Bir dergi analiziAvrupa İslam’ın büyüsünde : Le Monde des Religions
Le Monde des Religions dergisi geçtiğimiz yılın Aralık ayında “Réenchenter L’Islam” (İslam’a büyüsünü yeniden kazandırmak) başlığıyla bir sayı çıkardı. Max Weber’in meşhur “dünyanın büyüsünün bozulması hâli” kavramsallaştırmasına atıfla, Batı sathında gözden düşüp, arkaikleşen her düşünce sistemi için bu büyünün geriye geldiği konuşulurken seçilen bu dosya başlığı şüphesiz tesadüfi değil.
Avrupa’nın İslam’la ilişkisi uzun bir maziye dayansa da, bu ilişkisellik bizzat Avrupa’nın içinde, kamusal hayatında ve kültüründe görünen, rol alan ve dahi bu hayat alanlarını biçimlendiren Müslüman öznenin daha görünür olmasıyla yeni bir boyut kazandı; doğrudan söylersek Avrupa açısından “sorun” büyüdü.
Şüphesiz tek bir Müslüman özne tipinden bahsedemeyeceğimiz gibi, organik bir kütle hâlinde hareket eden Avrupa’dan da söz edemeyiz. Bununla beraber Avrupa’nın kendi ötekisine nasıl yaklaştığına dair bir dolu tarihî tecrübemiz, teorimiz ve gözlemimiz var.
Merak, hayret ve bu duygulardan neşet eden düşmanlık yahut hayranlık. Sömürgecilik de, ihtida edip hepimizin tanıdığı İslam âlimleri ve düşünürleri olan isimler de Avrupa’nın öyküsüne dâhil. Fakat mevzu İslam’ın aydınlanmacı Avrupa değerlerine (bilimselcilik, eleştirel düşünce, laiklik, insan hakları vs.) uyumuna geldiğinde, Avrupa bilgi birikiminin ve felsefesinin en uç noktalardan merkeze kadar aynı üstten bakışa büründüğünü görebiliyoruz.
Batı’yı, Doğu’dan ayrı tutan üstünlük iddiası, tam da bu noktada, insanlık tarihinin Batı değerlerine eninde sonunda varması gerektiği yargısından geçiyor. Eskiden egzotik ve sömürgeci bir tavırla neşet eden merak, şimdi İslam nasıl olur da Batı’nın tarihî akışından ayrı kalır sorusuyla ortaya çıkıyor.
Bu meraktan hareketle, altı ayda bir yayımlanan ve dinler üstüne teolojik ve bir yandan da popüler tartışmaların yürütüldüğü Le Monde des Religions dergisi bu sayıdaki dosya konusunu yazımızı ilgilendiren şu başlıkla duyurdu Réenchenter L’Islam (İslam’a büyüsünü yeniden kazandırmak).
Max Weber’in meşhur “dünyanın büyüsünün bozulması hâli” kavramsallaştırmasına atıfla, Batı sathında gözden düşüp, arkaikleşen her düşünce sistemi için bu büyünün geriye geldiği konuşulurken, yani dünya tekrar tinsel olana doğru koşarken seçilen bu dosya başlığı şüphesiz tesadüfi değil.
Dergiyi elimize aldığımız anda gözümüze çarpan başlık ve kapakta kullanılan, çinilerin önünde kırmızı peleriniyle dans eden Doğulu kadın imgesi, Edward Said’in çokça atıf yapılan oryantalizm kavramını tekrar doğrular gibi. Dosyaya sirayet eden düşünsel altyapı, İslam’ın kazanması yahut hatırlaması gereken değerlerin yine Batı’nın teşhis ve tarif imkânları dâhilinde gerçekleşmesi gerekliliği üstüne bina edilmiş.
İslam’ı Yeniden Düşünmek
Dosya konularını detaylı şekilde incelediğimizde, Fransa menşeli İslam uzmanlarıyla, daha çok Mağrip ülkelerinden İslami reform düşünürlerinin görüşlerine ve röportajlarına yer verildiğini görüyoruz. Dergideki yazıların arasına serpiştirilen İslam düşünce tarihinden portreler bir bütünlük arz etmese de, onların yorumlanış ve algılanışı daha çok şiddetten uzak, Avrupai bir özgürlük tanımına yatkın yanlarını parlatıyor.
Cevdet Said’den barışçı çabaları sebebiyle Suriye’nin Gandi’si olarak bahsedilirken, Said Nursi’nin seküler eğitimle dinî eğitimi birleştirmeyi hedeflediği iddia edilerek övülürken, ilk “kadın imam” Sherin Khankan’ın İslam tarihini feminist perspektiften okumayı denemesi de İslam’ın yeni, uyumlu ve modern yüzü olarak gösteriliyor.
Derginin editörü Virginie Larousse’un başyazısında belirttiği “bir medeniyetin yalnızca en büyük başarılarına yahut en korkunç yanlarına indirgenemeyeceği”, o medeniyetin “hakikatinin çok daha karmaşık” süreçlerin sonucu olduğuna dair vurgu genel olarak tek bir İslam tarifinin mümkün olmadığı, şiddetin yanında hoşgörünün, karşıtlığın yanında ortak noktaların da bulunabileceğini belirtmek istiyor.
Bu çabanın altında yatan kategorik ve genellemeci Avrupa düşünce izlerini sürmek de pek tabii mümkün, zira İslam’ın ne olduğu değil, nasıl göründüğüne dair bir başyazı var karşımızda. Aynı zamanda bir gerçek İslam arayışı yazılar boyu sürüyor ve konunun sadece Türkiye’de anlam ifade etmediğini anlamış oluyoruz.
Eric Vinson’un “Quand L’Islam Fascinait”, mealen “İslam’ın büyülediği zamanlar” olarak çevrilebilecek yazısında, Avrupa medeniyeti ve Hıristiyan Avrupa tarihinin İslam’la olan ilişkisi, kesişme alanları, Ortaçağ Avrupası’nın İslam’da bulduğu aydınlık, modern dönemlerin Avrupası’nın “ilerleme” öğretisinden yorulmuş isimlerinin de Doğu’da başka bir ahlaki hayatın imkânını fark edişi anlatılıyor. Kısa ve kabataslak olarak İslam’a dair hakkaniyetli bir yaklaşımı olan tarihî süreç özeti, ilerleyen yazılara sinmiş bir farkındalık olarak devam etmiyor.
Tunuslu İslam düşüncesi uzmanı, hukukçu Yadh Ben Achour ile yapılan röportaj, esasında dosyanın asıl amacının ne olduğunu açığa seriyor. Eleştirel yani pozitivist düşünceye yakın, insan haklarına saygılı ve onu eyleme dökmeye hazır bir İslam düşüncesinin varlığının ispatı için yapılan bu röportajdaki teze göre, Müslüman yalnızca insan haklarına saygılı olmakla mükellef değil, aynı zamanda onu sürekli ikrar etmek zorunda.
Ben Achour, “şeyh olmasına rağmen Fransızcasından Bergson okuyan” dedesinden, İslam tarihinde Mutezile ile başlayan -Ben Achour’un, silsilesini Kemalizme kadar genişlettiği- eleştirel düşünce pratiğinden ve İsra Suresi’nin ilk insan hakları metni olduğundan bahsediyor.Esasında bütün bir İslam öyküsünün, Batı’nın vardığı hümanist-insan hakları ilerlemeciliğine hapsedilmesi amacında olan bu tarih okuması, şüphesiz kendini özgür, geleneği de katı bir yere koyuyor.
Dergideki en dikkat çekici yazı tasavvuf tarihi araştırmacısı ve İslamolog Eric Geoffroy’a ait ve “İslam, manevileşecek yahut yok olacak…” başlığını taşıyor. Yazıda, sufilerin, saklı, kendini faş etmeyen Hakikat kavramına yapılan vurgu, yazarın bir tür Suudi pragmatizmi olarak gördüğü Vehhabilik ve Selefiliğe karşı konumlandırılmış.
Batı, pozitivizm ve materyalizmi İslam coğrafyasına ihraç ettikçe eline geçen Vehhabiliğin rasyonel metotları, yani şiddetin yaygınlaşması, karşıt bir rasyonellikti. Selefiliğin realist yanılgısına karşı, tasavvufun belirlenemezlik ve saklılık üstüne kurulu Hakikat kavramının İslam’ın gerçek izleği olarak belirtildiği yazı, Avrupa’daki genel kanaatin aksine çözümü belirlilik ve aklilikte aramaması açısından dikkate şayan.
Fransa’nın kendi Müslümanları yok mu?
Dosyanın diğer dikkat çeken yanını ise anlattığı değil anlatmadığı bir alan, yalnızca küçük bir değiniyle geçiştirilen Fransa’daki Müslümanların durumu teşkil ediyor. Avrupa’daki en büyük Müslüman nüfusa sahip (farklı kuruluşların rakamlarına göre 2 ile 5 milyon arasında değişen bir sayı söz konusu ve bu belirsizlik bile tartışmanın sayılardan ve oranlardan öte bir anlamı barındırdığını bize gösteriyor) Fransa’da, kurucu mit hâline gelen laiklik ve İslam’ın gitgide görünürlük kazanması arasındaki gerilim üstüne düşünen bir yazı yok dosyada.
Fransa’nın kendi Müslümanlarından çok, eski sömürgelerindeki “aydınlanmış” ve “gerçek İslam”ın peşindeki isimlerin dergide yer alması, bunun yanında herhangi bir Fransız Müslüman’ın isminin dahi geçmemesi de ister bilinçli, ister bilinçsiz bir tercih olsun üstüne düşünülmesi gereken bir konu.
Avrupa dağarcığının İslam’a yönelik tutumu ve Müslümanların bu tutum karşısındaki konumu şüphesiz daha uzun bir tartışmayı hak ediyor. İçeriğin fazlaca dağılmadığı ve manipülasyondan çok neredeyse safiyane bir Batılı görüşü aksettirmesi açısından Le Monde des Religions dergisi belki de bir art niyet taşımıyor, ama Batı’nın yüzyıllardır Doğu’ya değin taşıdığı merakın serencamı insana yazıyı bitirirken şu soruyu sordurtuyor: 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’da inşa edilen camilerin çoğu neden sömürge ülkelerinden getirilen bitkilerin ve hayvanların sergilendiği botanik bahçelerine yakındı?