Cihana gönül verme
Anlaşılması gereken bir gerçek var; indirgenemez nitelikleri ve özgül ağırlığıyla temayüz eden bir “kişi” ortada yoksa, o esasında varlıktan kovulmuştur.
“Eğer yaşamınızı, doğaya göre şekillendirirseniz asla fakir olmayacaksınız, eğer insanların görüşlerine göre şekillendirirseniz asla varlıklı olmayacaksınız.” Epikür, olmak ve sahip olmak arasındaki gerilimi, bu iki eylemin kaynaklarına işaret ederek konumlandıran ilk düşünürlerden.
İlki kökensel ve fıtri bir ihtiyaca, ikincisi ise gölgeler dünyasına, herkes alanına ait ihtiyaçlara verilen cevap tarzı.
Ataullah İskenderî “Kendisinden kopması mümkün olmayandan kaçan ve onunla kalıcı olmayanın peşinde koşanın durumu ne ilginçtir?” diyor eşsiz Hikem-i Atâiyye’sinde.
Stoacıların bu konudaki namı almış yürümüş olsa da, öğrendiklerimiz bize Hristiyanlığın da kendi kodlarına geçirdiği stoacı ahlakın vaz ettiği kendini ketleme, arzularına gem vurma erdeminin zombiler yarattığını gösterdi, zira “Usulüne göre gömülmeyen ölüler geri döner.” Bugün ise, temel erdemlerden biri olan, usulüne uygun gömülme tarzı olarak da yorumlanabilecek “itidal” erdemi gömülenler arasında. Artık arzuların, dizginlerinden boşalarak serbest bırakılması teşvik ediliyor.
Ünlü markaların sloganları bu yeni erdemin kodunu yazıyor, “Just do it/ yapıver gitsin”. Tuhaf, aynı marka yirminci yılı için hazırladığı bir videoda “cesaret” diyordu, “ihtiyaç olduğun her şey zaten içinde”.
Kısıtlama ve zorlukların insanlık durumunu ve küresel tarihi tanımladığı yüzyılları geride bırakmış gibiyiz. Sürekli arzularının peşinden gitmesi yönünde kamçılanan, kışkırtılan bir insanlık var. O zaman mutluluğun formülü çok kolaylaşıyor, “arzuyu tatmin ettiğim zaman haz gelir, haz da beni mutluluğa götürür.” Epikür’ün yüzünü kızartacak kadar basit bir hazcılık.
Şeyler pazarında alınıp satılan bir şey artık benliklerimiz. Biz birer homo globalisiz artık, dünyanın neresinden olursa olsun bir prize bağlandığımızda aynı tüketim ve düşünce kalıplarına ram olan küresel insan. Aynı habereğlence sisteminin gönüllü müdavimleri.
İyi hayat “ben pazarı”nda şu sorularla ölçülür: Kariyerim başkalarını imrendiriyor mu? Aradığım tanınma ve itibarı bulabildim mi? Yaşam biçimim yeterince albenili mi? Yeterince “cool” görünüyor muyum?
Pek çok zaman bir kariyer sahibi olmayı bir ömür sürmek zannediyoruz. Curriculum vitaemiz kazandığımız unvanlar, oturduğumuz makamlar ve ölçülebilir başarılarımızla örülüyor.
“Çürüyen bir şey var Danimarka Krallığı’nda!”
Hiçbir nesnenin verdiği haz uzun ömürlü olamıyor. İnsana satın alınamayan -olmak alanına ait- şeylerin verdiği o süreğen hazzı, -sahip olmak alanına ait- nesnelerle elde edemiyoruz. Çünkü nesnelere alışıyoruz, alıştığımız gibi soluduğumuz havaya. Bindiğimiz arabaya alışıyoruz, oturduğumuz eve alışıyoruz, taktığımız kravata alışıyoruz, bir süre sonra sıradan geliyor.
- Bir gün bir danışanım bana şöyle bir hikâye anlattı: “Çocuğumla iletişimim zayıf. Yıllar yılı ben bir tel arabayla oynadım, hep oyuncaklara özlem hissettim içimde. Birazcık cebim para görünce yurt dışına gittiğim ilk seferinde iki bavul dolusu oyuncakla geldim, çocuğun önüne yığdım oyuncakları. Çocuğum çok sevindi. Üç gün bunlarla oynadı. Üç gün sonra bir daha hiçbirinin yüzüne bakmadı ve hiçbir oyuncak onu heyecanlandırmadı” dedi. Bu hepimizin bildiği bir hikâye değil mi? Çocukluğumuzun kırmızı potinlerinden, bayramlık elbiselerinden dem vuruyoruz sürekli. Şimdi yeni bir çift potinle heyecanlandırılabilecek bir çocuk düşünüyor musunuz? Yok. Çünkü kullan-at kültüründeyiz artık. Bizler yeni nesil tüketicileriz.
Zygmunt Bauman, Akışkan Aşk kitabında “Tüketicilik malların birikimiyle ilgili değil, bunların kullanımıyla ilgilidir; başka mallara ve onların kullanımına yer açmak için kullandıktan sonra bunlardan kurtulmanın yollarıyla ilgilidir. Tüketici yaşamı, hafifliği ve hızı öne çıkarır; tıpkı bunların teşvik etmesi ve acele ettirmesi umulan yenilik ve çeşitlilik gibi.
Homo consumens yaşamında başarıyı ölçen şey satın alınanların hacmi değil, bunların devir hızıdır” diyordu. Bu yeni tüketici, ürünün ya da hizmetin yalnızca fiziksel ya da işlevsel özelliklerini değil, taşıdığı imaj ve göstergeleri önemser. Gerçekliği çok dert etmez, simülasyonlardan daha fazla haz alır.
“Niçin alışveriş yapıyoruz?” sorusuna bazı cevaplar veriliyor. Bir: İhtiyaçlar için yapıyoruz. İhtiyacımız yokken niye yapıyoruz o hâlde? Öncelikle kendimizi daha iyi hissetmek için.
Thorstein B. Veblen, Aylak Sınıfın Teorisi eseri ile “gösterişçi tüketim” teorisinin isim babasıdır. Veblen’e göre malın birincil faydası ihtiyacın giderilmesine yönelik olan ise de, aslen ikincil faydaya yönelik yapılan tüketim harcamaları insanların göreceli alım gücünün toplumdaki ispatıdır. Bu tür ikincil faydaya yönelik harcamalar, totalde insan yaşamını daha iyi kılacak yatırımlar değildir ve bu yüzden gösterişçi ve müsrif harcamalar olarak nitelendirilir.
Klasik ekonomi ekollerinin tamamı insanların ekonomik açıdan rasyonel davranacakları varsayımı üzerine temellenir. Ama tüketicilerin zenginliklerini gösterme amaçlı veya zenginmiş gibi yaptıkları harcamaların her biri rasyonel davranışa terstir. Bu davranış kalıbında kaynakta iki güdü tespit edilebilir.
İlki, insan davranışlarında psikolojik ödül mekanizmasının etkin olması ve sosyal statüde daha üst sınıflarda yer alma çabasının bu ödül yerine ikame edilmesidir.
İkincisi, insanların toplum içerisinde birbirlerine gösterecekleri saygıyı sosyal statülerin belirlemesi nedeniyle, gösterişçi harcamanın bu saygıyı elde etmenin kestirme bir yolu oluşudur. Yani, ye kürküm ye!
Güvensizlik hissi
Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu’nda, tüketmenin fonksiyonu bağlamında “var olmanın azamileştirilmesi” diye bir ifade kullanıyor; “Püriten kendi kendine değer biçer, kendi kişiliğini en büyük Tanrı zaferi adına verimli kılınacak bir işletme olarak düşünürdü.
Üretimleriyle hayatını geçirdiği ‘kişisel’ nitelikleri, ‘karakteri’ püriten için tam zamanında yatırım yapılacak, vurgunculuk ve savurganlık yapmadan yönetilecek bir sermayeydi. Tam tersine, ama aynı tarzda tüketici-insan kendisini haz almak zorunda olan şey olarak bir haz tatmin işletmesi olarak düşünür.
Mutlu, âşık, övgüye boğan/boğulan, baştan çıkaran/baştan çıkarılan, katılımcı, keyifli ve dinamik olmak zorunda olan olarak. Bu, temasların, ilişkilerin çoğaltılmasıyla, göstergelerin, nesnelerin yoğun kullanımıyla, bütün haz potansiyelliklerinin sistemli olarak sömürülmesiyle var olmanın azamileştirilmesi ilkesidir.” Erich Fromm’un akademiye kazandırdığı teknik terim ile Homo consumens, tüketen insan kendi varoluşunu, tüketim nesnelerinin değişim senfonisine katılımıyla tanımlar.
Refah toplumunun insanıdır ve mabedi de alışveriş merkezleridir. Kendiyle karşılaşacağı bir varoluştan mahrum olması nedeniyle ya işle ya da eğlence ile meşguldür. Ve her hâlükârda eylemi daima ekonomik bir eylemdir. Homo consumens, varlığı tüketim nesnelerine dönüştüren bir dilde okur. Onun yaşam üslubu tüketerek imha etmektir. Varoluşunu bu üslupta azamileştirdiği seviyede, güven duyar.
Bunun dışında, ölüm korkumuzu bir ölçüde gidermiş oluyoruz. Çünkü ölümle de bir meselemiz var, bilinçaltımızda daima ölümle uğraşıyoruz. Çok güzel bir kıyafet giydiğiniz zaman kendinizi farklı bir insan olarak hissedersiniz, hafif bir ölümsüzlük efsunu üzerinize bulaşmış olur ve çok kısa süreli de olsa yeniden doğmuş olmanın hazzını yaşarsınız.
O ürünle beraber farklı bir insan olduğunuz, farklı bir kimlik edindiğiniz, insanların sizi bambaşka bir şekilde tanıyabileceği yönünde bir zehaba kapılırsınız. Bir danışanım “Oğlum harçlığıyla gidip en pahalı cep telefonunu almış. ‘Niye bunu aldın oğlum?’ dedim. ‘Baba, arkadaşlarımla bir arada oturduğum zaman çıkarıp onu masanın üzerine koyuyorum. Arkadaşlarımın nezdinde statüm değişiyor’ diye cevap verdi” demişti.
Mağazalar bize tılsımlı bir dünyanın kapısını açıyorlar. Ama o mağazalardan herkes giyinirse bizim için çok anlamlı olmuyor. En pahalı mağazaya gittiğiniz zaman, insanların oradan yararlanma ihtimali azalıyor. Alışverişin en enteresan ve bağımlılık yapan taraflarından bir tanesi de insanların kendilerini başka insanlardan daha ileri ve farklı olarak hissetmek istemeleri. Yani, “onun giymediği şeyi ben giyiyorum, onun sahip olmadığı bir şeye sahibim, daha hızlı daha büyük bir arabaya sahibim” tatmini.
Bauman, Yaşam Sanatı’nda “Mutluluğa giden yol, mağazalardan geçer ve mağazalar ne kadar seçkin olursa ulaşılan mutluluk da o kadar büyüktür. Mutluluğa ulaşmak başka insanların edinme şansı veya olasılığının bulunmadığı şeyleri elde etmek demektir. Mutluluk bir adım ileride olmayı gerektirir” diyor.
Anlaşılması gereken bir gerçek var; indirgenemez nitelikleri ve özgül ağırlığıyla temayüz eden bir “kişi” ortada yoksa, o esasında varlıktan kovulmuştur. Bu olmayan kişinin “kişiselleşmesi” tüketim nesnesi tercihleriyle belirir, o tıpkı ilk yaratılıştaki gibi bu şekilde ortak bir ruhu soğurur.
Reklamcılık sektörü de tamamen bu anlayış üzerine kuruludur. Modern reklamcılık ve tüketimcilik nesnelere ruh yükler.
Canlılarmış gibi bilgisayarımızla konuşuyoruz, cep telefonumuza kızıyoruz. Böylece aslında ilk defa, insanın cansız bir şeyle canlıymış gibi iletişim kurmasının da önünü açıyor bu. Bir yanılsama yaratıyor.
Ivır zıvırın egemenliği
Yapılan bir araştırmaya göre ABD’de 10 yaşında bir çocuk ortalama 400 markanın ismini biliyor. Bugün çocuklar markaları bizim millî kahramanlarımızdan daha iyi tanıyor.
Adorno’nun işaret ettiği üzere reklamcılık sayesinde metalar ikincil bir kullanım değeri edinerek geniş bir kültürel çağrışımlar ve yanılsamalar silsilesini üstlenecek şekilde özgürleşirler. Buna mukabil, markalar vesilesiyle tüketicinin statüsünü satılabilir metalar seviyesine çıkarmak için, insan, metalaştırılarak esir edilir. Sahip olduğumuz şeyler gün gelir bize sahip olur.
John Berger, Görme Biçimleri isimli meşhur kitabında, reklamcılığın stratejisini başka bir yerde kolayına göremeyeceğimiz bir açıklık ve isabetle ifşa ediyor: “Reklamlarda bir ürünün, bir firmanın öbürüyle yarıştığı doğrudur; ne var ki her reklam imgesinin öbürünü güçlendirdiği, hızlandırdığı da doğrudur. Reklamlar yalnızca birbirleriyle yarışan mesajlar topluluğu değildir.
Reklam, hep o aynı hiç değişmeyen öneriyi yapmak için kendi başına kullanılan bir dildir. Reklamlarda şu kremle bu krem, şu arabayla bu araba arasında bir seçim yapmaya çağrılırız; oysa dizgesel olarak ele alındıklarında reklamlar bir tek şeyi önerir her zaman. Reklamlarda her birimize bir nesne daha satın alarak kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir. Aldığınız bu yeni nesne der reklam, bir bakıma sizi daha da zenginleştirecektir -aslında o nesneyi alabilmek için biraz daha yoksullaşacak olsanız bile! (…) Bunu başka türlü şöyle anlatabiliriz: Reklam imgesi alıcıdan, aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar; sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar…”
Biz üretilen şeyleri tüketiyoruz. Ne bu üretilen şeyler? Bir sürü ıvır zıvır. İnsan sağlığı için zararlı bir sürü yiyecek, içecek. Hiçbir işe yaramayan moda akımı ürünleri. Çok hızlı modalar çıkıyor, çok yaygın olarak tüketiliyor, hangi amaca hizmet ettiği belli değil. Bunların üretilmesinin bize nasıl bir faydası var.
Markalar artık yetiştirecekleri çocukları istiyorlar. Yani “Bizim ismimizle doğsun, bizim ismimizle büyüsün, bebekliğinden itibaren bizi teneffüs etsin” diye bekliyorlar.
- Reklamcılık, çocukluğu fethedilecek bir alan olarak görüyor. Çocukluk tamamen ticarileştiriliyor. Bu çok korkunç bir şey. İskandinav ülkelerinde 12 yaşın altındaki çocuklara yönelik reklam yayını yasak. 12 yaşından küçük çocuk, reklamcının kötü niyetlerini ayırt edemeyebilir. Reklamcının, kendi zihnini manipüle etmek için, onu yönlendirmek, bazı şeyleri ona satmak için ihtiyaçlarını gıdıkladığını fark etmeyebilir. Dolayısıyla belki de belli yaşın altındaki çocukları tüketici yapmayı hedefleyen reklamların yasaklanması gerekir.
Tıpkı, Sao Paulo’da büyük meydan reklamlarında lüks tüketimi teşvik edecek reklamların belediye tarafından yasaklanması gibi. Bu tür düzenlemelerin alkışlanması ve örnek alınması gerekiyor. Fakirliğin olduğu bir toplumda lüks tüketim ve şatafatın reklamı, toplumsal barışı dinamitlemek için en fonksiyonel yöntemdir.
Maddeye perestiş
Tim Kasser, çok sayıda araştırmaya imza atarak Materyalizmin Yüksek Maliyeti diye çok önemli bir kitap yazdı. Araştırmalarda materyalist değerler ve toplum yanlısı değerler arasında “bileşik kaplar kanunu” benzeri bir ilişki olduğu, materyalist değerlerde bir yükselme olduğunda toplum yanlısı değerlerin düşme eğilimi gösterdiği tespit edildi.
Mevzu bahis para iken insanlar çok daha az empatik, çok daha az cömert ve işbirliğine daha az eğilimli hareket ediyorlardı. Ayrıca çalışmalar, insanların kendilerini güvensiz hissettiklerinde materyalist şeylere daha çok odaklandığını gösterdi. Bir başka husus ise, insanların medyaya ne kadar maruz kalırlarsa, materyalist değerlere de o kadar öncelik vermesi. İçsel değerler yalnızca kişisel, sosyal ve ekolojik refahı desteklemekle kalmıyor, aynı zamanda insanların materyalizme karşı bağışıklık kazanmasına da yardımcı oluyor.
İçsel değerlerinizi ifade eden bir hayat kurmak; değer verdiğiniz insanlarla daha çok vakit geçirmek, maaşı daha az olsa bile anlamlı bir işte çalışmak, tabiatla daha iç içe yaşamak ve sizin için önemli olan konularda gönüllü faaliyetlerde bulunmak gibi birçok eylemi hayata geçirmekle mümkün olabilir. ,
Pozitif psikoloji biliminin, mutluluk ve para ilişkisi üzerine yaptığı pek çok çalışmanın da gösterdiği üzere, temel ihtiyaçlar giderildikten sonra paranın artması önemli bir mutluluk artışına yol açmıyor.
Ürünleri kendi dayanıklılıkları çerçevesinde kullanmıyoruz. Aşınmadan, eskimeden, değerlerini yitirmeden atıyoruz. Hiçbir şey evladiyelik değil. Kapitalist kültür hiçbir şeye sadık olmamayı beraberinde getiriyor. Bu kural sadece malların alanında durmuyor, insan ilişkilerinde de böyle. İnsan ilişkilerinde de pazara kendini ayarlamış, her ortamın rengini alabilen bukalemun kişilikler ortaya çıkıyor. İnsan ilişkilerinde kullan-at modeli gelişiyor.
İş yerlerinde sadakat kayıplara karışıyor. Bizim babalarımız girdikleri iş yerlerinden emekli oldular gittiler. Yıllarca aynı yerde çalıştılar, çok köklü bağlar, köklü dostluklar kurdular. Bugünün işletmesi hiçbir şey vaat etmiyor, insanlara “Üç sene sonra kapının önüne koyabilirim” diyor.
Hatta seni muhatap bile almıyor, bir zarf koyuyor masanın üzerine, o zarfı açtığın zaman görüyorsun kovulduğunu. Hiçbir yerde tam manasıyla sadakat yok, hızlı yer değiştirme ve mobilite, hareketlilik var. Ve bu hareketlilik de insanları köksüz ve anlamsız bırakıyor.
David Harvey de, Postmodernliğin Durumu’nda bu kullan-at kültürünün, tüketimin devir hızındaki artışın yaşam tarzımızdaki ardıl sarsıntılarına işaret ediyor:
“Alvin Toffler gibi yazarların ifadesiyle, ‘kullan at’ toplumunun ortaya çıkışının işaretleri 1960’lı yıllarda belirmeye başlamıştı. Bunun anlamı sadece üretilmiş malları atmak değildi... aynı zamanda değerlerin, hayat tarzlarının, istikrarlı ilişkilerin, şeylere, binalara, yerlere, insanlara ve eyleme ve olma konusunda öğrenilmiş tarzlara bağlılığın da atılabilmesi anlamını taşıyordu.”
Bu köksüzlük ve anlamsızlık bir maneviyat tarafından giderilmediği zaman, -insanın içi- benliğimiz boşalıyor ve biz dışarıdan alınan nesnelerle onu doyurmaya çalışıyoruz. İnsanı insan kılan “değerler” parayla takas edemediğimiz, satın alamadığımız, insan olmanın temelini sağlayan şeylerdir.
Onları bir takas ve mübadeleyle satın alamazsınız, onlar için emek harcamanız gerekir. Sevgi için emek harcamanız lazım, itibar için emek harcamanız lazım. Bu emeği harcamadığınız, kolayca bir nesneyle bunu gidermeye çalıştığınız zaman bu, deniz suyuyla hararet gidermek gibidir. İçtikçe daha da içesiniz gelir ve daha da susuz kalırsınız.
Alışverişin en büyük albenisi bu; bir şeyi almayı beklerken haz duyuyoruz. Sahip olduktan çok kısa bir süre sonra o haz geçiyor.
Saplantılı alışveriş bugün artık psikiyatri el kitaplarına giren bir teşhis olmaya başladı. Fakat çok tuhaf, bir kapitalist kültür insanların önüne alışveriş merkezlerini yığıyor, “Sadece alışveriş yapabilirsen ve sadece cüzdanının kalınlığı kadar mutlusun” diyor, insanlar mutlu olmak için harıl harıl alışveriş yapıyor. Sonra da “Sen hastasın. Al bakalım, senin için de şu ilacı ürettim. Bu ilacı al ve iyileş” diyor. Oradan da bir şey satıyor.
Her şey metalaşıyor, her şey satılabilir hâle geliyor. Doğu meditasyonları, Budizm’e eklemli psikoterapi; tam bir istismar alanı. Şirketlerle ilgili bir belgesel var: Corporation (Şirket).Çok uluslu büyük şirketlerin günlük hayatta bir psikopat gibi davrandığını açıklıyor. İnsanları kandırdığını, suistimal ettiğini ve bununla ilgili hiçbir vicdan azabı yaşamadığını dile getiriyor.
Gruen katsayısı
Başka bir istismar alanı da alışveriş merkezleri. AVM’ler ile ilgili, Gruen transferi katsayısı diye enteresan bir durum var. Bölgesel büyük alışveriş merkezlerinin fikir babası, Avusturyalı mimar Victor Gruen olarak kabul ediliyor. Gruen “mall” işlevsel mimarisini, arabalara bağımlı Amerikan banliyö hayatına insanların yürüyebildiği, bir araya gelebildiği, yaya olarak dolaşacağı bir tür üstü kapalı agora getirmek amacıyla tasarlıyor.
Mall sözcüğünün kökeni, açık kentsel alanlarda oynanan bir oyuna, bu oyun için ayrılan açık ve korunaklı bir mekâna referans veriyor. Gruen transferi katsayısı şu şekilde açıklanabilir; bir insan mesela AVM’ye bir kalem almaya gidiyor, girdikten kaç saniye sonra yönlendirilmiş kaybolma etkisiyle dükkân gezmeye ve serbest salınıma geçiyor? O katsayıya göre değer kazanıyor bir AVM. Yani bir insanı kaç saniyede asıl amacından saptırıp, alışveriş moduna sokabiliyorsunuz.
Gruen “Bana sık sık alışveriş merkezinin babası diyorlar. Bu vesileyle babalığı kesin olarak reddetmek isterim. Bu gayrimeşru yapılara nafaka vermeyi reddediyorum. Onlar şehirlerimizi mahvetti” diyor ahir ömründe.
Dikkat ederseniz, insanın keyfini yerine getiren, onu alışveriş psikolojisine sokan hareketli müzikler çalar AVM’lerde ve o arada siz “şuna da bakayım, buna da bakayım” derken elinizde iki torbayla çıkabilirsiniz oralardan.
İnsanlarımıza AVM’lerden başka eğlenebilecekleri mekânlar sunmak zorundayız. Bu toplum AVM’lerde gezinip eğlenerek hafta sonunu tüketmek gibi bir bahtsızlığa uğratılmamalı. Çarşılarımızı korumalıyız. Konya’nın çarşıları, Elazığ’ın çarşıları o kadar güzeldir ki, onların içine girdiğim zaman kaybolurum samimi dünyalarında.
Hatta çok uzak değil, Kadıköy’ün, Üsküdar’ın çarşıları daha küçük ölçekli olmakla birlikte ne kadar güzeldir. Oralarda havayla temas ediyorsunuz, insanlarla birebir iletişim kurabiliyorsunuz.
- Hâlen o geleneksel mahalle havasını teneffüs edebiliyorsunuz. Bu çarşıları korumak için çaba harcamak, esnaf kültürünü, ahilik geleneğini yaşatmak zorundayız, yoksa AVM’ler buldozer gibi ezip geçiyor bu ülkeyi. O AVM’lerde de hep çok uluslu şirketler var. Cebimizdeki parayı oralara kaptırıp dönüyoruz. Sabri Ülgener, İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri kitabında ortaçağ esnaf ahlakından söz eder: “Aslında şehir medeniyetinin bir parçası olan ortaçağ ahlâkı, yine yüzde yüz bir şehir müessesesi olan esnaf teşkilâtına öz malı gibi gururla bakmakta, aslı ve nesebi belli olmayan gezginci tüccar ve sermayeciye karşı sanatkârı el üstünde tutmakta elbette haksız değildi. Bütün bu sebeplerle el işçiliği, âni kazançların çok üstünde bir değere sahipti; hattâ, sahibini aza; kanaate, sabır ve tevekküle zorlamakta bir nevi terbiye edici, nefis körletici fonksiyonu vardı. Mevlanâ Cami, bu düşünce ile olacak ki, ‘kisb-i akvat-ı yevmiye için cehd ve sây ile taabdan elde hâsıl olan nasırlar nefs-i emmâreyi terbiye ve ıslah için güya bir törpüdür’ demişti. El işçiliğinin terbiyevi değerini yükselten başka sebepler de yardı. (…) El işçiliği, Kınalızâde’nin dediği gibi, sahibini soygun ve vurgun peşinde koşturmayan, dilencilikle yüzünü yere getirmeyen, ifrattan da tefritten de uzak olduğu için vasat ve itidal ölçüsüne en fazla yaklaşan ve o yüzden de en çok övülmeye hak kazanan geçinme tarzıdır.”
Aslı ve nesebi belli olmayan -çok uluslu- gezginci tüccar ve sermayeciye karşı direnmek, bir fizibilite mevzusu değildir.
Samimiyetin ölümü
Batı’da “Samimiyetin Ölümü” tartışılıyor. Samimiyetin ölümü şu demek; anne babalık size külfetli mi geliyor artık? Yani bir çocuğa bu kadar bakıyorsunuz uğraşıyorsunuz, sonra çekiyor gidiyor. Size dünyalık fazla kazanım getirmiyor mu? Boş ver gitsin, anne baba olmaya gerek yok. Arkadaşlık; arkadaş olmak daha mı külfetli, bize bir menfaat sağlamıyor mu, iş yerinde terfi etmemizi ya da cebimizi daha hızlı doldurmamızı sağlamıyor mu ya da bize bir sosyal ağ vermiyor mu? O işe yaramaz arkadaşlarını gönder.
İşe yarayacak arkadaşları, sana dünyada bir menfaat, makam mansıp sağlayacak arkadaşları getir. Böyle böyle, insanların birbirlerinden bir menfaat, çıkar beklemeksizin birbirlerine ayırdıkları yakınlık saatleri azalıyor. Ve biz çok şükür ki samimiyetini muhafaza eden bir toplumuz hâlâ
- Bir danışanım anlatmıştı. Ürgüp bölgesinde bir seyahate gidiyor, karnı ağrıyınca bir kayanın üzerine oturuyor. Öteberi satan bir yaşlı kadın gelip, altına minder koyuyor. İçinden düşünüyor danışanım: “Ya bu nine şimdi bana bir şeyler satacak.” İstemez dese de zorla oturtuyor çocuğu, “Üşütürsün, karnın ağrır” diyerek. “Memnun oldu beni oturttuğuna ve bana da bir şey satmadı. Kendimden utandım” diyordu. İşte samimiyetin ölümü biraz da bu. Bizim metropollerimizde orta sınıflarda yaygın bir art niyet arama durumu bu.
Bir başka şey de her anı etkinlikle doldurmak istiyoruz. İşte modern hız medeniyetinin ve kapitalizmin önümüze yığdığı meselelerden bir tanesi de bu. Her an adrenalin yüklü, her an heyecanlı, her an istim üzerinde yaşamamız, hayattan çok şevk almamız lazım. Hiç sıkılmaya hakkımız yok. Sıkılmamamız için bir sürü can sıkıntısı endüstrileri var bizi oyalayacak. Bu, beraberinde yaşantı oburluğunu getiriyor. Yine bir orta sınıf hastalığı var Türkiye’de; herkes yediğini içtiğini paylaşıyor sosyal medyada.
Gittiği yerleri paylaşıyor. Tükettiği şeyleri paylaşıyor. Onların üzerinden bir kimlik yaratmaya çalışıyor. “Bakın ben ne kadar farklıyım. Hayatımı ne kadar hızlı, dolu dolu yaşıyorum, ne kadar da üstün bir varlığım.” Tamam bir şeylere sahip oldun, bütün bunların neticesinde ne oldu? Günümüzün en büyük problemlerinden birisi şimdi Shakespeare’in söylediği gibi “Olmak ya da olmamak” değil. Artık “almak ya da almamak.” Satın alıp da başka bir şey olacağımızı zannedecek miyiz, yoksa almayıp, kendimizi sınırlayıp, nefsimize hâkim olup en azından az almayı becerebilecek miyiz?
Anne baba sabah akşam evin içinde maddiyat konuşuyorsa, hep paradan puldan, başkalarının sahip olduklarından bahsediyorsa çocuk tamamen o değerler sisteminin içine doğar ve öyle büyür. Ve çocuk maddiyatın en temel unsur olduğunu, o güvensizliği içine alır. Bu tür evlerde büyüyenlerin daha maddiyatçı olduğu pek çok çalışmada gösterilmiş.
Göz bağcılığına reddiye
Mesela marka giymenin yasaklandığı okullar var, pek çok okul böyle, bu çok doğru bir tutum. Çok önemli bir yanlış yapıyor ve çocuklardan zamanı esirgiyoruz. Çocuklarla yeterince beraber olamıyoruz, sonra bu bizde bir suçluluk duygusu yaratıyor ve bu suçluluk duygusunu da onlara pahalı hediyeler alarak gidermeye çalışıyoruz. Veya pahalı okula göndererek, onları vitrinden çıkmış manken gibi giydirerek suçluluk duygumuzu telafi etmeye çalışıyoruz.
Çocuk böyle böyle, maddi olanın aslında bizim suçluluk duygumuzu yatıştırdığını görmeye başlıyor ve bir süre sonra da bunu talep etmeye başlıyor. Tüketici pazarı, insanlar arası ilişkilerin tüm boyutlarını ve biçimlerini benimser ve asimile eder, buna ahlaki bir ilke olarak başkasına ilgi göstermek de dâhildir. İnsanlara yüz yüze ve el ele geçireceğimiz saatler vaat etmemiz gerekirken, mağazalardan veya internetten satın alınan hediyelerin bunu telafi etmesini umuyoruz.
Hediyeyi verirken, hediye ne kadar pahalıysa telafinin de o kadar büyük, vicdani sancılarımızı dindiren etkisinin de o kadar güçlü olmasını bekliyoruz. Dolayısıyla bu ilişki tarzında alışveriş yapmak artık ahlaki bir davranış oluyor.
Maddi olan, manevi olanın yerine geçebilir düşüncesi bir göz bağcılığıdır ve pazarlama uzmanları bize bunu satıyorlar. Diyorlar ki “Evde yeterince bulunmaman gerekebilir, çok çalışabilirsin fakat eve geç geldiğinde şöyle bir hediyeyle gelirsen bütün bu yokluğunu telafi edebilirsin.” Biz de buna inanmaya teşne oluyoruz. Bu hediyeleri madden karşılayabilmek için giderek daha uzun saatler kendimizi işe veriyoruz, suçluluk duygumuz daha da katmerleniyor.
Kredi kartlarımız daha da katmerleniyor, bu kazananı olmayan bir yolculuk. Fiziksel acıların vücutta bir sorun olduğunu işaret edip, tedaviye zorlaması gibi, suçluluk duygumuz da insan ilişkilerimizdeki tehditleri gösterir. Eğer pahalı hediyelerin müsekkin etkisi olmasaydı, vicdani sızımız bizi daha incelikle, içten ve rikkatle davranmaya sevk edebilirdi. Ancak insanlara iyilik yapma niyetlerimiz bile ticarileştirildi.
Bütün bunlar bir göz bağcılığı ve bizim çok dikkatli olmamız lazım. Çocukları özellikle korumamız lazım. Çocukların müşteri olmadığını, bir şeyler satılacak insanlar olmadığını haykırmamız lazım çünkü kapitalizmin en temel marifeti yurttaşı bir müşteriye dönüştürmesi. Yurttaşı, duyguları olan, bir ruhu olan, yeri geldiğinde sistemi eleştirebilen, karşı çıkabilen kanlı canlı bir organizma olarak değil de kitle iletişim araçlarının kolayca yönlendirdiği zavallı, çaresiz bir müşteriye dönüştürmesi. O zaman yaşadığımız hayat bir yaşayanlar mezarlığına dönüşüyor.
Aynılığın cehennemini yaşıyoruz hepimiz. Bir örnek giyiniyoruz, bir örnek konuşuyoruz, aynı dizileri izliyoruz, aynı dizilerin mimikleriyle birbirimize davranıyoruz.
Cas Mudde’nin “patolojik normallik” tabiri var, bu durum için de aynı terimi kullanmak gerekiyor. Normaliz ama dibine kadar patolojik bir normallik. Psikolojik doğumunu gerçekleştirememiş, daima “banttan” konuşan, canlı cenaze insanlar. İnsanlar o zaman duygularını yaşayamadıkları, onları ifade edemedikleri için her şeyden kopup, oralarda duygularıyla yüzleşmek için kalkıyorlar Afrika’ya, Malezya’ya dünyanın ücra memleketlerine gidiyorlar.
İş hayatıyla ev hayatı arasında bir duvar vardı önceden. Rahmetli babacığım saat 5’te eve gelirdi ve işle alakasını bitirirdi, biz onun varlığını evde hissederdik o zaman. Şimdi bizler eve saat sekiz dokuzda bitkin bir hâlde geliyoruz ve maalesef çocuklarımızı dinleyecek takatimiz olmuyor, bu çok feci bir şey. Çuvaldızın en büyüğünü kendime batırıyorum.
İşte geçirdiğimiz uzun saatler, evin sıcak saatlerinden çalıyor. Veya iş ve ev arasındaki sınır o kadar muğlaklaşıyor ki, insanlar alıyorlar bilgisayarlarını gece on bir on ikiye kadar evde çalışıyorlar. E-mailler sürekli işliyor. Ofisi eve taşıyor teknoloji. Bir barbar istilası bu, dikkatli olmamız lazım, ruhlarımızı korumamız ve bunun için de geçmiş çağların kadim bilgeliğine müracaat edebilmemiz lazım.
O bize şunu söylüyor; bütün kadim öğretilerde ele geçirmek değil, ele geçirmeyi reddetmek, yeri geldiğinde hayır diyebilmek, yeri geldiğinde kendimizi sınırlayabilmek… İnsanın sahip olma güdüsünde kendini sınırlayabilmesinin hazzı, arzuyu serbest bırakmanın hazzından fersah fersah ileride. Bir insan kendini sınırlayabilmekle, kendi nefsine, egosuna hâkim olabilmekle, her istediğini yapmamakla olgunlaşıyor.
“Bunca varlık var iken...”
Pozitif psikolojinin bize söylediği mutluluğun formülü şöyle: Materyalist değerlere ne kadar az bel bağlarsa bir insan, onları ne kadar elinin tersiyle iterse o kadar yükselme istidadındadır. İçsel değerlere yani kendinden daha büyük bir ülküye hizmet etmek, dünyaya bir hayrının dokunmasını istemek ve bunun için gayret göstermek, çevresinde güzel insanlar tutmak, onlara güzellik yapmak, onların güzelliğini açığa çıkarmak, iyi anne-baba olmak, iyi eş olmak...
Bütün bunları yaparsa bir insan, içsel değerleri çok kuvvetli bir insandır ve içsel değerleri kuvvetli olan insanlar, zaten bu materyalist değerlere yüz vermez, çok daha mutmain insanlar olurlar. Mutluluktan öte itminan sahibi olurlar. Bu çok değerli bir şey.
“Ummak küsmektir” denir Anadolu’da. İki kelimede sosyal psikolojinin bir ciltlik eserini ifade ediyor bu söz. Beklentilerinizi ne kadar yüksek tutarsanız hayata o kadar küsersiniz. İşte “hayal kırıklığı boşluğu” budur. Biz hayal kırıklığına da alışmak zorundayız. Çocuklarımızı da alıştırmak zorundayız, çocuklarımız her istediklerini elde edemeyeceklerini öğrenmeliler. Alın teri akıtmanın, çaba göstermenin önemli olduğunu öğrenmeliler. Bu aslında sorumlu bir çocuk yetiştirmek için de çok önemli.
Çünkü çocuğun sorumluluk kazanması için emek harcaması lazım. Her şeye çok zahmetsizce ulaşan bir insanın gidecek başka yeri kalmıyor, bazen maddeyi, birtakım uç hazları denemeye başlıyor. İnsanın her şeye yavaş yavaş kendi gayretiyle ulaşmayı başarması lazım, alın teriyle ve acı çekerek.
Yunusumuz çok güzel söylemiş: “Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığı / Bunca varlık iken, gitmez gönül darlığı”.
Hayat bizi çeşitli şekillerde sınıyor, bazen varlıkla sınıyor; bizler insan hikâyeleri dinleyen bir mesleğin insanıyız, buna dair o kadar çok hikâye dinledim ki; övündüğünüz ne varsa yarın bir gün imtihan olarak önünüze konulabiliyor. Servetiyle övünen bir insan kısa sürede hiç beklemediği şekilde servetini kaybedebiliyor, itibarıyla övünen bir insan itibarını kaybedebiliyor. “Sultanın gölgesinde bulunmayan şehri yıkılmamış olsa da yıkık bil sen” demiş Ahmed Gazzâlî.
İnsan elindekinin ihsan olduğunu, imtihan olduğunu unutmadan iktifa etmeyi, kâfi demeyi, yeterli demeyi bilmeli ve kazanmaya devam etmeli. Ama başkaları için. Elias Canetti “En iyi insan, en az harcayan değil, fakat harcadıkları aracılığıyla en çok armağan eden insan olurdu” diyor. Kazanmak, başkaları için harcıyorsanız en çok mutluluğa dönüşen bir şey. Bu yine pozitif psikolojinin sayısız çalışmasıyla gösterilmiş bir şey; en mutlu insanlar en çok verebilen insanlar, elinde avucundakini paylaşabilen insanlar, bilgisini paylaşabilen insanlar, cömertliğini paylaşabilen insanlar, başkasının derdini paylaşabilen insanlar.
İlla da hep maddi şeyler vermeye gerek yok, çok zor bir anında bir insana duygudaşlık yaparsınız, sizin omzunuzda ağlar ve o anı asla unutmaz. Kimsesi gelmemiştir, hasta yatağında onu ziyaret edersiniz, o anı unutmaz.
Annesinin cenazesi vardır, kimse gitmemiştir siz orada olursunuz, o anı unutmaz. Vereceğimiz şeyler yalnızca maddi şeyler değil, biz çocuklarımıza manevi olanı vermenin hazzını yaşatmalıyız. Akraba, yaşlı, yoksul muhtaç ziyaretlerinin erdemlerini yaşatmalıyız, böylece daha üretken oluruz. Üretken olmak, illa ıvır zıvır üretmek değildir. Etrafımıza faydalı olabilmektir.
Gönül tokluğu
Hz. Peygamber, “Gerçek zenginlik gönül tokluğudur” diyor. Çok büyük bir söz. Tim Kasser son çalışmasına bu sözün ne kadar önemli olduğunu anlatarak başlıyor. “Gönül tokluğu” ne güzel bir ifade. Gittik çok güzel bir kazak beğendik, içimiz içimizi yiyor, bu kazağa sahip olursam mutlu olacağım diyoruz, kendimize şu soruyu sorabiliyorsak amacımıza ulaşmış oluruz.
“Gerçekten almaya ihtiyacım var mı?” Charles Baudelaire “Susuzluğumuzdan daha büyük olan bardaklarımız, sürahilerimiz yüzünden biraz utanıyordum” diyordu. Gerçekten ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almayı artık bırakmamız gerekiyor. Bir “gönüllü sadelik” hareketi başlatmalıyız hayatımızda.
Gönüllü sadelik ifadesinin mucidi Richard Gregg tarafından yapılan bir “basit yaşam” tarifi var; “Bilge... hem bireysel hem toplumsal yaşamın aslında sınırlı sayıda temel unsurdan oluştuğunu ve bunların dışında kalan her şeyin gereksiz yere birbirini tekrarladığını bildiği için basittir. Eğer temel unsurlar sağlıklı ve güçlü ise geriye kalan detaylar da neredeyse kendiliğinden öyle olacaktır... Bu yüzden bilge olan, dikkatini yaşamın sınırlı sayıdaki temel unsurlarına verir, basitliğini sağlayan budur.”
Serge Latouche da Kanaatkâr Bolluk Toplumuna Doğru kitabında gönüllü sadeliğe benzer şekilde, “kanaatkâr bolluk toplumu” ve “gönüllü yetingenlik toplumu” diye nitelediği yeni bir anlayış tasavvur ediyor. Latouche, küçülmenin zorunluluğu fikrini, gezegenimizin doğal kaynaklarının sınırlılığı karşısında ekonomik büyümeyi ve tüketimi temel alan bir toplumsal modelin sürdürülebilirliğinin imkânsızlığını belirterek gerekçelendiriyor.
Küresel yıkım noktasından hareket ederek dünyamızı bir “kazazedeler gezegeni” olarak tanımlıyor. Yine bir başka yazar, E. F. Schumacher’in, insanın hemcinsleriyle, doğayla ve yaratıcının kudretiyle girdiği bu savaştan çıkması, barışı yeniden ihdas etmesi için önerdiği yöntem de aynı minvalde... Küçük Güzeldir kitabında barışa giden yolun bolluk ve kusursuz işleyen bir düzen aracılığıyla değil, yetinmeyi bilen bilge insanlar önderliğinde açılacağını dile getiriyor Schumacher.
Modern kapitalist düşünceyi Budist ekonomi bilimi çerçevesinde erozyona uğrattığı metinler, bizim de geleneğimizden aşina olduğumuz bir hikmete atıfta bulunuyor.
Önemli ve gerekli şeyleri ötekilerden ayırt edebilme yetisi, insanın ancak olgun ve bilge bir karaktere kavuşmasıyla mümkün. Bir gün Hz. Mevlana’ya bir adam geliyor, “Şems’i gördüm” diyor. Atıyor hırkasını önüne Mevlana, çok muteber onun hırkası. Sevinerek alıyor adam, gidiyor. Etrafındakiler “Bu adamın yalan söylediğini biliyordun, niçin hırkanı verdin” diye soruyorlar. “Yalanına hırkamı verdim, gerçeğine canımı verirdim” diyor.
“Cihana gönül verme...”
İnsanı en çok mutsuz eden şeylerden bir tanesi sosyal mukayese. Kendimizi bir başkasıyla kıyaslamaya başladığımız an mutsuz olmamız kaçınılmaz. Hep piramidin yukarısına, bizden daha iyi durumda olduğunu düşündüğümüz insanlara bakarız, fakat muhtaçları, yoksulları görmeyiz.
Yine Hikem’de “Yoksulluk sende zati bir sıfattır. Sebeplerin akışı sendeki gizli olan yoksulluğu hatırlatır. Sonradan gelen nimetler zatî yokluğu ortadan kaldıramaz. Vakitlerin en iyisi yoksulluğuna şahit olduğun ve sendeki yokluğa geri çevrildiğin vakittir” diyor Ataullah İskenderî.
İnsanın en büyük yanılsaması dünyanın kendisinin etrafında döndüğünü düşünmesi. Dünya bizim etrafımızda dönmüyor, dünyada çok acılar, trajediler var. Babil’in yönetmeni İnarritu’nun Biutiful diye bir filmi var. Barcelona’nın varoş semtlerinde bir sızıntı neticesinde ölen, tekstil fabrikalarında çalışan Çinli kaçak işçi göçmenlerin hikâyesini anlatıyor. Böyle bir sürü trajedi var dünyada, yanı başımızda insanlar yok yere öldürülüyor.
Büyük bir katliam yaşanıyor Ortadoğu’da. Bütün bunlara rağmen, bizim bu dünyadan sanki kendimiz için yaşıyormuşçasına geçip gitmemiz ayıp. Başımızı çevirmek zorundayız, oraya bakmak zorundayız. Oradan bir sızıyı yüreğimizde taşımak zorundayız. Etkin diğerkâmlık diyor buna bir düşünür. Dünya bizi dikkate ve rikkate çağırıyor.
Cömertlik de diyebiliriz buna; herkes maaşından belli bir miktarı, ne kadarına güç yetirebiliyorsa, canını acıtacak noktaya kadar bir miktarını yoksullar, yoksunlar için ayırsın, çocuğuna da verdirsin. Hz. Ali’nin, çok derin anlamlı bir sözü vardır: “Malı infak etmeyen kimseye mal nasip olmamıştır.”
Maddiyatçılar, maddeye perestiş edenler, yani ki insanlığın mutluluğunu ve esenliğini sağlayan temel şeyin maddi olduğunu düşünen insanlar, dünyayı daha çok kirletiyorlar. Üstelik empati duyguları daha zayıf, adalet anlayışları çok daha zayıf. Bu insanlar, “Benim için iyi olan, iyidir” diyorlar. “Gemisini kurtaran, kaptan” diye düşünüyorlar.
Dolayısıyla aslında tabiatın kirlenmesine, iklim değişikliklerine sebep oluyorlar. Hatta böyle uluslar da var. Maalesef Kyoto Protokolü’ne imza atmayan, karbon emisyonu çok fazla, enerji üretimiyle dünyanın en büyük kirlenmesine sebep olan fakat bununla ilgili en ufak bir sorumluluk da hissetmeyen devletler de var. Bu da bir tür narsisizm. Bu dünyada birlikte yaşıyoruz. Hepimizin ortak kaderi paylaştığı bir dünyada başkasını düşünmeden yaşamak hovardalıktır. Bunu kabul edemeyiz, ortak bir insanlık bilinci, ortak bir küresel vicdan oluşması için gayret etmemiz lazım. Bunun yollarından bir tanesi de bu sürgit tüketimciliğe dur diyebilmek.
Bir Fransız direnişçi “Dünya bir mağaza değildir” diyordu. Ben de bir tezgâhtar değilim. Hiçbirimiz bu pazarlama tekniklerinin zavallı denekleri değiliz, buna isyan etmemiz lazım.
Hepimiz bir yerden başlamalıyız. Ölümü hatırlamak, ölmüş ve gömülmüş gibi yaşamak değil, dünyanın sebeplerini hor kılmaktır. Sebeplerimizin sahihliğini sürekli teyit edeceğimiz miyar “Amaçladığım bu şeyin ben öldükten sonra da, benden sonraya bıraktığım dünya ve insanlar ya da öteye taşıdığım kendim için bir önemi olacak mı?” sorusu olmalı.
- Şeyh Sadi Şirazi, Bûstan eserinde anlattığı bir hikâyede şöyle der: “Acem ellerinde bir deli, Kisra’ya şöyle demiş; ‘Ey Cem mülkünün vârisi; Eğer saltanatı Cem’le baki kalsaydı, sana nasıl nasip olurdu! Karun’un bütün hazinelerini de ele geçirsen ancak bağışladığın kadarını yanında götürürsün. Kalanı, senin değildir; burada kalır…’ Dünya böyledir, çabuk geçer. Zaman vefasız, sebatsızdır, ihtiyar birisi gününü, bitirince bir talihli beşikten başını kaldırır. Cihana gönül verme ki, sana yabancıdır…”
Ey gönül, cihana gönül verme. Sen daha fazlasını hak ediyorsun.