Hepimiz yaralı yanlarımızla yüzleşiyoruz
Bu sezon sayıları artarak televizyon ekranlarını işgal eden psikanaliz diziler reyting rekorları kırmaya devam ediyor. Masumlar Apartmanı’nın Safiye’si, Kırmızı Oda’nın Alya’sı, Doğduğun Ev Kaderindir’in Zeynep’i, farklı sosyo-ekonomik ve kültürel sınıflara mensup insanların -yani hepimizin- evlerine konuk olmayı başardı. Peki, biz neden başkalarının hayatını merak ediyor, onları izlemek için ekran başına geçiyoruz?
Televizyonun kemikleşmiş yapısını değiştirmeye başlayan bu anti-kahraman karakterlerin analizini yapmak için Klinik Psikolog Dr. Ayşe Kaya Göktepe ile buluştuk. Hem bu dizilerin alamet-i farikasını hem de bu hikâyelerin dikkatimizi neden çektiğini etraflıca konuştuk. Söyleşiyi yaptığımız tarihte son günlerde gündemi oldukça meşgul eden Bir Başkadır dizisinin henüz yayınlanmamış olduğunu, onunla ilgili analizleri instagram canlı yayınında alacağımızı söylemiş olarak sizi de sohbetimize davet ediyoruz.
Freud, modern yetişkinleri çocukluktan kurtulamayan insanlar olarak görür. Acı çektiğimiz şeylerin hep elimizdeki acıdan kaçmaya yarayan yollar olduğunu ortaya çıkarır. Buradan yola çıkarsak bir süredir reyting rekorları kıran psikanaliz dizileri hepimizin merakla izlememizin sebebi kendi acılarımızdan kaçmak mıdır? Bir başkasının hayatını neden merak ederiz?
Teorik olarak baktığımız zaman Freud kendi içimizdeki eksiklikleri tamamlamak için başkalarının hikâyelerini merak ettiğimizi söyler.
1917’de yayınladığı Yas ve Melankoli isimli makalesinde depresyonun -kendi ifadesiyle melankolinin- yasın patolojik bir biçimi olduğunu söylüyor. Yası ise kaybettiği kişinin yokluğunda oluşan öfke hissini, kişinin kendine yöneltmesi olarak tanımlıyor. Bugün ruh sağlığı literatüründe depresyonun melankoliden farkı, spesifik bir olayla ilgili değil, genel çökkün bir ruh hali olmasıdır. Bu meseleyi anlamak için Fransız Psikiyatr Jacques Lacan’ın görüşünü de işin içine katmalıyız. Lacan’a göre kendini “ötekinin arzusunun nesnesi” olarak algılamak, eksiklik gerçeğiyle baş etmemizi sağlayan yollardan biridir. Lacan da psikanalitik teori de kişinin eksik doğduğunu söylüyor. Dolayısıyla ötekinin arzu nesnesi haline gelmemiz bizim kendi içimizdeki eksikliği tamamlamamız anlamına geliyor. Bu yüzden bir başkasının acıları kendi eksikliğimizi örten bir perde oluyor ki şu sıralar pandemiden ötürü herkes kaygılı... Dolayısıyla bu dönemde başkasının acısına karşı aşırı ilgi duyulmasını kaygıyı başkasının acısıyla maskelemek bakımından düşünebiliriz.
Bahsettiğimiz diziler pandemi döneminde olmasak bu kadar reyting almaz mıydı?
Şahsî bir değerlendirme yapacak olursam “almazdı” diyebilirim. Burada biraz Viktor Emil Frankl’nın teorisine girmemiz gerekiyor. Varoluşçu psikologlar hayata karşı yüklediğimiz anlamın bütün davranışlarımıza yön verdiğini savunur.
Dolayısıyla kişinin sağlığını veya ölümle ilişkisini sorguladığımız bu pandemi döneminde, zihninden o anlam halısını çekmiş olduk. Mesela bu dönemde başörtüsünü açan kadınlar oldu çevremizde, bununla ilgili yazılar yazıldı. Bu durum da aslında bir yönüyle bu anlam meselesiyle ilişkiliydi. Ölüm kaygısıyla birlikte insanların hayata dair süregelen anlam kaynakları (mülk, sağlık, statü vb.) sarsıldığı için her şeye bakış açısı değişmiş oldu. Kişilerin kaygısı yüksek olunca yeni bir şekil almaya çok müsait oluyorlar ki Frankl da hayata anlam verebilmek için kaçınılmaz ölüm gerçeğine ilişkin kaygı duymanın gerekliliğini savunur ve şöyle de bir sözü vardır “Kişi kendine bakan gözleriyle karşıya baktığında, öteki için bir şeyler yapmaya başladığında hayatı anlamlanır.” Pandemide bunu yapmak zorunda kaldık ki başardık da...
Covid-19 salgınıyla kaygı düzeyimizin yükselmesi, yaşadığımız eksiklikle izlediğimiz hikâyeyi karşımıza projekte etmemize neden oldu. Kendi eksikliğimizi karşıya yansıtıyoruz. O yüzden, patolojik karaktere dikkat kesiliyor, onun eksikliği üzerinden kendimizi tamamlıyoruz. “Ay şunlara bak ne kötü”, “Deli bunlar” diyoruz mesela. Tabi “Bunlar kurgu, gerçekte yok, abartıdır” diye düşünenler de var. Halbuki burada ötekileştirme ve ötekinin eksikliği üzerinden kendini tamamlama var. Lacan bunu jouissance kavramıyla açıklıyor. Bunun tam Türkçesi yok. Keyif veya haz değil. Bu kavram, kişinin başkasının acılı halinden haz yaşamasına, bu keyfin içinde acının da olmasını tanımlıyor.
Hazzın içinde hep acı ve şiddet var değil mi?
Lacan’a göre öyle. Keyfin içinde mutlaka acı da var. Ama Freud’a baktığımızda insan davranışlarına yön veren iki temel dürtü var: cinsellik ve saldırganlık... Freud “Kişi bilinçdışında bastırdıklarını bu iki temel dürtüyle harekete geçirerek birtakım davranışlarda bulunuyor” der.
Dolayısıyla cinsellik ve saldırganlık iç içe geçmiş durumda ve bütün davranışları motive ediyor, bir diğer ifadeyle libido (yaşam iç güdüsü) ve thanatos (ölüm içgüdüsü) eş zamanlı seyrediyor. Nitekim Freud 1920 yılında yazdığı Haz İlkesinin Ötesi isimli metninde “hayatın amacı ölümdür” derken bu iki içgüdünün paralelliğine işaret eder. Özetle, bu iki dürtüyü giderebilirsen sağlıklısın ama bu gerçekleşmezse nevroza girersin, diyor. Zaten toplumda da kurallar olduğu için, bu dürtüyü doyuracak davranışlarının önünde sınır olduğu için, kişi kaçınılmaz biçimde nevroza giriyor. Dolayısıyla Freud, toplumun kişiyi hasta ettiği düşüncesinde yoğunlaşıyor. Psikanalitik çerçeve dışında düşünürsek durum farklılaşıyor tabii. Mesela varoluşçu yaklaşımın öncülerinden logoterapinin kurucusu Frankl; kişinin acıdan beslendiğini ve ölüm kaygısına rağmen hayatın anlamını bulabileceğini savunuyor ve Freud’un hazları gidermeyi önceleyen yaklaşımına karşı çıkıyor. Bu yüzden meseleleri değerlendirirken hangi teorik çerçeveden baktığımız konuya ilişkin yorumu değiştireceği için önemlidir.
En eğitimsiz gruptan en eğitimli gruba kadar herkesin dikkatini çeken diziler bunlar. İçinde bulunduğumuz kimi sosyal ve toplumsal olayların yarattığı ruhi dalgalanmalardan bu dizilere sığınmış, oradaki vahim karakterleri görüp “halimize şükretmeye” başlamış olabilir miyiz?
Çünkü eksikliğimizi tamamlıyoruz, tam oluyoruz, dolu yönlerimizi de görüyoruz. Frankl İnsanın Anlam Arayışı adlı kitabında ekonomi, para, sağlık gibi kavramları insanın yatay düzlemdeki anlam arayışları olarak tanımlar. Ama anlam arayışı dikey düzlemdedir ve yatay düzlemin aksine sonu yoktur. Ona göre anlamın ulaşacağı son nokta aşkın olan, ilahîdir.
Pandemiyle birlikte yatay düzlemdeki anlam halısı ayaklarımızın altından olduğu gibi çekilince para, sağlık, huzur hepsi gitti.
Bu da dikey düzlemde otomatik olarak bir sorgulamanın başlamasına neden oldu. İnsanın elinden yatay düzlemdeki tüm memnuniyetleri, uyuşturma hali alındı. Karşı konulamaz biçimde ölümle yüzleştik, bundan kaçamaz hale geldik ve bu da bizi bir şeylerin anlamını sorgulamaya itti.
Elimizden anlam alındı ama ölmedik de yaşıyoruz!
Evet, bu önemli noktayı kaçırmamak gerek. Freud’un çerçevesinden düşündüğümüzde, şu an o altından anlam halısı çekilen, hazlarını doyuramayan kişinin ölmüş olması gerekiyordu. Frankl da zaten buna karşı çıkarak logoterapi yaklaşımını kuruyor. Diyor ki, insan o iki temel dürtüyü (cinsellik ve saldırganlık) doyuramadığı bir gerçeklikte de ayakta kalabilir.
Bu yargıya kendi hikâyesinden yola çıkarak varır. Auschwitz Toplama Kamplarında da kalmış bir Yahudi olarak anılarında “bazılarımız sebepsizce alıp götürülüyor, işkence görüyor, aç bırakılıyor ama ölmüyorduk, hatta beş dakika daha yaşadık diye seviniyorduk” der. Bunların ardından da “Ben nasıl ayakta kaldım, intihar etmedim?” diye sorgulamaya başlar. Çünkü Freud’a göre çoktan ölmesi gerekirdi. Aç, yorgun, sefil, güvenlik algısı sıfır, tehdit ediliyor sürekli... Arayışlarının ardından bunun cevabını şöyle verir: “Bir gün ben buradan çıkacağım ve yaşadıklarımı insanlara anlatacağım. Beni ayakta tutan şey aslında bu anlamdı. Tek istediğim, okuyucuya somut bir örnekle hayatın her koşulda, en sefil durumlarda bile anlam ve potansiyele sahip olduğunu göstermekti.” Biz de hayata verdiğimiz anlam ile ayaktayız. Hepsi geçecek ve yaşama tüm hızıyla devam edeceğiz.
Bir anlamda Freud’u red mi ediyor Frankl?
Freud’un reddi mümkün değil ki teorisyenler birbirlerinin üstüne gele gele büyüyorlar. Lego parçaları gibi… Frankl, Freud’u çöpe atmıyor. O kendi hikâyesinden yola çıkarak bu yorumları yapıyor. Bu farkındalıktan sonra zaten Üçüncü Viyana Ekolü dediğimiz logoterapi ortaya çıkıyor. Frankl’ın katkısıyla biz öğreniyoruz ki her şey cinsellik ve şiddetten ibaret değil. İnsan davranışlarını motive eden anlamdır ve “insanın olduğu yer ile olmak istediği yer arasında olan gerilim onun hayatta kalmasını sağlar” diyor. Psikopatolojide de bunu reddetmiyor. Frankl, insanı beş boyutta değerlendiriliyor.
- Psikolojik, ruhsal, bedensel, manevî ve nöojenik boyutları var. Normalde klasik psikoloji beden, psikoloji ve sosyal boyut üzerinden bakar insana... Ama Frankl ölüm gerçeğinden beslenen anlamın inşa edildiği bir boyut olarak nöojenik boyutu da kabul ediyor. Ruhsal boyutta inanç da vardır, nöojenik boyutta yaşam da anlam da var diyor. Zaten inanç bağlamında farklılıklar olsa da Frankl bize çok yakın çünkü dindar bir Yahudidir ve ahiret inancı var.
Psikanaliz çocuklukla ilgili hikâyelerin neden önemli olabileceğinin hikâyesi olarak popüler olmuştu. Peki neden bu kadar önemli çocukluğumuz? Hayatımız boyunca çok sayıda anımız olmasına rağmen neden illa da gidip çocukluğumuzdakilere takılır kalırız?
Çocukluk hepimizin anavatanı... Freud’a göre kişiliğimizin inşası 18 yaşımıza kadar gerçekleşir. Kişiliğin evrelerinin gelişimini oral, anal, fallik, gizil ve genital dönem olmak üzere 5 evrede ele alır. Bu gelişim evrelerinden edindiğimiz bu deneyimlerle yaşama devam ettiğimizi söyler. Erik Erikson ise buna karşı çıkar. Kişiliğin gelişiminin yaşamın sonuna kadar devam ettiği sekiz aşamalı psikososyal gelişim kuramını sunar. Ama sonuç olarak psikodinamik yaklaşımda kişiliğimizin temelinde id, ego ve superego dediğimiz üçlü yapılanma var. İd haz yanımız, süperego vicdanî tarafımız, ego ise ikisinin ortasını bulmaya çalışan ama id’den yana olan kısım. Bu üçlünün savaşı hayat boyu sürüyor ve buna göre savunma mekanizmalarımız oluşuyor.
Bu teorinin hikâyesini anlamak için Freud’u biyografik olarak tanımak gerekiyor. Freud’un teorisinin anne-babaya hatta daha çok babaya yönelmesinin nedeni Hristiyanlık’taki baba-oğul-ruh üçlemesiyle de ilgili. Kendisi ateist olsa da ailesi Yahudi. Üstelik Hristiyan bir bakıcı tarafından büyütülmüş. Tüm teorilerinin arkasında kendisinin dinle olan savaşını görmek mümkün ki din hakkındaki görüşlerini incelemek için Musa ve Tek Tanrıcılık ve Totem ve Tabu kitaplarına bakmak gerekir. Tabi bunu Avrupa’daki dönemin diğer tüm psikolojik akımlarında görebiliriz. 18. yüzyılda Aydınlanma’yla birlikte Kilise’den kopuş ve tek doğrunun insanın aklından çıkan olduğu gerçeğiyle yola devam ediliyor. Tabi “baba”yı kötülemek de o günün meselesi haline geliyor. Kartezyen görüş “Düşünüyorum öyleyse varım” derken “Bilginin kaynağı benim zihnim, insan zihninin ürettiği bilgi doğrudur, göremediğim şeye doğru demem” der. Psikoloji de bu temel üzerine inşa ediliyor. Dolayısıyla, ben bir çocukta problem arıyorsam, bilginin tek kaynağı da insan zihniyse, buna ancak bir insan sebep olmuş olabilir, o da anne-babadır, noktasına ulaşılıyor. O gün her şey anne-babada aranıyordu. Ama artık günümüzdeki teoriler bize, mesele yalnızca çocuklukta da değil, anne karnında başlar, diyor. Bazı hikâyelerde bunu görmek çok nettir. Ne kadar derinlere inilse de hastanın sorunu çözülemez ama anne karnındaki dönem yaşadıklarını, istenmeyen bir çocuk olmasının dahi bugünkü davranışlarını ketlediği sonucuna varabilir. Doğum anı da bir o kadar önemli... Çok gözüme çarpan hatalardan biri de kayıp çocukların yasının tutulmamasıdır. Genç çiftler doğmadan kaybettikleri çocukları için, “Aman bir daha olur, dert etmeyin” gibi tepkiler alıyorlar. Ancak o insanlar aslında bebeklerini kaybetmiştir. Fakat diğer ölümlerdeki gibi yas tutmalarına izin verilmez. Sonrasında doğan çocuk ise aslında diğer çocuk gibi doğar, ona kendisi gibi değil, kendinden önce kaybedilen bebek gibi davranılır. Dedelerin isimlerinin konulmasının da makul olmamasının nedeni budur. Çocuktan ikame insan olması istenir. Dede torununu simbiyotik bir ilişkiyle kendinden bir parça gibi görür ve kendisinden sonrası için torununu yetiştirerek kendisini ölümsüzleştirir.
Psikanaliz bize makul biyografilerimizi yazma imkânı mı veriyor? Hayatlarımızı anlaşılabilir bir hâle mi getiriyor? Hayatlarımızı hikâyeleştirmek zorunda mıyız?
Modernist akımla beraber ben dili ortaya çıkar. Çünkü tek doğru insan aklı olarak kabul edilir. Dolayısıyla bilginin kaynağı “ben”imdir. Düalistik indirgemeci bir bakış açısıyla ben kendimi, ötekini yok ederek var ederim der. O nedenle de psikoterapilerde de dediğimiz gibi “Karşı tarafı değil kendimizi değiştirebiliriz ve bu değişimden hareketle diğerlerinin değişimini tetikleriz.” Seanslar boyunca yaptığımız telkin şu aslında: “Hayat bir hikâye, herkesin bir hikâyesi var ama senin hikâyenin kahramanı sensin. Hikâyenin başı kötü de olsa sonunun iyi olmasını sağlayabilirsin. Hikâyeni her şeye rağmen baştan yazabilirsin.” Başkalarının hikâyelerini ekrandan izleyen veya kitaptan okuyan kişi üçüncü bir gerçeklik kuruyor. Bir iç, bir de dış gerçekliğimiz var.
- Bunun yanında Winnicott bir de üçüncü alanda subjektif gerçeklik ekler. Mesela şu an Üsküdar’da oturup konuşan üç kadınız ve bu bir gerçeklik. Ama konuştuklarımız bizim gerçekliğimiz ve uzaktan bizi gören insanlar bunu bilmiyor. Yani üçüncü gerçeklik benim dış dünyayı algılayış biçimimdir. Bu da sanat yoluyla, romanla, resimle ortaya çıkıyor.
Aynı romanı üçümüz aynı anda okusak da farklı şeyler anlarız. Çünkü herkesin anne-bebek arasında kurduğu ilişki biriciktir ve herkes kendi hikâyesinden beslenen bu üçüncü gerçeklikten ötürü aynı şeye baksa da farklı görebilir. Bu yüzden başkasının hikâyesi başka bir gerçeklik olsa da subjektif gerçekliğim bakımından benimgerçekliğimin yansıması olarak karşıma çıkar ve estetik mesafeden acılara bakmamı sağlayabilir. Bu da bir katarsis (duygu boşaltımı) biçimidir.
Freud’un ilk vaka öykülerini yayınladığı döneme kadar öyküleme dili üçüncü tekil şahıs diliyle yapılıyor. Modern dönemde ise “ben” dili hâkim. Sanki vaka öyküleriyle dilin dönüşümü arasında bir ilişki var.
Post-modern toplumda gerçek dille değişir, gerçek bağlamsaldır.
Dolayısıyla romanların gerçekliği de değiştirme gücüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bugün mesela gençlerin dilinde “duyar kasma” diye bir tabir var. Bu romanlarda yok, ama ilerde olabilir. Gerçek insandan çıkar. İnsanın dili gerçekliği dönüştürür. Sanatçı da gerçekliği inşa edebilir. Ürettiği eser onun içinden çıkıp, somut bir alan kaplamaya başlar. Hem kendinden bir parça, hem de duygusal mesafeden bakabildiği bir nesne haline gelir ve hem eser sahibine hem de eseri görene güvenli bir duygusal deşarj alanı sunar. Sanat terapisi de böyledir, terapisti de yaraları sarandır aynı zamanda başkalarının yaralarını da içine alır. O kişinin yaralı yapıtları başka yapıtlarla karşılaşır. Onların yarasına ilaç olur ve herkes yarası yükünce ilacını alır sanattan. Biz dizi izlerken, roman okurken yaralı yanlarımızla yüzleşiyoruz. Kime acıyorsak, aslında en yaralı yanımızda ona benzer bir hikâye saklıyoruz.
Diziler üzerinden yaptığınız bazı anketler, soru-cevaplar var. Takipçilerinizden gelen yorumları paylaşabilir misiniz? İnsanlar kendilerini hangi dizide kimin yerine koyuyor en çok?
Genelde cevaplarda kişiler karakterlerle kendilerini özdeşleştiriyor. Ama “Siz karakter hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğumda, terapist gibi cevaplar vermeye başlıyor. Birçok yorum geldi bu konuda. Ben insanlar benim yorumlarımı merak edecek sanıyordum ama herkes kendisi yorum yapmaya başladı. Mesela Masumlar Apartmanı dizisinde en çok kimi sevdiklerini sordum. Han ve Safiye cevabı çok geldi. Sonra bilinçli olarak “Diziden kim çıkmalı sizce?” diye sordum. Çünkü Jacob Levy Moreno’nun sosyometri teorisine göre insanlar seçtikleri değil, seçmedikleridir. Seçtiklerini kendini saklamak üzere manipüle edebilirler, diyor. Ama seçmedikleri hep sabittir. Carl Gustav Jung da bize “Sizin görmek istemedikleriniz, sizin gölge yanınızdır” diyor. İlginçtir, bu soruya çok fazla Uygar cevabı geldi. Yani dizinin alkol problemi olan sorunlu kişisi seçildi.
Neden peki?
Çünkü İnci ani duygu değişimleri yaşayan sınır kişilik özellikleri olan tipik bir Türk kadını. Bir başkasını kurtarma rolüyle toplum tarafından kabul görmektedir.
Acı çekmeyle sevmeyi birbirine karıştırmıştır aslında sıkıntı çekmek onu beslemektedir ve sıkıntının sebeplerini de dışarıdaki kişilerde göstererek kaostan beslenen kurban rolünü gizlemektedir. Çünkü sevilmek koşulsuz hak edilecek bir şey olmadığı için sevildiğinde suçlu hisseder, bu yüzden kendini cezalandıracak ve ondan koşulsuz sevgi bekleyen ama karşılık veremeyecek kişileri bulur. Bunun ardından takipçilerime “Sizce İnci karakterinde nasıl problemler var?” sorusunu sordum. Gelen cevaplar şöyle: “Kendini yara bandı gibi görüyor”, “Hayır diyememek ve sevgilisini babası yerine koyması”, “Acıma duygusu yoğun”, “Kendini kurban etmeyi benimsemiş”, “Başkalarının isteklerine göre yaşıyor”, “Bağlanma sorunları var.”
Kendi fikirlerini size onaylatmak mı istiyorlar acaba?
Muhtemelen öyle. Genelde kaygı bozukluğu olan insanlar sürekli “Hocam iyi miyim?” diye sorarlar. Destek ararlar yani. Biz buna baston davranış diyoruz. Ama sağlıklı bir şey değil. Bastonla bir süre yürüdükten sonra normal de yürüyemezsiniz, bacaklarınız tembelleşir. Kaygı da öyle. “Sen iyisin, geçti!” desem de geçmez, kaygıyı besleriz. Şöyle bir durum hatırlıyorum; abdest alamayan bir kişi annesi veya bir başkası onu abdest alırken izliyordu. Oldu mu, olmadı mı emin olamıyordu bir türlü. Onaylandığında geçti sansa da kaygı büyüyerek devam ediyordu.
Biz de karakterler üzerinden gidelim o zaman. Masumlar Apartmanı’nın Safiye’si çocukken annesinden nefret ediyor aslında. Fakat onu kaybettikten sonra onu taklit edecek kadar çok sevdiğini anlıyoruz. Yani hepimiz kaybetmekten korktuğumuz şey kederimiz olduğunda, ona dönüşmeye çalışır, ondan aynı zamanda haz mı duyarız?
O karakterde komplike bir yas var. Normalde birini kaybettikten sonra bir süre üzüntüyle şok tepkileri vermemiz, inanamamamız, bir şeyler yiyememek gibi durumlar söz konusu olur. Davranışta, duyguda, bedende ve düşüncede yasla ilgili tepkiler gerçekleşir ve bunlar normaldir.
Yasın süresi kişiye göre dört ay da olabilir, iki yıl da. Ama yasın bittiğini o kayıptan bahsederken ağlama nöbetlerine girmeden, kalbi 180 atmadan anlatmasından anlıyoruz. Bunun olabilmesi için de veda şarttır. Safiye birden fazla yası sürdürüyor. Kardeşlerinin anneliğini yapıyor ve aslında orada “kendisine verilmeyen anneliğin” yasını tutuyor. Aşırı telafi mekanizması çalışıyor. Kaybettiği arkadaşıyla da vedalaşamadı. Bu nedenle patolojik bir yasa dönüşüyor ve aileden birisinin başkasıyla duygusal bir ilişki kurmasını ihanet olarak algılıyor. Üçüncü yası da annesi üzerinden. Biri öldükten sonra onun gibi davranmak, kıyafetlerini saklamak bir süre normaldir. Ancak bunu yıllara yaymak, on-on beş yıl böyle davranmak tabi ki normal değil. Ki Safiye annesiyle hiç vedalaşamamış, mezarına bile gidememiş. Mezarından bir parça istemesi, saklaması da ölümle vedalaşamamasıyla yası tutmasıyla alakalı.
Gülben’in saklama davranışı da yine bu bağlamda değerlendirilebilir. Aşırı korumacı olmak yerine insanların ölüm sonrasında yas tutmasına ve kaybettikleri kişiyle vedalaşmalarına imkân sağlanmalı. Sakinleştirmek, geçiştirmek, ağlamasının önüne geçmek iyi değil. Ağlasın, gerekirse bayılsın…
Kişi bunu zamanında yaşamazsa yıllara yayıyor ve hayatına daha fazla etki ediyor. Bu bazen gizli de olabiliyor. Bazı danışanlarımız bize yılın belli dönemlerinde kederlendiklerini, daha melankolik olduklarını söylerler. Altında yine bir yas bulabiliriz. Bu illa ölüm de değildir. Bazen bir evden taşınma, iş değişikliği, bazen görüşemediğiniz bir arkadaşın yasıdır. Bitme ve bitirme hali çok önemlidir. Üzeyir Ok hocamızın dediği gibi mezarlıklara ölülerin değil, bizim ihtiyacımız vardır. Bu nedenle tüm dinlerde mutlaka cenaze törenleri yapılır.
Peki diğer karakterlerin davranışlarını yasla ilişkilendirebilir miyiz?
Bir kısmını tabi ki. Komplike yas; kronik yas tepkisi, gecikmiş yas tepkisi, abartılmış yas tepkisi, maskelenmiş yas tepkisi olmak üzere dört türdür. Safiye’nin yası kronik yas. Yıllarca süren, kaybedilen kişilerin eşyalarını saklayan ve hâlâ onunla yaşamaya devam eden davranışlara neden olur. Gülben’inki maskelenmiş yastır. Uyumsuz davranışlarda ortaya çıkan bir yastır. Kirli çarşafları atamaması, tutması aslında annesiyle vedalaşmamaya direnç ve ona duyduğu öfkenin bastırılmış halidir.
Han’da ise belli zamanlarda ortaya çıkıyor. Onun ki de maskelenmiş yas. Hatta geceleri annesinin çöpe attığı kurşun askeri ararken aslında annesinin yasını tuttuğunun farkında da değildir. Halbuki Gülben de Han da bir yas halindeler. Han aynı zamanda onaylanma ihtiyacı hissediyor. Neriman ise çok daha farklı. Önce kollarına zarar verip, daha sonra kolonya dökmesi sahnesi herkesin dikkatini çekmiştir. Aslında orada kendi gerçekliğiyle yüzleşme halinde. “Gerçekte var olduğunu” hissetme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Duygular bastırıldığında ve reddedilince bedene kusar. Ailesinde hep ötelenen, görülmeyen ve nefes aldırılmayan birisi olmasıyla, astım hastası olmasının bir tesadüf olmadığını söyleyebiliriz. Duygular bastırıldıkça problem daha kronik bir hal alır bu nedenle aslında o hikâyedeki en ağır vakanın Neriman olduğunu söyleyebilirim.
“Matrix’de gibiyim” fikrine benziyor.
Bu tür kişilerin bazıları kendilerini video oyunların içinde yönetiliyor ve kendini seyrediyor gibi hissedebiliyor. Depersonalizasyon dediğimiz bu duruma özellikle pandemi sürecinde çokça rastladık. Sanatçılarda bunun daha kontrollüsü olarak adlandırılan plastik psikoz da söz konusu olabiliyor. Ama uzamış yaslar da psikotik atakla gelen depersonalizasyon halini doğurabiliyor. Aynı durum çocuk sahibi olup, iş hayatını bırakmanın yası olarak annelerde de görülebiliyor. Hatta tam bu nedenle lohusalık depresyonu dediğimiz şey var. İşte bu yüzden İbn-i Haldun “İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şey atmazsanız, kendi kendini öğütür durur” der. Boşlukta kalan zihin kendi kendisine bir şeyler üreterek kaygıya yol açıyor, kaygı da harekete geçmeye…
Gülben karakteri ile ilgili de şöyle bir durum dikkat çekici. Yaşama arzusu var, aşık oluyor, iyileşmek istiyor fakat buna gücü yok gibi. Ablasının etkisinde kalıyor, pes ediyor, sanki acı çekmek istiyor. Bu durumu nasıl açıklarsınız?
Bildiğin problem, bilmediğin çözümden yeğdir. Bir şey çok problemli gibi görünse de orada bir kazancı var ve tam da bu nedenle o davranışa devam ediyor. Obsesyonlar da böyle. Safiye neden sürekli her şeyi dört kere yıkıyor? Onun orada ikincil bir kazancı daha var. Hikâyede, annesi kalp krizi geçirdiğinde 112’yi arayamamıştı. Rakamları karıştırmıştı ve hastaneye ulaşamamıştı. Bu nedenle sürekli kendine bir artı bir artı ikinin toplamı olan 4 rakamının tekrar ederek 112 numarasının telkinini veriyor.
Suçluluk duygusundan arındıran, ilk bakışta çok da anlaşılmayan bu sembolik mesaj da Safiye için obsesyonun yanındaki ikincil kazanç. Aynı şekilde Gülben’in de ikincil bir kazancı var. Ablası ona eziyet çektirse de aynı zamanda evi çekip çeviren biri var. Kendine hiç güveni yok, buna neden olan da bizzat ablası. Ama bu problemi çözmediği bir gerçeklikte ablasının evi çekip çevirmesi onun ikincil kazancı. Geceleri altına kaçırması ise kendini rahatlatma yöntemi. Çünkü başka bir rahatlama yöntemi ve kendine ait alanı yok. Temizlik takıntısı olan ablasına karşı öfkenin pasif-agresif yolla ifadesi de diyebiliriz.
Ailenin babası da bencil bir adam. Her şeyi parayla çözmeye çalışmış, çocuklarını ezdirmiş. Sizce suçlu kim? Anne mi, baba mı?
Ben bu soruyu da takipçilerime sordum. “Kim suçlu?” dediğimde genelde anne cevabını aldım. Ama sorun sadece annede değil, anneye aradığı sevgiyi vermeyen bir baba figürü de var. Anne ve baba arasındaki sorunlu ilişki çocukları bu hale getirmiş. Kuşaklar arası aktarımlar da mevcut. Anne babalarımız gibi ikinci bağlanma nesnemiz de eşlerimiz oluyor.
- Genelde anne ve babamıza yakın karakterler olarak seçtiğimiz eşlerimizle ilişkilerimizdeki sıkıntılar da tabi ki çocuğa yansıyor. Mesela İnci’nin Uygar’la görüşmesi alkolik bir babayla olan ilişkisini tamir etme çabasıdır. Aslında Uygar’ı değil, babasını, kendisini kurtarmaya çalışıyor. Safiye de zaten babasına “babam, babamız” demiyor.
“Babaya yemek verelim” diyor. Babam dememesi o evde onu “baba” olarak konumlandırmayışının sembolik bir göstergesi. Ailede anne de yok, baba da yok. Çocuklar sahipsiz büyümüşler. Safiye kendisine verilmeyen anneliğin yasını anne olarak tutmuş. Bu yolda hayatını harcamış.
Bahsettiğimiz dizilerin uyarlandığı eserlerin sahibi psikiyatr; kullandığı dilin üstenci olması, bu terapi hikâyelerinin sunuluyor olmasının etik olup-olmadığı konusunda eleştirilmişti. Siz neler söylersiniz?
Bu hikâyelerin üçüncü kişilerle paylaşılması oldukça sıkıntılı. Artık danışanlarını sosyal medyada paylaşanlar bile oluyor. Oysa bu hiçbir yönüyle etik olamaz. Bazen süpervizyon toplantılarında vakaları terapistler birbirine anlatabiliyor. Ama bunun bile iznini danışandan alıyoruz. Dizilerin dayandığı hikâyelerde danışanlardan izin alınmış olabilir veya birden fazla karakterin hikâyesini birleştirmiş olabilir. Belki bir yönüyle halka psikoeğitsel bir mesaj vermeye çalışıyorlar ama dilin üstenci olması pek çok anlamda sıkıntılı. O üstenci tavrını da Frued’un omnipotence kavramıyla açıklayabiliriz.
Yani her şeye gücünün yeteceğini sanarak terapistin kendini tanrı yerine koyması durumu... Terapistlerin mesleğe girerken kendi analizlerinden geçmesi, süpervizyonlarını alması daha sonra sahaya inmeleri gerekiyor. Yurtdışında bu yollardan geçildikten sonra lisans alınıyor. Ama Türkiye’de sistem bu kadar sağlıklı biçimde işlemiyor. Mesleğe girdikten sonra eş zamanlı olarak analiz süreci ve süpervizyonlar başlıyor. Net biçimde söyleyebilirim ki kendi analizinden geçmemiş terapistler danışanlarına da faydalı olamıyor. Çünkü objektif olamama, danışanla birlikte o hikâyeye kapılıp gitme ve her şeyi çözebileceğine dair omnipotent bir tavra sahip olma ihtimali var. Söz konusu dizilerde de danışanla birlikte oturup ağlamak gibi sahneler var. Bunlar makul değil. Bazı ekollerde terapistin gözünden yaş gelmesi normal karşılanabilir. Sonuçta biz de insanız ve bunu kabul etmek gerekir. Ama danışanın ağlama nöbetine eşlik etmek de değildir bu, olmamalıdır.
Danışanlara ufak ikramlarda bulunmak hem kendi kültürümüze uygun davranmak hem de onlarla bir bağ kurmak için yapılabilir mi?
Teropatik bağ kurmak için yapıyor olabilir ama bunun da sınırları vardır. Psikoterapi esnasında birinin odaya girmesi normal değil. Tabi ki gelen kişiye çay, kahve veya ikram verilebilir ama bu ikramlar geldikten sonra kapı kapatılır ve seans başlar. Orası mahrem bir alan olmalı. Bu nedenle online psikoterapileri de çok tartıştık. Gizliliğin sağlanması noktasında online psikoterapi güncel bir tartışma konusu. Terapiye inanç başarıyı getirir. Danışan inanmazsa, güvenmezse terapi işe yaramaz. Bu noktada danışanın durumu, kendini rahat hissedip hissetmemesi önemlidir.
Terapist danışanın hayatıyla ilgili yorum yapabilir mi?
Etik olarak yönlendirme değil, eşlikçi olması gerekiyor. En azından bilişsel ekolde böyledir. Frued’un yaklaşımından dolayı psikanalizde biraz daha farklı. Zaten hasta yatay pozisyonda, terapist ise başında oturur pozisyondadır. Hasta konuşur, o susar. Terapist daha yüksek bir noktadadır. Ama dediğim gibi bunların hepsinin sınırları ekole göre değişmektedir. Danışan bir soru sorduğunda terapist ona her ihtimali değerlendirme noktasında eşlik eder. Seçim yine danışana ait olur.
Böyle dizileri hiç izleyemeyenler de var. Bakmak istese de bakamıyor, dayanamıyor. Bunun nedeni ne olabilir?
Yine Jung’un söyledikleriyle açıklamalıyız bunu. İzleyemediğin o karakter, senin görmek istemediğin gölge yanından parçalar taşıyor olabilir. Bununla da yüzleşmekten korkan, kaygı düzeyi yüksek, obsesif kompulsif bozukluğa (OKB) yatkınlığı olanlar mesela Safiye’yi izleyemiyor. Veya “Aa deliye bak” diyor ama aslında onun da düzen takıntısı var.
İzleyememek kendinle yüzleşememekle de alakalı. Lacan da ayna olarak görüyor bu durumu. Yani sinemada izleyip ağladığımız veya bakamadığımız sahneler kendimizi aynada gördüğümüz, kustuğumuz sahnelerdir. Başkasının eksikliği üzerinden kendini arzu nesnesi haline getirmek noktasına burada da değinelim. Mesela bir dizide çok patolojik bir karakter var diyelim. Onun gibi değilseniz de, olma ihtimaliniz, bu yönde bir kaygınız var. Dolayısıyla onu görmemeyi seçiyorsunuz. Çünkü kaygılı bir zihin hep en kötüsünü düşünür. Bunun sonucunda da ya Safiye gibi önlemler alır ya da Gülben gibi içine kapanır.