Her fidenin dibinde yetmiş bin melaike var

Amentü
Amentü

Mahalle camiinin benim tanıdığım ilk imamı Hacı Süleyman diye meşhur hocaefendi idi. Bu zat Osmanlı döneminde ilkmekteplerde muallimlik yaptığı için bize ilahiler de okutur, öğretirdi. Toplu olarak okuduğumuz “Şol cennetin ırmakları”nın tadı hâlâ hafızamdadır.

İlk amentü bilgilerimi Babam Kutuz Hoca ile yaşıt olan mahalle camiinde aldım. İlkokul çağına yaklaşmış veya ilkokula gitmeye başlamış çocuklar, özellikle kış aylarında, şubat tatilinde, omuzlarına birer kuru odun alarak camiye giderdi çünkü caminin sobasını yakmak için odun lazımdı. Orada hocaefendinin rehberliğinde namaz surelerini öğrenirdik; daha sonra da dinî bilgiler dersimiz olurdu. 30-40 çocuk toplanınca önce koro hâlinde sesli olarak Sübhaneke’den Elem tera’ya kadar belli bir makamla okurduk. O sesle, makamla birlikte sureleri de ezberlemiş olurduk. Sübhaneke, salli barik, amentü daha sonra Nas suresinden Fil suresine kadar sırasıyla... Başa dönüp tekrar tekrar okunur, böylece okuma yazma bilmeyen küçük çocuklar da metni ezberlemiş olurdu. Diyelim ki yarım saat, bir saat namaz sureleri okundu. Hoca işaret eder; bu okuma biterdi. Hoca efendi tek tek herkesi dinlemeye başlardı. Yanlış okuyunca “orada kal” derdi. Diyelim Kul eûzu birabbil felak’ta şaşırdınız, gerisini getiremediniz, dersiniz orada kalır; ikinci derste ya da ertesi gün oradan başlayarak devam ederdiniz.

Amentü kayığı
Amentü kayığı

Mahalle camiinin benim tanıdığım ilk imamı Hacı Süleyman diye meşhur hocaefendi idi. Bu zat Osmanlı döneminde ilkmekteplerde muallimlik yaptığı için bize ilahiler de okutur, öğretirdi. Toplu olarak okuduğumuz “Şol cennetin ırmakları”nın tadı hâlâ hafızamdadır. Haftanın günleri ile ilgili şarkıyı da o zaman öğrenmiştik. Onun o yaşta bu kadar çocuğun derdini çekmesi bir tarafa öğle tatilinde öğrencileri caminin ahşap minaresine şarkılar eşliğinde çıkarmasını ve indirmesini nasıl izah edersiniz... Bendeniz “meleklere hizmet” olarak yorumluyorum bugün. Ondan sonraki hocamız yine bir Osmanlı muallimi Şa’ban Efendi idi… Allah hepsine rahmet eylesin! Bu birinci fasıldır.

  • İkinci fasılda ise hocaefendi dinî bilgiler verir. Buna “amentü kültürü” diyebiliriz. Hocaefendi birtakım bilgileri tekrar eder. Öğrenciler olarak önce onu dinler, sonra da tekrar ederdik. Böylece kulaktan dolma dersimizi zaman içinde ezberlerdik. Öğrenci amentüyü hem okur hem de âdeta şerh ederdi. Bu şekilde öğrendiğim amentüden aklımda kalan ifadeler şöyle. “Amentü billahi; ben Allah’ın varlığına ve birliğine inandım ve iman getirdim. O ne sağdadır ne soldadır, küllü şeye kâdirdir. Ve melâiketihî; meleklerine inandım ve iman getirdim. Onlar yemezler içmezler, Allah’a âsi olmazlar. Dört büyük melek vardır; Azrail, Cebrail, Mikail, İsrafil. Ve kütübihî; Allah’ın kitaplarına inandım ve iman getirdim. Dört büyük kitabı vardır. 100 suhufu vardır, dört büyük müdevven kitabı vardır.” “Müdevven” kelimesini –haklı olarak- doğru telaffuz edemeyenler olurdu, bazıları –iyi hatırlıyorum- müdevva diye telaffuz ederdi. Hoca düzeltirdi. Devam edelim, “Dört büyük kitabı vardır: Tevrat, İncil, Zebur, Kur’an. Ve Rusulihî; Allah’ın peygamberlerine inandım ve iman getirdim. Allah’ın 124 bin peygamberi vardır. İlk peygamber Hz. Âdem, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)” diye amentü şerhi devam eder giderdi. Muhtemelen babam da ilk çocukluk yıllarında bu tarz bir dinî kültür aldı aynı camide. Dolayısıyla ben de ilk dinî bilgilerimi bu şekilde aldığımı söyleyebilirim.

Babam mahalle camimizde değil de merkez (büyük) camii imamı idi. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlık yapmamı planlamıştı babam; bu sebeple okulu bitirir bitirmez hafızlığa başlattı beni. Ama tek talebe olarak sadece bana hafızlık yaptırmanın zor olduğunu bir müddet sonra anladı; bir Kur’an Kursu açmaya karar verdi. 1960 İhtilali’nin etkileri devam ettiğinden kurs için izin alınması gerekiyordu. İhtilal dönemi izin almakta biraz zorluk çekti. Özellikle kaymakam zorluk çıkarmıştı. Neticede Kur’an Kursu açıldı ve biz orada hafızlık yapmaya başladık. Babamdan aldığım din eğitimi o yıllarda daha düzenli hâle geldi. Tabii olarak Kutuz Hoca, caminin hem imamı hem vaizi hem hatibi hem de hademesiydi. Dolayısıyla biz hafızlık yaptığımız üç yıl boyunca (1960-63) onun vaazlarını, sohbetlerini dinledik; onun cemaatle, halkla olan ilişkilerini gördük. Dinî kültürümün temelinde o yıllarda babamdan dinlediğim şifahi bilgiler önemli bir yer tutar.

Amentü Kayığı
Amentü Kayığı

Babamın meleklerle ilgili sohbet ve vaazlarından hafızamı yokluyorum, bir Kadir Gecesi bu konuya girdiğini hatırlıyorum. Bir de Kadir Gecesi öncesine rastlayan bir cuma günü cumadan önce yaptığı yarım saatlik vaazlarında bu konuya temas etmişti. Babam Cuma vaazı için mihrapta oturur, kürsüye çıkmazdı. Cuma namazına yarım saat kala sohbete başlardı. Sadece bayram vaazlarında tarihî ahşap kürsüye çıkardı. Oldukça heyecanlı bir üslubu vardı pederin… Bazen sesi çok yükselirdi; bazen coşar, ağlardı. Biz de onu can kulağıyla dinlerdik; dinî bilgi ve heyecan kaynağımız o idi.. O zamanlar radyo yok, televizyon zaten söz konusu değil. Ama bir konuyu ilave etmem lazım: Babama aylık düzenli olarak Diyanet dergisi gelirdi. O da benim dinî kültürümde önemli bir yer tutar. Bir dergi daha gelirdi: İslam. Her ay düzenli okurduk. Amentü kültürümüzün yazılı kaynakları bunlardı. Bir de kütüphane vardı; o da bizim şansımızdı. Güneyce Kütüphanesi’nin ailemizin eğitiminde yeri çok önemlidir. Allah vesile olanlara rahmet eylesin!

  • Meleklerle ilgili babamın söylediklerinden aklımda kalan, meleklerin Allah’ın vahdaniyetine şahit olmaları ile ilgili ayet-i kerime. Kadir Suresi’ndeki “Tenezzelül melâiketu verrûhu...” ayeti... O gece melekler inerler. Kim bunlar, nasıl varlıklar? Babam bu konuyu şerh ederken meleklerin âlimlerle birlikte Allah’ın vahdaniyetine şahit olmaları ayetini zikretmişti: “Şehidallahu ennehû lâ ilahe illa hüve ve’l-melâiketü ve ülü’l-ilmi kâimen...” (Ali İmran 18). Allah kendi vahdaniyeti için üç şahit tutuyor: Bir, kendisi; iki, melekler; üç, adil olan âlimler...

Bir başka üçlü de şöyle; Allah, melekler ve müminler. “İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alân nebiyyi, yâ eyyuhâllezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ” (Ahzab 56). Hz. Peygamber’e salat u selam okumak, O’na yardımcı olmak, O’na gönülden bağlanmak ve destek vermek... Salavatın böyle anlamları da var. Burada da bir üçlü var. Allah, melekler ve müminler peygambere yardım ediyor, salat u selam ediyorlar, yani onu gönülden seviyor ve destekliyorlar. Bir ayet-i kerimede meleklerin yeryüzündeki herkes için istiğfar etmelerinden bahsedilir: “...Ve yestağfirûne limen fi’l-ard...” (Şura 5). Yeryüzünde olan herkes için istiğfar ederler. Tabii kâfirler için lanet okumaları da var; meleklerin bu görevlerini de söylüyor Kur’an bize.

Melek aynı zamanda güç ve kuvvet anlamına geliyor. Allah adına bazı işleri onlar yapıyorlar. Cebrail, Azrail, İsrafil ve Mikail’in görevleri bellidir. Mikail’in bir görevi de rızıkla, tabiatla, bitkilerin büyümesi ve bereketiyle ilgilidir.

Annemi de anıp konuyu tamamlayayım. Bizim oralarda (Rize Güneyce) mısır ekilir biçilirdi benim çocukluğumda; şimdi çay var. Annem de eker biçerdi; mısır, fasulye, patates, kabak... Annem, dedemden bir şey rivayet ederdi. Dedem -benim kulağıma ilk ezanı “Hafız Mustafa diyerek” okuyan kişidir- dermiş ki; “Her fidenin dibinde, her tohumun dibinde yetmiş bin melaike vardır.” Onların titizliklerini, dikkatlerini gösteriyor bu söz. Her tohumda yetmiş bin melaike! Yetmiş bin melaike bize hizmet ediyor. Bizim için seferber olmuşlar. Bu melaikeler neredeler şimdi? Bu konudan oraya, o bölgeye geçmek lazım. Meleklere iman aslında hayatımızın çok uzağında kaldı ne yazık ki. Şöyle bir değişim var: Bir fidanda yetmiş bin melaikenin olduğuna inanan insanlardan, âdeta melekleri hayatından tamamen çıkaran insanlara... Müsaadenizle annemden bir cümle daha nakledeyim. Evde kız veya torunlarından biri örtünme konusunda titiz davranmamışsa onu “Yalnız olduğunu zannetme, melekler sana bakıyor” diye ikaz ederdi.

“Kadir gecesi melekler iner” konusunun vaazını yapıyoruz sadece. “Tenezzelül melâiketü verrûh...” Neredeler, kim görüyor, kim hissediyor? Her tarafımız melek, göremediğimiz varlıklar. Allah başka bir ayet-i kerimede de diyor ki Allah’a inanıp onun yoluna giren insanlara melekler iner ve derler ki; “ellâ tehâfû velâ tahzenû... Korkmayın ve üzülmeyin” (Fussilet 30). Allah Teala, “Melekler onlara der” diyor. Meleğin bu sesini kim, nasıl duyacak? Nerede duyacak? Bu maddi, modern, materyalist dünya maalesef bizi manevi unsurlardan tecrit etti, ayrı düşürdü. Sözlü olarak hepimiz meleklere iman ediyoruz ama onlarla diyaloğumuz nasıl? Çağdaş insanın oturması, başını iki elinin arasına alıp bunları düşünmesi ve kendini hesaba çekmesi gerekiyor.