Gözlerini kaçıramazsın
“İlkokuldayken, bizim sınıfta hep şımarık zengin çocukları vardı. Müstahdemin oğlu da bizim sınıftaydı. Onu hep iter kakardık. Çok ezik ve sessizdi. Bir gün işi iyice azıtıp onu köşeye sıkıştırdık ve mataralarımızdaki suyu kafasından döktük. Soğuktu. Üşümüştü ve titriyordu. Birden gözlerim onun kapkara, kocaman ve acı çeken gözleriyle karşılaştı. Afalladım ve kalakaldım. Eğer şairler birdenbire şair oluveriyorlarsa ve ben de eğer bir şairsem, işte o gün şair olmuşumdur kesin. Belki o kara ve kocaman acıdan özür dilemek için yazıp duruyorumdur.” Didem Madak
Vicdan etrafımızda olup biten şeylere şehadet etmek, etkin bir şekilde yanıt vermektir. Haksızlığı, adaletsizliği, hakkaniyetsizliği umursamaktır. Gözünü yumup geçip gidememektir. Akşamları başımızı huzur içinde yastığa koyabilme arzusudur. “Başka türlü yapamazdım” deme hasletidir.
“Başka türlü davranamazdım” diyebilme erdemidir. Kant’ın çok bilinen bir sözü var, “Ne kadar sık ve uzun düşündüysem, şu iki şey hep yeni ve artan bir hayranlık ve huşuyla doldurdu ruhumu: üstümde yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.
Yukarıda ve içimde bir Tanrı olduğunun kanıtı bunlar.” Vicdan, içimizde Allah’ın bizi ahlaka yönelten sesidir, gök kubbeden başlayan çınlaması göğsümüzde yankılanır durur, hayranlık uyandırıcı bir şeydir. Montaigne “Vicdanın zorlaması böylesine şaşırtıcı bir şeydir! Ele verdirir bizi, kendimizi suçlamaya, kendimizle savaşmaya zorlar bizi; tanık yokluğunda kendimize karşı tanıklık ettirir bize” dedikten sonra, kötülük yapan insanlar için Virgilius’un bir sözünü aktarır Denemeler’inde: “Açtıkları yarada canlarını bırakırlar.”
İnsanın kendi zihni... zindanları vardır onun, bu sebepten ilk cezamıza suçumuzla beraber hükmedilir.
Belki tüm edebiyat evreninde bunu en iyi anlatan karakter Raskolnikov’dur; kimse kendi yargıçlığından halas bulmaz.
Bizler, çoğunlukla vicdanı ahlakiliğin bir unsuru sayarız, vicdanlı olmamızı bize buyuran ahlak değildir oysa, bilakis ahlaklı olmamız için bizi dürtüp duran şeydir vicdan. Vicdan, ahlakın a priori’sidir, önce vicdanlı olmamız gerekir ki bir ahlaki buyruğa muhatap olabilelim.
- İnsana buyuran çok fazla dış ses var, toplum düzeni, görenek, iş hayatı, statü, makam mansıp, ekonomik çıkarlar, reel politik vs. Hatta yeri geldiğinde hukuk ve din. Bunların hepsi en hafifinden başımızı çevirip geçmeyi ve bazen de kötülüğü kendi elimizle icra etmeyi buyurabilir bizlere. İşte, insanın bu tür dış buyruklara göğüs germe, yaralanma ve kanama gücüne vicdan diyoruz.
Yaralanmayı göze almadığımız yerde vicdan mayalanmıyor. Horlansa, itilip kakılsa veya sarsılsa da bulunduğu hak bildiğinden geri adım atmayan ve mazlumun/masumun safını terk etmeyen insanlar vicdanlı insanlardır. Çünkü vicdan Tanrı’nın içimizdeki son sığınağıdır, bir tohumun özü gibi, iyiliğin filizlenebileceği son yerdir.
Yalnızca bizim yapıp ettiklerimizden değil, yapmadıklarımızdan ve başkalarının eylemlerinden, eylemsizliklerinden dolayı da hesaba çekiliriz orada. Sustuklarımızdan, görmediklerimizden, başımızı çevirip görmezden geldiğimizden. “Neyi daha iyi yapabilirdim?” suali, vicdanlı benliği daima yoklar.
Peki nasıl oluyor da içimize âdeta işlemiş, ruhsal donanımımızın âdeta parçası olmuş, fıtri bir mekanizma tekleyebiliyor? Problem, bir ahlak körlüğü, bir varoluş baygınlığı yaşaması insanlığın. Güney Afrikalı foto muhabir Kevin Carter’ın 1993 yılında Sudan’da çektiği, açlıktan tükenmiş bir küçük çocuğun çökmüş, alnı toprağa değen resmi ona Pulitzer ödülü kazandırdı.
Fotoğraf karesindeki diğer varlık bir akbabaydı; çocuğun işinin bitmesini beklerken onu sabırla gözlüyordu. Carter, bu sarsıcı kareyi aldıktan sonra olay yerinden ayrıldı. Bu hadise ve verilen ödül kamuoyunda çok tartışıldı. Başkasının acısına uzaktan bakmak nasıl bu kadar kolay olabiliyordu? Kevin Carter o fotoğrafı meslek iştihasıyla profesyonel bir foto muhabiri olarak çekti, mesleki açıdan uygun olanı yapsa da insan olarak yaptığı, onu insanlık dairesinin dışına fırlatan bir seçimdi.
Zarar vermek, günah işlemek, bazen kötülüğe hizmet eden enstrümanlar dahi olsalar illa ki insanı kendi cevherini imha etmek zorunda bırakmaz, bunu yapan, kesinlikle kayıtsızlıktır; hem başkasının acısına karşı hem de kendi eyleminin kötücüllüğüne dair kayıtsızlık. İnsanın kendi edimlerine körlüğü bazen en büyük kötülüklerin fideliğidir. O hâlde vicdan bir nefis muhasebesiyle kaimdir ancak.
Batı’da yaşanan çok çarpıcı bir hadise var; iki polis görevlisi boğulan bir çocuk görüyorlar ve atlayıp o çocuğu kurtarmak yerine, sadece izliyorlar. Çocuğun babası bu kayıtsızlığın hesabını sorduğunda cevapları şu oluyor: “Biz boğulmakta olan bir çocuğu kurtarma konusunda eğitim almadık.” Bu, buz gibi soğuk bir profesyonel bakışı.
Aslında bu bakış dünyada pek çoğumuza sirayet ediyor; mülteciler teknelerde, insanlar fosfor bombalarının altında can veriyor ve bizim buna takatimiz yetmez, bizim elimiz oraya uzanmıyor, o bizim kapsama alanımızın dışında diyerek oraları görmemeyi yeğleyebiliyoruz.
Kevin Carter olayı münferit bir “göz kararması” değil, başka organize boyutları da var. Bu tarz, özellikle bazı dergiler üzerinden yaygınlaştırılan sefalet fotoğrafçılığı alttan alta şu sömürgeci mesajı da veriyor, “Bu insanlar kendilerine bakmaktan aciz, buraya mutlaka bir Batılı gücün gelip müdahale etmesi ve bu sefaleti gidermesi lazım.” O kıtlığın, sefaletin ekonomi-politik nedenleri görmezden geliniyor.
Durumu bireylerin yaşadığı, kendi ülkelerine münhasır, belki yöneticilerinin beceriksizliğinin neticesi oluşmuş bir toplumsal sefalet gibi gösteriyor. Ancak böyle yıkımların arkasında bazen, bu kıtlığı yaratan Batılı şirketlerin ekonomik çıkarlar için o bölgeye müdahaleleri de bulunur. Fotoğraf ve kamera kendi kurgusuyla hakikatin önemli bir kısmını karanlıkta bırakabilir ve böylece, asıl sebepleri gözden kaçırır.
Bugün adaletin kollarının çok daha uzun olmasını gerektiren yeni bir etik icat etmemiz gerekiyor. Komşumuzu sevmek, son teknolojilerle donanmış yüksek güvenlikli sitelerimizde artık bir erdem değil. Birey olarak, aile olarak harcanan insanlar, kendi takatleriyle altından kalkamayacakları sorunlara, küresel politikaların tali hasarı olarak maruz kalıyor.
Sorunların giriftliği ve uzak odaklara kadar devam eden ayak izleri kadar, hayatları kararan insanlar da seyyal hâldeler. Bugün, durum her ne kadar Batılı ülkelerin çenesini yorsa da, esas itibariyle bizim kucağımızda eğlediğimiz dünyayı endişelendiren bir mülteci sorunu var.
Yersiz yurtsuzlaştırdıkları bu insanların sorumluluğunu almak istemiyor Batılı ülkeler, sadece onların petrolünü ve tarihî eserlerini istiyorlar, bir nebze de nitelikli beyin ve kol gücünü.
Vicdan sadece benim için, bana benzeyen için adalet ve merhamet talep etmem değildir. Bana benzemeyen ve benden ayrı olan için de adalet ve merhamet talep etmemdir.
Eğer sadece bana benzeyenler için, adalet ve insan hakları istiyorsam, sadece ben ve benim kabilem için demokrasi ve hürriyet istiyorsam bunun adı “narsistik merhamet”tir, özsever merhamettir. Yine kendimi sever, kendimi ulularım bu durumda.
“Bu topraklarda mutlaka demokrasi olmalı, insan hakları olmalı ama öbür topraklarda benim menfaatime uygun düşen bir diktatörle çalışabilirim, on binlerce insanını öldürür sokaklarda, ben yine de onun ayaklarının altına kırmızı halıları sererim” anlayışı büyük bir riyakârlık. Bu riyakârlıktan dünya vicdanı, kamusal vicdan çok büyük yaralar alıyor.
İnsanlar büyük ölçeklerde sefalet içinde veya zorlu yolculuklarda can veriyorlar, bombalar altında kavruluyorlar ve dünyanın bir kısmı vur patlasın, çal oynasın refah içinde yaşarken, bir kısmı da bu acılara tanıklık ediyor. Bazılarının hayatları diğerlerinden daha kıymetli addedilebiliyor.
George Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ndeki meşhur “Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir” sözündeki gibi, bazı insanların hayatlarının yası tutulurken bazılarının ise bir istatistiki nesneye dönüştürüldüğü bir çağdayız.
Küresel bir vicdandan bahsetmek gerekiyor artık; sadece kendimiz ve bize benzeyenler için değil, dünyanın tüm toplumlarının iyi şartlar altında yaşamaya hakkı olduğunu, temiz suya, ilaca erişmeye hakkı olduğunu teslim etmemiz lazım.
Rusya’nın modern dönem azizi Soljenitsin’in “Keşke bir yerlerde sinsice kötülükler yapan kötü insanlar olsaydı da onları ayıklayıp yok edebilseydik. Ancak iyi ile kötüyü birbirinden ayıran çizgi, her insanın yüreğinden geçer” sözü, kendine bir iyilik isnat edenlerin kulağına küpe olacak türden bir uyarı.
İnsan, ruhunda ideal kabul ettiği yüce güzellikler için türlü alçaklıklar işleyebilecek trajik bir varlıktır. Nefsimizden beraat kararı alabilmekle meşhuruz.
Horkheimer, “Kendi kendisiyle barışık olma, çelişkisiz bir istence sahip olma yönündeki biçimsel talimat, ahlaki huzursuzluğun nedenini ortadan kaldırabilecek bir ilke oluşturmaz. Bir kez bile vicdan rahatlığıyla yapılmamış tek bir alçaklık var mıdır?” diye sormuştu.
Bu sebeple vicdan, ahlaktan bağımsız bir şube olarak, düşünebilmekle ilgili bir zemini gereksinir. Ancak bu zemini inşa eden, bilinen formuyla zekâ değil, Hannah Arendt’in ifadesiyle sosyal ve kültürel farklılıkları boydan boya kateden “daha ziyade, insanın kendisiyle samimiyet içinde yaşamaya, kendisiyle ilişki kurmaya, yani kendisiyle sessiz bir diyalog içine girme” yetisidir.
En ahlaklılarımızın dahi içinde bekleyen bir kötülük bilkuvve vardır. Stanford Hapishane Deneyi ve Milgram Deneyi’nin yüzümüze tuttuğu bir veri bu artık. Psikoloji bilimi bize çok büyük iç görüler sağladı: Her insan firavunlaşma istidadını taşır. Vicdan içimizde pusuda bekleyen kötülüğü engellemek için büyük bir frendir.
İç denetim ve kendimizi kontrol edebilmek ve vicdanın sesi sayesinde içimizde o ayaklanmayı bekleyen firavunu bastırırız. Kalabalığın içinde sıradan adam birdenbire vahşi duygularıyla tanışır, kalabalığın güdüsünü arkasına alır ve zayıf gördüğüne, hasımlaştırdığına -hâlbuki o da belki çok rahat anlaşabileceği kendi işinde gücünde bir vatandaştır- şiddet uygulamaya kendisinde hak görür.
Güçlüye karşı sevgi, güçsüze karşı öfke. Güçlüye karşı el pençe divan duruş, güçsüze karşı hakaret, bıçak ve mermi. Bu ülkenin ve nihayet dünyanın ufkuna çöken o avutulamaz keder, o inatçı siste her birimizin bir parçası olduğu büyük riyakârlığın izleri var.
Önce kendi gölgemizi ziyaret etmeli, kendi karanlığımızla yüzleşmeliyiz. “İyiyle kötü arasındaki tercihe dayalı ahlaki hayat, bir öz kınama ve öz suçlamayla doludur. Ahlaklı olmak, hiçbir zaman yeterince iyi hissetmemek demektir. Ancak erdemimizden emin olmadığımızda ve hatamızı kabul ettiğimizde birbirimize karşı iyi olabiliriz” diye yazmıştı Zygmunt Bauman.
Romanya’da Çavuşevsku döneminde yetimhanelerde barınan yüz binlerce çocuk var. Çocuk psikiyatrisinin en çok öğrendiği olay, bu dönemdeki çocukların durumlarında ortaya çıktı.
Çavuşevsku rejimi devrildikten sonra ortalama yüz çocuğa bir mürebbiye düştüğü görülüyor bu tesislerde, çocuklar yeterli beslenememişler, yeterli insan teması sağlayamamışlar, üç dördü bir yatakta yatıyor.
Korkunç bir şekilde yoksunlaşmış, duygusal açlık içinde büyümüş çocuklar tamamı. Batılı ailelerin bir kısmı evlat ediniyor bu çocukları. Fakat gördükleri olağanüstü ilgiye rağmen bu çocukların hırsızlık yaptığı, sürekli kriminal olaylara karıştığı görülüyor, bulundukları aileye hayatı zindan ediyorlar.
Çocuklarda bir tuhaflık olduğunu düşünmeye başlıyor aileler, yapılan beyin çalışmalarında, beynin sevgi ve sevmekle ilgili yapısal bölümlerinin gelişmediği saptanıyor. O bölgenin güdük kalması nedeniyle bu çocuklar hayatlarının devamında sevgiyi anlayamıyor ve sevgiyi veremiyor. İlk çocukluklarındaki sevgi temasından yoksunluk, yapısal bir bozukluğa dönüşüyor. Tekrar düzelmeleri çok düşük bir ihtimal olsa da bu insanların ısrarla sevgiyle, merhametle sarmalanmaları gerekiyor.
Bir başka çalışma René Spitz’in, yuva hastalığı. Tertemiz, hijyen koşullarının mükemmel olduğu bir yuvada yetiştirilen, anne babalarından ayrılmış bu yetim çocuklara temas etmemeyi hijyenin bir parçası olarak görüyor hemşireler. Kucaklarına almıyor, sevip okşamıyorlar, fazla duygusal temasta bulunmuyorlar. Ve bu çocuklar iki yaşına gelmeden sevgisizlikten ölmeye başlıyorlar.
Sevgi, merhamet, diğerkâmlık bakım veren kişiden çocuğa geçen şeyler. Anne ve baba çocuğa iyi ahlak vermek istiyorlarsa, yüksek seciyeli ve karakter sahibi bir çocuk yetiştirmek istiyorlarsa kendileri de öyle olacaklar. Biz anne babalar olarak ahlaklı, sevgi dolu, empatik, merhamet dolu, vicdanlı bireyler olursak çocuk da o değerleri alıp içselleştiriyor.
Bizim de şahitler olarak ses çıkarmamız lazım. Ahmet Vefik Paşa, “vicdan” için, “gönül şehadeti” tabirini kullanır. Şiddet bizim suskunluğumuzla mümkün kılınıyor. Bir yerlerde bir kötülük varsa birileri sessiz kaldığı için o kötülük hükmünü icra ediyor.
İyiler bu dünyanın soylularıdır, diyor bir yazar. Ne soy ve sopla ne de cebimizdeki parayla soyluluk olmuyor. Fedakâr ve diğerkâm insanlar bizim yeryüzüne itimadımızı perçinliyor, artırıyor. Anti-sosyalliğin panzehiri de kendi nefsinden fedakârlık edenler, insanı yoldaş, aziz, “hazret-i insan” bilenlerdir.
Kültürün ürünleri -velev ki popüler kültür olsun- bir toplumun yüzüne ayna tutan dokümanter nesnelerdir. Türk toplumu dizi seyrediyor. İleride bir gün tarihçiler, antropologlar dönemimizin filmlerini analiz edecek olsa, bu toplumun psikopat bir toplum sanılması işten bile değil. Dizilerde sevimli gösterilen psikopat karakterleri görüyoruz hep.
Şiddet özendiriliyor, sanki kötülük normmuş gibi anlatılıyor. Bizim Ekmek Teknesi, Süper Baba gibi mahalle hayatını, insanın sıcaklığını güzelliğini anlatan güzel dizilerimiz de vardı. Bu tür yapımların prime-time’da daha çok yayınlanması lazım. İyilik haberlerini, satmasa bile, basında daha çok görmemiz lazım.
Vicdanın kanıtı kendi rahatları rağmına, kendi konforlarından fedakârlık ederek, hatta bazen kendi emniyet ve güvenliklerinden feragat ederek zor durumdaki insanlara yardım elini uzatmaya çalışan insanların varlığıdır.
Rachel Corrie’yi hatırlayın, asla unutmayın İsrail tankının altında ezilen o Amerikalı kız çocuğunu. Onlar var, demek ki vicdan diye bir şey var. Bilindik ahlak dizgeleriyle açıklanabilecek bir şey değil bu insanların fedakârlıkları, ahlak öncesi bir nüveden besleniyor bir ruh.
Zihinde dalgınlık bazen, temaşa yahut tefekkür hâlinde iken iyidir ya, göğüsteki dalgınlığın ihmale gelir yanı yok. Peter Singer “Bir gölün yanından geçiyoruz, gözümüzün önünde bir çocuk boğuluyor. Gördüğümüz zaman başımızı çeviremeyiz, vicdanımız bizi rahat bırakmaz ve o çocuğa yardım etmek için koşarız” diyor.
Dünyada gözümüzün önünde Afrika’da, Myanmar’da, Asya’da, on binlerce, yüz binlerce insan açlıktan, sefaletten kırılıyor. Uzak bir mesafeden, izliyoruz acıyı; “Başımızı çevirme hakkımız yok” diyor. Ekranın her sahici şeyi yapaylaştıran efsununa teslim olamayız, acının simüle edilmesine rıza gösteremeyiz.
Singer, ihtiyacın üstünde gerçekleşen, artan maddi zenginliğin ihtiyacı olanlara dağıtılmamasını boğulan bir çocuğu görmezden gelmekle eş değer buluyor, onun önerdiği model “etkin diğerkâmlık”.
Üzülmek bir fayda sağlamaz, insanlara aktif şekilde destek olmak, gelirinden her ay hatırı sayılır bir miktarı dünyanın muhtaçlarına, yoksullarına göndermek gerekir. Aldırış, insan varlığının ağrıyı cevaplaması, kendi özünü gerçekleştirmesi, böylelikle de sahih bir yaşama geçmesi anlamına gelir.
Kendimizle gerçekleştirdiğimiz o sessiz diyalog. Çağrıyı cevapsız bırakamazsın, iyi insan olarak senin vazifen budur. Tanpınar, Hep Aynı Boşluk kitabında yayımlanmış bir röportajında “Bilir misiniz, rüyada insanlar birbirlerinin gözlerine bakamazlar. Ve bakarlarsa çok ıstıraplı olur. Derhâl uyanırlar. Bence bu ferdiyetimizin kaba ve satıh tarafından kurtulma, birbirimize karışmaktan korkmamızdır. Bir nevi içten çalışan vicdan azabı” der, gözü kıskıvrak yakalayan vicdanın sancısına vurgu yaparak. İşte yazının başında
Didem Mamak’tan alıntıladığım hikâye de bunu anlatıyordu: Göz göze geldiğinde ahlak başlar. Vicdan, muhatabıma bakmakla, onu görmekle uyanır. Ahlak yüzde başlar. Yüz yüze, göz göze gelişte. Onu kendime bir eşit, bir muhatap, bir dost kılabilme yeteneğimde. “Yüz insanın en insanca yeridir. Belki de kutsallık duygusunun doğduğu yerdir” diye yazar David Le Breton.
Yüzüne baktığım, gözlerinin karasını gördüğüm o kişiye artık kötülük yapamam. Sawubona! Güney Afrika’da bir selam: Seni görüyorum! İnsanların başını ekranlardan alamadığı, bir diğerini kolayca görmezden geldiği bir çağda ne güzel bir selamlama. Seni görüyorum. Ruhunu, varlığını hissediyorum. Buradayım, seninle beraberim.
Dünyada çok acı var. Sen bir insansın, içinde güp güp atan bir vicdanın var. Gözlerini kaçıramazsın.