Benlik aranıyor! Otobiyografideki polisiye gizem
Polisiye kurmaca modern edebiyatın geç gelişen bir dalı olsa da roman, suç olgusuna kökensel bir ilgi beslemiştir. Bir dünyanın yıkılış ve doğuşunu evrensel insanlık durumlarında buluşturan yeni bir anlatı formu olarak roman, suça da eski anlatılardan farklı bir işlev kazandırır.
Polisiye öyküler çoğumuz için zihnimizi boşaltmaya yarayan kurmacalardır. Bedbin bir dedektifin küçük detaylardan ve anlamsız konuşmalardan katili yakalaması, bir süreliğine, yaşadığımız hayatlardan bizi uzaklaştırır. Dışardaki hayatın daha ciddi sorunları yerine er geç çözülecek bir gizeme odaklanmak merak, macera ve başarının evcil bir tatminini sunar.
Edgar Allen Poe’nun Morgue Sokağı Cinayetleri (1841) ile resmi tarihi başlatılan polisiye öyküler sarmalandığı toplumsal dünya ile, diğer edebi türlere göre, daha doğrudan bir ilişki kurmuştur. Söz konusu doğrudanlık türün sanatsal olarak değerlendirilmekten çok tüketim nesnesi olarak görülmesine kapı aralar. Bununla birlikte polisiyenin “olay örgüsünün gerçekçilik veya kahramanlarının psikolojileri lehine tasfiye edilmesiyle karşıtlık oluşturan” kurmaca mantığı gündelik hayatımızda doğallaşıp fark edilmez hale gelen düşünce ve davranış biçimlerini görünür kılar. Scherlock Holmes’un ilk görüşte zanlının gün boyu neler yaptığını şaşırtıcı bir doğrulukla ifade eden zeka gösterileri ya da küçük bir alışkanlıkları nedeniyle suçluların yakayı ele verdiği muhtelif CSI dizileri bir seyir zevki sunar. Öte yandan popüler kültürdeki sayı ve çeşitliliği polisiyenin zihni boşaltmak ve bulmaca çözmekten öte bir işlev yüklendiğini düşündürtüyor. Suçlunun yakalanıp iyilerin kazandığı, kamu vicdanın eninde sonunda rahatlatıldığı klasik olay örgüsü günümüz kimlik pratikleri için bir dil sunuyor. Klasik anlatıların dramatik-trajik öyküsü yerine okuyucuyu bir gizemin içine çeken polisiye kurgu kendini bulmanın tek kriter olduğu geç modern özne formasyonlarına müşterek bir üslup kazandırıyor. Bugündeki problemlerin geçmişte saklı bir travmanın sonucu olduğu ihtimali biyografik/otobiyografik anlatılarımızdaki tekinsiz detaylara yeni bir büyüteç tutuyor. Türün içsel tarihi ile toplumsal tarihi arasındaki geçişler günümüz “kendilik hikâyelerine” hayat veriyor.
Herkesin ortak malı olarak gizem
Polisiye kurmaca modern edebiyatın geç gelişen bir dalı olsa da roman, suç olgusuna kökensel bir ilgi beslemiştir. Bir dünyanın yıkılış ve doğuşunu evrensel insanlık durumlarında buluşturan yeni bir anlatı formu olarak roman, suça da eski anlatılardan farklı bir işlev kazandırır. Özellikle teatral kurmaca da suç, Macbeth’deki gibi soylu bir vicdan ağrısı ya da aşağı sınıfların öfke patlaması olarak seyirci karşısına çıkar.
Her iki olasılıkta da feodal hiyerarşi içinde bir bakıma doğal ve öngörülebilir bir konumdadır. Münferit günahların tanrısal düzenin yüceliğini ispatlamaya hizmet ettiği böyle bir suç algısı, günümüz insanı için tahammül edilmez bir şiddet sarmalı üretse de ancient düzenin sakinlerine varoluşsal bir güven duygusu telkin eder. Öte yandan suç, devrimler çağında yaratıcı bir değer kazanacaktır. Feodal hiyerarşinin çözülmesi tüm kuralların alt üst olmasına neden olurken, Tanrısal sınırların ayırdığı ahlaki karşıtlıklar da iç içe geçmeye başlar. Fransız Devrimi’nin ardından “iyinin kötü kötünün iyi olduğu sisli ve puslu bir hava” tüm toplumsal katmanları sarar. Ancient düzenin ezeli aşinalığı yerini kesif bir yabancılık duygusuna bırakırken eskiden sadece göktekilere işaret eden gizem, toplumsal uzamın her noktasına yayılır. Soyluların düşkünlerle sefillerin zenginlerle ve masumların suçlularla karıştığı kalabalıklar sadece “canilerin yuvası” değildir. Bireylerin iç ve dış dünyaları arasındaki mesafe gizemle kaplanır. Spekülatif akıl, tarihin bilinmezliklerinin çözülmesini bekleye dursun gizem sokağın yeni ayrımlarında yerini almıştır bile… Genç Marx’a göre borsa dedikoduları, gazete manşetleri ve salonların fiskosları arasında ekonomi, siyaset ve kültürün mutlak öznesi şekillenir: “Herkesin ortak malı olarak suç”, erdemlerini sergileyip günahlarını örtbas etmeyi becerenlerin diğerlerinden daha iyi olduğunun tescillendiği bir dünyanın temelini atar.
- Bu noktada Klasik roman geleneğinde hayatta kalmanın sınıf atlamaya, sınıf atlamanın ise suça çıktığı bir olay örgüsünün bulunması pek şaşırtıcı değildir. Üzerine atılan iftiranın hesabını düşmanlarından teker teker soran Edmund Dantes modern asaletin estetize edilmiş bir intikam duygusuna kök saldığını kanıtlar. Yükselme hırsının romantik aşkı ile kaynaştığı genç Julian Sorel daha iyi bir gelecek için velinimeti Madam Renal’in canına kast etmekten çekinmez.
Üstün insan yanılsamasının cazibesiyle yaşlı tefeciyi öldüren hukuk öğrencisi Raskolnikov edebiyat tarihinin en içinden çıkılmaz kahramanlarından biri haline gelir. Modern toplumda suçun ayrıcalıkla kurduğu yakın akrabalığı ilk ve pervasız şekilde dile getiren karakterlerin başında ise Vautrin gelir. Balzac’ın favori kahramanı, Paris’i yenmeye gelen Rastignac’a çevirdiği kirli işleri büyük bir gönül rahatlığı ile anlatırken geleceğin açıkgöz avukatı şu sözleri kulağına küpe edinecektir: “Neden bir çocuğu bir gecede servetinin yarısından eden züppeye iki aycık hapis verilir de, ağırlaştırıcı koşullarda bin frankçık çalan baldırı çıplak küreğe yollanır? İşte yasalarınız. Saçmalığa varmayan bir tek madde yok… İnsanları küçümseyin de yasa ağının hangi aralıklarından geçebileceğinizi araştırın. Gözle görülür bir nedeni bulunmayan büyük servetlerin gizi, temiz yapıldıkları için unutulmuş birer cinayettir.” Sınıf savaşlarının durulup, keskin düşüş ve yükselişlerin etkisinde pek itibar edilmeyen düzen fikrinin bir otorite elde etmesiyle polisiye türü de kendi özerk olay örgüsü ve kahramanlarına kavuşur.
Katil kim?
Polisiye kurmacanın 19. Yüzyılın son çeyreğinde yaygınlaşması oldukça anlamlıdır. Güçlü bir kamu otoritesinin oluştuğu, sınıflar arasındaki hararetin azaldığı, bürokratik-devletin kitleleri ortak bir çatı altında toplamaya başladığı bir dönemde korku, gözyaşı ve ihtiras yeni yeni işleyen düzenin kapsama alanına girer.
Bu noktada gizem bütünüyle ortadan kalkmaz ama nerede bulunacağı artık bilinir. Dr. Jekyll ve Bay Hyde gibi aynı bedeni paylaşmasalar da suçlular ve makbuller ortak bir dünyanın iki ucunda yaşar. Polisiye öyküler bu iki ucun zaman zaman kesişmesinden doğan kısa devreleri imgeleştirerek edebiyat sahnesine adım atmıştır. Eski bir katili haksız çıkarırcasına klasik polisiyede “cinayetin bir dili vardır ve beklendik şekilde meydana gelir.” Viktorian ahlakın etkisindeki klasik polisiyede katilin nerede yaşadığı, cinayeti nasıl işlediği ve neyi amaçladığı gibi sorular fiziksel ve sosyal çevrenin determinizmi sayesinde cevaplanır. Olay mahalli Baskerville gibi kırsal bir malikane veya kentin ıssız bölgeleridir. Fiziksel şartlar suçlunun dış görünüşü kadar iç dünyasını da şekillendirir. Azman, çirkin ve ebleh bir katilin işlediği cinayetlerin sebebi çoğunlukla vahşi dürtülerdir. Neticede, toplumsal ahlakın sınır dışı ettiği her şeyi kendinde toplayan suçlu eylemini salt kötü olduğu için gerçekleştirir. Makro düzeyde olasılıkların büyük bir kesinlikle hesaplandığı bir noktada dedektifin işlevi olasılıkları bir olguya dönüştürmek yani katili yakalamaktır. Klasik polisiyede öykünün kahramanı her zaman dedektiftir ve üstün vasıflı bir belalısı değilse dedektifin kimi yakaladığının pek önemi yoktur. Öte yandan odaktaki kahramanın tam bir kanun adamı olduğu da söylenemez. Holmes gibi Victorian adaba mugayir bir züppe, Poirot gibi ününü hak etmeyecek derecede minyon bir emekli ya da Miss Marple gibi şirin ve zararsız bir ihtiyar ilk bakışta yasanın üstün gücünü temsil etmekten öte ahlak dışı bir konumda bulunur.
- Bu özel konumu sayesinde dedektif hem suçlu gibi düşünebilir hem de yasanın nesnel işleyişi doğrultusunda suçluyu tespit edebilir. Jacques Ranciere’in deyişi ile dedektif, bilimci bir mistik veya mistik bir bilimci olarak biricik ve genel arasında mantıksal köprüler kurar. Polisiye’deki bilimsellik, Holmes’un kerametini yalnızca kendinin bildiği deneyleri veya Dorian Gray’in öldürdüğü bedeni kimyasal bileşenlerine ayırması gibi istisnaları dışarda bırakırsak, dedektifin ipuçlarını tesadüf eseri olmayan bir rasyonel dizgeye yerleştirmesinden gelir. Dedektif laboratuvarının steril ortamında çalışan bir profesöre değil; olguları doğal ortamında keşfedip, sınıflayan bir doğa gözlemcisine benzer. “Zihinlerinin büyük olgular yığınından genel geçer yasalar öğütmeye yarayan bir makineye” dönüşüp dönüşmediğini bilemesek de standart sapmaları kıskıvrak yakalayan muhakeme yetenekleri dedektiflere özel bir güç verir.
İki savaş arası dönemde Agatha Christie romanları ile sokaklardan salonlara taşınan polisiye öyküler II. Dünya Savaşından sonra farklı bir olay örgüsü sergilemeye başlar. Kişisel gerekçelere daha çok da dürtülerle hareket eden suçlu ve düzen yanlısı dedektif karşılaşmaları yerini organize suç vakalarına bırakır. Dedektif hâlen öykünün merkezinde yer almasına rağmen etrafı bilinmezliklerle kuşatılmıştır. İyi ve kötü adamlar arasındaki sınırlar aşınırken dedektifin kendinden emin konumu da sarsılır. Esas kahraman, gizemi çözmenin yanında içerdeki hainleri yakalamak ve itibarını kurtarmak zorundadır. Fötr şapkası, soluk pardösüsü ve dudaklarındaki eğreti sigara ile kara film (film noir) döneminin vazgeçilmezi olan bu hikâyeler popüler kültürde halen rağbet görmektedir. 1950’lilere gelindiğinde örgütlü suç örgütlü çözümler gerektirecektir. Yalnız dedektifler daha kalabalık kadrolarla çalışır ve teknolojiden daha fazla istifade eder. Uluslararası suç şebekelerine karşı son teknolojik silahları ile mücadele eden Bond serisi türdeki gelişmenin tipik örneğidir. Olay örgüsündeki kısmi değişikliklere rağmen klasik polisiye 1960’lara kadar ana çizgisini korur. Egemen kolektif kimliklerin taşıyıcısı olan karakterler ve iyilerin kazandığı kötülerin kaybettiği olay örgüsü her şeye rağmen işleyen bir kamusal etiğe işaret eder.
Benlik cinayetleri
1970’lerle birlikte polisiye yeni bir yol ayrımına gelir. 68 dalgası modernliğin ağır yapılarına meydan okuyup sistem-dışı unsurların bir sesi olmasını sağlamışsa da düzenin itibarında kocaman bir delik açmıştır. Dalga çekildiğinde ortaya çıkan belirsizlik, kamusal otoritenin ve kolektif kimliklerin geçerliliğini kemirecek; özellikle suçluluk bilinenden farklı bir bağlamda kendini gösterecektir. Suç mahalli kırsal alandan ve kent çeperlerinden kent merkezlerine kayacak; suçlular güzelleşip sınıf atlayacaktır.
Ev kadınlarından hesap uzmanlarına, kolejlilerden teknisyenlerle tüm orta sınıf artık kriminal bir potansiyele sahiptir. Bu sosyolojik gelişmelerin türün olay örgüsü, üslup ve karakterlerinde yapısal bir değişim meydana getirmesi kaçınılmazdır. Popüler kültür istatistiklerde çok büyük bir yer tutmasa da hem huzursuzluk hem de merak doğuran seri cinayet ve toplu katliam öykülerine yönelir. Vietnam şoku ve Manson katliamından sonra gerçek dünyadaki bunaltıcı hava, başta Hollywood olmak üzere yeni bir yazar ve yönetmenler kuşağını etkisi altına alır. Türün yerleşik kurallarını bozan gerçek veya kurmaca suç öyküleri (Baba, Serpiko, Köpeklerin Günü) birer kült haline gelir. Suçlular artık evrensel yasaların anonim birer sapması değil; hikâyelerin baş kahramanlarıdır. “Normal yaşamların” bireylerin iç dünyalarında umulmadık yaralar açabildiğinin acı bir şekilde deneyimlenmesi, suçlunun düşünme biçimi ve kurbanları ile kurduğu mahrem ilişkiye dair hem profesyonel hem de seyirlik bir ilgi uyandırır. Olay örgüsünde macera unsuru yerini psikolojik unsura bırakırken suçlular da ahlak karşıtlığından ahlak ötesi bir konuma yerleşir.
Psikolojik polisiye hikâyelerinde katilin çocukluk travmasının neden olduğu psişik bir döngüde sıkışması bir başlangıç motifi oluşturur. Yaşamının başlangıcındaki talihsizlikler, suçluyu kendi ektiğini biçen bir yetişkin olmaktan çok korkmuş bir çocuğa yaklaştırır. Ebeveynlerinin istismarına uğrayan 145 IQ’luk bir azman olarak Edmund Kemper veya ailesinin küçük yaşta Nazilerce katledilmesine tanık olan Dr. Hannibal gibi çoğu gerçek ve kurmaca karakterin psiko-biyografisi aile-içi bir travma anıyla başlatılır. Duygu patlamaları veya maddi çıkarlarının aksine kendine özgü bir değerler sistemi ile hareket eden suçlu, okuyucu/izleyici üzerinde estetik bir cazibe uyandırır.
Sıradan işlerin dünyası içinde yarattıkları alt evrende kaderinin iplerini ele alan karakterler ikili bir yaşam sürdürür. Kendi halinde bir kimya öğretmeni bir uyuşturucu tanrısına dönüşür veya bir adli uzman boş zamanlarında işlediği kusursuz cinayetleri için göstermelik deliller toplar. Suçlunun iç dünyasına ışık tutan bu anlatılar, benlik ve öteki arasındaki bitmeyen kavganın derinlerindeki tanınma arzusunu imgeleştirir. Öte yandan suçluları hep bir adım geriden takip eden iyi adamlar, katilin “sanatsal yaratılarının” en büyük hayranı ve yorumcusu olur. Beklenen yakalanma anı artık katilin düzenin nefesini sürekli ensesinde hissettiği kaçınılmaz bir kader değildir; anlamsız tesadüflerin veya failin kendi isteğinin sonucudur. Suçun psişik bir ritüel işlevi gördüğü psikolojik polisiye öykülerinin suçlu ve üçüncü kişiler arasında özel bir bağ kurulmasına aracılık etmesi oldukça ilginçtir. Ted Bundy ve Charles Manson gibi ünlü katillerin ikonlaştırıldığı birer hayran kulübüne sahip olması post-modern benlikler için estetize bir şöhretin her tür suça kefaret olabileceğini kanıtlar.
Ruh dedektifleri
Günümüzde polisiye kimileri için hala banal bir tür olarak görülse de anlatıdaki gizem-çözüm bağıntısının okuyucuda/izleyicide uyandırdığı heyecan, reyting işlevi olarak farklı yapımlara aktarılıyor. Dram, bilim kurgu, komedi gibi daha çok rağbet gören türlerin olay örgüsünde bir gizem unsuru muhakkak yer buluyor. Eşi ve yeğeni arasında geçen garip tesadüflerin, manidar sessizliklerin ve ikircikli tutumların kuşatması altındaki Adnan Bey’in bu oyunu ne zaman bozacağı en az yasak aşk kadar büyük bir gerilim yaratır. Kilisede işlenen tuhaf cinayetlerin failini bulmaya çalışan Ockhamlı William’ın cinayet soruşturması teolojik soruşturmaları ile iç içe geçer. Romantik komedilerde istemediği sebeplerle yola çıkan kahramanlar türlü maceralar arasında gerçek aşkı bulur. Birçok seçenek ve yol ayrımının gerçeklik algımızı kırılganlaştırdığı yaşamlarımızda polisiyenin tutarlı mantığı bireylere arzuları, günahları ve rollerini tutturmak için bir model sunuyor. Bu noktada polisiye öykü ile oto-biyografi arasında ilginç bir yakınlaşma meydana geliyor.
İster ilk çağlardaki gibi ateş başında anlatılsın, ister hi-fi salonlarda gösterilsin bir anlatı her zaman insanın yaşam döngüsünü takip eder. Yaşamın doğum, olgunluk ve ölüm evreleri ile kurmacanın serim, düğüm, çözüm evrelerinin benzerliği aslında benlik ve dünyayı bir hikâye içinde buluşturmaktan kaynaklanır. Hikâyeleri devralır, kendimizi ekler ve devrederiz. Yaşamın farklı anları arasında dilden köprüler inşa eder, içimizdeki gizeme kurmaca becerimizle tutarlı bir cevap ararız. Yazılsın ya da yazılmasın tüm yaşam ancak hikâyelerin içinde akarak anlamlı bir hâle gelir. Olgular arasında kurduğumuz tüm bağlantılar, ürettiğimiz tüm tasarılar ve eriştiğimiz tüm başarı/hezimetler bir otobiyografik dürtü tarafından anlamlandırılır. St. Augustinus gibi eski günahlarımızda tanrının işaretlerini arayabilir, Gazali gibi farklı bilme biçimlerinin doğurduğu buhranlarla savrulabilir ya da Rousseau gibi yaptığımız veya yapmadığımız şeyleri itiraf ederek zaten olduğumuz kişiliğe ulaşabiliriz ancak hayatlarımızı bir hikâyeye çevirdiğimiz her seferinde benliğimizi daha büyük bir varlığa bağlayan bu dürtü devreye girer.
“Kendini gerçekleştirme” efsanesi ile hikâyelerden giderek uzaklaşıp “tek-benciliğine” gömülen modern birey için biyografik parçaların nasıl birleştirileceği birçok yolun olduğu ama biricik bir yolun olmadığı bir gizem barındırır. Tüm büyük ötekilerin (Tanrı, tarih, toplum) devrildiği post modern yaşamlarında, bireyler kendilerinin hem kurban hem de katil olduğu bir davayı çözmek zorunda. Benliğin kendinden bile sakladığı gerçekliklerin izini sürmek, önemli olayları bir araya getirmek ve arınmış bir hayat için kendini yakalamak edebi/sanatsal türün ötesine geçen bir kurmaca tarzı doğurur.
Modern birey, profesyonel ilham vericileri olan beyaz yakalı kahramanları sayesinde hayatındaki gizemleri/dezavantajları nasıl çözeceğini yani başarılı olacağını öğrenir. Aile dizilimleri sayesinde yaptığı hatalara atalarının sebep olduğunu keşfedip “kendini affeder.” Herkesin kendi ruhunun dedektifi haline geldiği bir analiz çağında “normal bireylerin” travmatik bilinç-dışını konu alan yapımların yoğun rağbet görmesi bir tesadüf değil. Bugüne sürekli musallat olan bir mazinin gündelik hayatta yarattığı ikilem ve sorunların derinliğini keşfetmek, klişeleşmiş ayrı dünyalardan sıkılan bir seyirci kitlesini ekranların başına topluyor. Belki de içe sığdırılan onca takıntı ve acıyı saran sır perdesini kaldırıp başkalarının hayatlarını polisiye bir mantık zincirine oturtmak kendimizi (kendimizden) emin hissetmemize yarıyordur.