunda ciddi tepkilere sebep olmuştu. Tepkiler üzerine çekimleri gerçekleştiren fotoğrafçı, çalışmanın mülteci kriziyle ilgili net bir yargıya varamayacağımızı göstermek için yapıldığını belirten bir açıklama yayımladı; “Hangi medyayı okuduğunuz veya izlediğinizle bağlantılı olarak onları ya hayatlarını kurtarmak için kaçan mülteci aileler olarak görüyorsunuz ya da saldırgan bir kitle olarak. Her zaman hikâyenin bir diğer yüzü vardır. Bizim söylemek istediğimiz bu. Kısmi bilgilerle yargıya varmayın.” Fotoğrafçı, özellikle tepki toplayan, dikenli tellerin önünde gömleğinin önü açık halde elinde lüks bir markanın logosu bulunan cep telefonuyla selfie çeken modelin bulunduğu fotoğraf için de ‘acı çeken bir kadının da güzel olduğunu ve durumuna rağmen kaliteli kıyafetleri ve akıllı telefonu olabileceğini’ göstermek istediğini ifade etti.
- Açıklamanın özellikle ‘tarafsız bir yargı oluşturma’ ve ‘acı çeken bir kadının başka nasıl görünebileceğini gösterme’ iradesindeki işaretlerine baktığımızda ortaya konan pratiğin nasıl bir ‘sahicilik endişesi’ taşıdığını görüyoruz. Mültecilerin gerçekten de hayatlarının bir parçası haline gelen sınırlar, dikenli teller, askerlerin sürüklemesi vb...
Ancak bütünüyle sahici bir ‘imaj’ üzerinden ortaya konan bu sahne, mutlak sahte olan bir ‘algı’ üzerinden gerçekleştiriliyor. “Yaşanan trajedinin aslını görme ihtiyacı duymayacağınız bir kopyasını sunuyoruz size” diyen nevrotik bir tepki bu. Bu teatral görme biçimi ile bize gösterilen şey bir tür ‘duyarlılık taklidi’ oluyor. Tıpkı mülteci politikaları bağlamında ardı arkası kesilmeyen ‘iyiniyetli’, ancak somut karşılığı olmayan “bu sorunun yükü herkes tarafından eşit şekilde paylaşılmalı”, “Türkiye’nin mülteci krizi ile mücadelesinin takdir edilmesi gerekiyor”, “krizin çözümü adına biz de üzerimize düşeni yapmaya hazırız”, “mülteci krizinin önünü almak için AB liderleri olarak düşünmeye hazırız” vb. türdeki beyanatlar gibi.
Misafir mülteci mümkün mü?
Buraya kadar söylediklerimizi meselenin harcı olarak kabul edip, Avrupa’nın ‘holografik iyiniyetleri’ni şimdilik bir kenara bırakmamız ve ülkemizin mülteci politikaları ‘misafir mülteci’ bağlamına sıkıştırılabilir mi, sorununu irdelememiz gerekiyor. Elbette Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği “Suriyeli kardeşlerimiz bizim misafirlerimizdir.” sözünün imlediği toplumsal kabulün dışında, hukuki bir zeminden bahsediyoruz.
Zira Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadesi mülteci akınının ülkemizde Avrupa’da olduğu gibi bir ‘sınırlara musallat olma’ zaviyesinden değil bir ‘kardeşlik hukuku’ bağlamında görüldüğünü belirten hakikatli bir söylem. Konunun, temel ilkeler bağlamında ele alınması gereken mevzuata ilişkin düzenlemelere sirayeti elbette kontrol edilebilir bir noktada olmayacaktır.
Kardeşlik hukukunun toplumsal kabulü artırdığı ne kadar gerçekse yaygın örfi âdetlerimizdeki misafir imgesinin mahiyeti de bir o kadar gerçektir. “Misafirlik üç gündür”, “Misafir umduğunu değil bulduğunu yer” sözlerinde işaret edilenleri mevzuata ilişkin düzenlemelerin tentesi kabul edecek olursak temel ilkelerin dışında mültecileri kendi belirlediğimiz ihtiyaçların bir nesnesi, ağzımızın içerisine bakarak bizden ‘ihsanda bulunmamızı’ bekleyen musallatlar olarak görmemiz kaçınılmaz olur. Bu sebeple Türkiye’nin politikalarına yön vermesi gereken hareket noktası Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadesini ‘muhacirlik’ bağlamında anlamaktır; tıpkı Medine ensarının yaptığı gibi muhacirlerin kendi ayakları üzerinde durabildiği, toplumla kaynaşabildiği, topluma ‘yük’ olmadan kalkınma ve birlikteliğin bir parçası olabildiği, yeni bir ‘fikir’ inşasının yardımcısı olabildiği, dışlanmadan, temel hakları ihlal edilmeden ve güvencelenerek var olabildiği bir pratiği hayata geçirmektir.
Toplumsal uyum merkezli Türkiye Göç Politikaları Bakanlığı
Türkiye, Suriye savaşının başladığı 2011’den itibaren çekincesiz, koşulsuz yürüttüğü ‘açık kapı politikası’yla meseleye yaklaşım tarzını ve niyetini ortaya koymuş, sınırların kapitalist ve emperyalist ruhunu aşıp insani ve vicdani düzlemde dünyaya net bir mesaj, açık bir kardeşlik dersi vermiştir.
Ancak krizin gerek maddi gerek manevi yükünün giderek artması artık yeni aşamaların vakit kaybetmeksizin hayata geçirilmesini elzem kılıyor. Ülkedeki ciddi anlamda nitelikli mülteci potansiyelini değerlendirerek yeni bir kalkınma dinamiği oluşturabilir, meseleyi toplumsal bir uyum çerçevesine oturtarak düşlediği atılımı sağlayabilir.
Nitekim özellikle ülkede oluşmaya başlayan ikinci kuşak mültecilerin eğitimi başta olmak üzere bu uyumun sağlanamaması halinde artabilecek toplumsal çatışmalar bir yana asıl kaybedenin ‘insanlık’ olacağı çok açık. Zira böylesi bir ‘yeni kriz’ halinde sınır duvarları inşa etmekle meşgul bir ‘Ortaçağ dünyası’ kendilerince bu pratiklerine ‘makul’ bir gerekçe bulmuş olacak ve daha da vahimi Türkiye’nin ‘hami’ iddiası ciddi bir yara almış olacaktır.
29 Kasım 2015’te Brüksel’de düzenlenen ve ana gündemi mülteci meselesi olan Türkiye-AB zirvesine ilişkin açıklamalarda bulunan AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, “Türkiye'nin AB'ye giriş süreci de dâhil Türkiye ile ilişkileri canlandırmak amacındayız.” diyerek devam etmişti; “Ana hedefimiz Avrupa’ya sığınmacı akınını durdurmak.” Türkiye’yi bir ‘mülteci deposu’ olarak gören Avrupa’nın ağzımıza bir parmak bal çalmakla yetinip AB’ye giriş sürecini sürüncemede bırakıp uzatacağı çok net görülüyor. Bizim açımızdansa süreci, aşamalı programımızın ikinci adımı sayılabilecek şekilde kurulacak yeni Göç Politikaları Bakanlığı ile uzun soluklu bir uyum politikası bağlamında ele almamız gerektiği aşikar. Avrupa’nın ikircikli ‘arka kapıdan kaçma’ stratejisini bir kenara bırakıp yeni bir uluslararası mülteci örgütünün kurulmasına önayak olmak, yeni dönem mülteci politikalarımız açısından bize ivme kazandırabilecek bir hamle olacaktır.