Babamdan bana kalan: Sadettin Ökten
Ciddi bir insandı babam. Şimdi geri dönüp bakıyorum hayata; niye bu kadar çok etkilenmiştim ondan diye; söylediğiyle yaptığı örtüşüyordu çünkü. Bazı insanlar ne kadar iddialı olsa da bir süre sonra o iddiasının sizin üzerinizde fazla bir etkisi kalmaz.
Babamdan öğrendiğim en esaslı kavram Cenab-ı Resulullah muhabbeti
Babamdan öğrendiğim temel duygu, Peygamber sevgisi, Cenab-ı Resulullah muhabbeti… Karşı karşıya kaldığı hadiseleri hep Peygamber’i referans vererek değerlendirirdi babam. O sayede küçüklükten itibaren Efendimize karşı önce hayret ve istifham sonra muhabbet ve hayranlık inşa edilmiş oldu. Bu tabii ki sadece sözle olmuyor; bizzat yaşayarak meydana geliyor. Söz, fiil, yorum, hareket... Cenab-ı Resulullah ve O’nun vârisleri âdeta hayatımızın her safhasındaydı, diyebilirim.
En önemlisi Cenab-ı Resulullah üzerinden Âlemlerin Rabbi’ne gitmeyi öğrendim babamdan. Peygamber beşer, abd, Allah’ın en sevgili kulu; O’nun sünnet-i seniyyesinden Allah’a ulaşılır. Bu ancak yaşayarak öğrenilebilecek bir şey; çünkü o yaşta akaid kitabını açsanız da bir şey anlamazsınız. Babamın en yakın destekçisi -babam gibi ifade gücü olmasa da- hareketleri ve duygularıyla annemdi. 40’lı yılların sonundan pederin vefatı olan 61 yılına kadar, daha sonra da annemin irtihali olan 73 yılına kadar böyle bir yapı içinde sürdürdük hayatımızı. Emir ve yasaklardan ziyade “Resulullah gücenir, Allah’ın gücüne gider” uyarıları hâkim olurdu evimizde. Sert hesap sormalar yoktu. Öyle bir imaj oluşturdular ki, Resulullah sizi çok seviyor, siz de O’nu çok seviyorsunuz. Sevdiğiniz bir insanın üzülmesini istemezsiniz ya, işte öyle bir yapı… İlk öğrendiğim en esaslı kavram budur babamdan. Bir şey yaparken hep aklıma gelir, acaba Allah’ın gücüne giden bir şey mi yaptım, acaba Resulullah’ı üzdüm mü? Birisi bir şey yaptığında Allah’ı, Resulullah’ı hiç düşündü mü acaba derim içimden. Resulullah ne derdi acaba? Cenab-ı Allah nasıl bakıyor bu hadiseye? Bu, muhabbetle yerleştirilmiş bir sevgi… Yaşayarak öğretilen ve öğrenilen bir hadise…
- Sünnet-i seniyye çok önemli. Babam birçok hadisede “Rasullulah’ı çok seviyorum ve O’nun şefaatına talibim” derdi. Hayatının son birkaç yılında da Medine-i Münevvere’ye mücavir olma isteği vardı kendisinde. O gitti, annem ve ben İstanbul’da kaldık. Medine’de bir rüya görmüş, o rüya üzerine geri döndü. “Rüyamda İstanbul’a gitmem emrolundu, ben de geldim” dedi. Bir hafta on gün geçti aradan, Yüksek İslam Enstitüsü kurulmuş, orada bir vazife tereddüp etmiş babama, İlm-i Kelam Müderrisliği… Bize dedi ki; “Bakın Resulullah yakınlığı böyle oluyor, rüya görüp geliyorsunuz, size bir vazife veriliyor.”
Ciddi bir insandı babam. Şimdi geri dönüp bakıyorum hayata; niye bu kadar çok etkilenmiştim ondan diye; söylediğiyle yaptığı örtüşüyordu çünkü. Bazı insanlar ne kadar iddialı olsa da bir süre sonra o iddiasının sizin üzerinizde fazla bir etkisi kalmaz. Bir şey söylemiş sonra aksini yapmıştır. Ama babam böyle bir insan değildi. Aileden uzak bir baba imajıyla büyümedik. Açık bir insandı, beraber yemek yer, beraber gezmeye giderdik. Evde sohbet ederdi, dinlerdik. Bazen bedbaht olur, sıkılırdı, o zaman annem onu teselli ederdi: “Üzülme Hu’cuğum. Gün doğmadan neler doğar.” Birbirlerine “Hu” ve “Ya Hu” derlerdi. Biraz zikir gibi... Hakikaten de doğardı. Bir şeye çok sıkılırsınız, bir başka hadise olur ferahlarsınız. Başka bir insanı aynı hadise ferahlatmayacaktır belki, ama siz ferahlarsınız. Mühim olan da budur.
İlim talebesi emanettir
Babam öğrencileriyle çocukları gibi ilgilenirdi. İlim erbabını, talebeyi, ilme talip olanı kendisine tevdi edilen bir emanet olarak görürdü. Bütün eskiler böyledir, sırf Celal Hoca değil. Özellikle muallimler talebeyi forme etmek, İslam medeniyet tasavvuruna göre biçimlendirmek ister. Bundan daha güzel bir imkân ve fırsat olur mu? Öğrencilerine öyle bir mesafeden bakıyordu ki onları ezmiyor, hırpalamıyor, çok da boş bırakmıyordu. Gençtir sağa sola bulaşabilir. Uzaktan kontrol edilmeli; şahsiyetini rencide etmeden, zaman zaman küçük ikazlar yapılmalı ki belli bir istikamette yetişsin. Sonra 25-30 yaşına geldiğinde kendi yolunu bulur zaten... Böyle bir terbiye metodu vardı. Hocaları da babamı öyle yetiştirmiş. İnsanoğlu eşref-i mahlûkat; bir bakıştan, bir tebessümden, hafif bir baş eğmeden ne yapması ve ne yapmaması gerektiğini anlar. Allah’ın ruh üflediği mahluk insanoğlu, başka bir varlığa üflememiş o ruhu.
“Kitaplarımı Süleymaniye Kütüphanesi’ne vakfedin”
Babam bize defaatle şöyle derdi: “Sakın ben öldükten sonra sahaflara satmayın kitaplarımı. Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki Üstadım İzmirli Hakkı Bey Koleksiyonu’na vakfedin.” İzmirli İsmail Hakkı Kelam Müderrisi, babamın da hocası. Biz de vasiyeti gereği Süleymaniye Kütüphanesi’ne İzmirli İsmail Hakkı alt seksiyonu olarak verdik 1000 ciltlik seçme kitaplarını. Kelam, felsefe kitapları, bazı temel kitaplar, tefsirler vs. Talebeliğinde başucu kitapları varmış; benim hatırladığım zamanlarında başucunda kitap yoktu. O eski günlerini şöyle anlatırdı: “Talebeliğimde üç divan bulunurdu başucumda. Arapçada İbni Fariz, Farsçada Hafız, Türkçede Fuzuli divanları. Her gece yatmazdan önce elimi atar, birisini çeker, bir sayfa açar, bir gazel okur, öyle uyurdum.”
Onun yaşadığı dönemde gerek maddi gerek politik birçok sıkıntı vardı Türkiye’de. İlki 56’da olmak üzere 4 defa hacca gitti. Suudi kitapçılardan Türkiye’de yasaklı olduğu için bulunmayan Arapça kitaplar almıştı. Derslerde kullanıyordu.
Eve Yeni Sabah gazetesi alırdık. Onda İttihat Terakki ile ilgili tarihî tefrikalar vardı. Zannederim orta ikiye gidiyorum. Babam, bana o tefrikayı okutuyor ve tefrika üzerinde yorum yapıyordu. Türkçemi düzeltiyordu; telaffuzum, kelime hazinem gelişiyor ve genişliyordu. O zamanın gazetelerine bakarsanız ciddi manada Osmanlıca kelime kullanıldığını görürsünüz. 13-14 yaşında bir çocuk olarak o tefrikalardan İttihat Terakki ile ilgili şeyler öğreniyordum. Sultan Aziz, nasıl hâl edildi, niye hâl edildi? Bütün bunları, Cumhuriyet’in başlangıcını, Demokrat Parti’nin kuruluşunu biliyordum o yaşımda. Büyük dayım da enteresan bir adamdı, bu konuları en çok onunla konuşurlardı. Ben de yanlarında olurdum, “Bu çocuktur, anlamaz” demezlerdi. Öyle bir anlatıyorlardı ki dikkatimi çekiyordu. Sonra anlattıklarının ne kadar doğru, ne kadar sübjektif olduğunu önce bilmeyerek sonra bilerek tahkik ettim. Kendime göre muhtelif kaynaklar, tanıdık insanlar, gittiğim memleketler, dünya tarihi, medeniyet tarihi gibi okumalarım oldu, müşahedelerim oldu. Babamın tespitlerinin büyük oranda doğru olduğunu gördüm. İki mühim lisana hâkimdi: Fransızca ve Arapça. Türkiye’de yaşadığı hâlde, geniş bir vizyonu vardı babamın. Zaten bir Osmanlı münevverinin eğer saplantısı yoksa vizyonu vardır. Çünkü çok ciddi yetişiyor ve Allah da onun vizyonunu açıyor.
Eğitim hayatım babamın yönlendirmeleriyle şekillendi
İlkokulu Laleli’de Koca Ragıp Paşa İlkokulu’nda okudum. Babam imam-hatip okulunda müdürdü o zamanlar. Bir akşam geldi, seni Vefa Lisesi’ne kaydettirdim, dedi. Küçük bir deftercik var elinde, resmim var, damga vurmuşlar, 1/C sınıfı 96 numara yazıyor. Ertesi hafta mektep açılacak, beraber gideceğiz. Gittik. Tarih hocası, başka hocalar hep arkadaşıydı. O okuldan emekli olmuştu çünkü.
Liseyi bitirdik 59’da. Zaten lise bitmeye yakın kararını vermişti, Teknik Üniversite İnşaat Fakültesi’ne gönderecekti beni. Gittim de. Aslında üniversite bittikten sonra hayalimde başka şeyler vardı. Tarih veya edebiyat okumak istiyordum. Babam vefat etmişti. Evimiz Beyazıt’ta. Edebiyat Fakültesi’nin karşısında oturuyoruz. Oraya gitmek istiyordum.
O günlerde acayip bir şey oldu, annem “Nurettin Topçu seni görmek istiyor” dedi. “Tamam” dedim, gittim. Daha evvel hocaya grup hâlinde giderdik. Bu defa yalnız çağırmıştı beni. Hoca bana şaka yapardı, “Mühendis olacak, çok para kazanacak” derdi hep. O gün ise “Teknik üniversite çok iyi; ilim irfan yurdu” diye övdü. Ben de “Hoca böyle söylüyorsa bu işe devam edeceğiz artık” dedim içimden. O zaman asistandım, okulu bitirmiştim. Edebiyat Fakültesi hayalim de böylece kaldı. Aradan 10 sene geçti. Askerdim, Ankara’dan geldim. Doktora tamamlanmış gibiydi, Amerika’ya gidip gelmiştim. Nurettin Bey “Sana teknik üniversite ile ilgili söylediklerimi hatırlıyor musun?” diye sordu. “Hatırlıyorum, hayatım değişti o günden sonra” dedim. Hoca da bana şöyle dedi: “Annen bana telefon etti. ‘Aman Nurettin Bey, bu çocuk seni dinler, edebiyat okuyacağım diyor, işine devam etsin’ dedi. Hakkını helal et.”
Babamın en kaliteli sohbetleri Nurettin Topçu ile olurdu
Ali Fuat Türk geldi, babamın dostuymuş. Son Osmanlı protokolünde, mabeynde bulunmuş bu zatla üç sene kış aylarında, üç padişah devrini okuyup tartışmışlar. Sultan Mecid, Sultan Aziz ve Sultan Hamid devirlerini okumuşlar. Ali Fuat Bey babama problem veriyor. “Şöyle bir durum var, siz sultanın yerinde olsanız ne yaparsınız?” diyor. Babam sultanın ne yaptığını bilmiyor, Ali Fuat Bey biliyor. Babamın duruma dair söylediklerine şaşırıyor; “Siz iyi bir diplomat olurdunuz” diyor. Böyle merakları vardı babamın.
Bir de pederin şöyle bir âdeti vardı, Allah rahmet eylesin, bazı hocalarıyla hoca-talebe ilişkisi bittikten sonra da dostluğunu ahbaplığını devam ettirirdi. Bu hem hoca için iyidir hem talebe için... Bunlardan bir tanesi İzmirli İsmail Hakkı Bey… Ona yetişmedim, kendisi 44’te vefat etmiş. Darülfunun’da Farsça müderrisi olan Ziya Şükûn’a yetiştim. O, 50’de vefat etti. Onunla görüşmeye ailecek giderdik, beni de götürürlerdi. Ziya Bey, beyaz sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardı. Evinde çalışır, lügat hazırlardı. Beş dakikalığına yanına çıkar elini öperdim; beni kucağına oturtur, sever ve okurdu. Sonra bir gümüş lira verirdi. Çok sevinirdim o gümüş liraya. Eskilerin böyle âdetleri vardı.
Babam yolda birini görür, sohbet eder, sonra eve getirir, yemek yedirirdi. Nadiren de getirdiği misafir bizde yatıya kalırdı. Evin hanımı “Niye geldi bu adam, yemeğim yok” demez, şimdiki tabirle diyemezdi. Mahir Bey gelirdi sık sık. Nurettin Topçu her hafta gelirdi. İmam-hatip okulları açılınca birtakım hayır sahibi tüccarlar gelmeye başladı. Babam 1955’te Soğanağa Camii’nde cumartesi günleri İhya okuyordu. O cemaatten bazıları gelir, soru sorar, babam da cevaben uzun uzun anlatırdı. En kaliteli sohbet ise Nurettin Topçu ile olan sohbet olurdu. Bir problem olurdu kafasında ve onun üzerine ciddi ciddi konuşurlardı. Şimdiki gibi düşünmeyin olayı. İnsanlar belli bir duygu ve düşünce çerçevesinde yaşıyorlardı. İş, meslek, para kazanma, evlad ü iyal bir kenarda duruyordu. Esas olan idealleriydi. Bu idealin reel hayatta bir karşılığı olmayabiliyordu, ama bu mühim değildi. Hayal âleminde yaşamak gibi bir şeydi bu. Ben böyle anlıyorum. Ama ideal vardı.