40 yıla sığan, irfan ehliyle karşılaşmalar
Sîdî Harun olarak bilinen Michael Sugich, sayısız Allah dostu ile karşılaştı. Bu örnek şahsiyetlerin hâllerinden, alçak gönüllülüklerinden ve sahip oldukları huşudan çok etkilendi ve onlarla olan hatıralarını kaleme aldı. Ketebe Yayınları’ndan çıkan Ufuklardaki Âyetler, modern dünyada referans noktasını kaybetmiş olan bizlerin “sahilsiz birer deniz” olan bu Allah dostlarının hâllerinden haberdar olmamız için neşredildi.
Sevgili Harun, kendinizle ilgili fazla konuşmayı tercih etmediğinizin farkındayım ama Türkçede ilk defa yayımlanacak kitabınız sayesinde sizinle tanışacak meraklı okuyucularımıza sizi daha iyi tanımalarına vesile olsun diye biraz kendinizden bahseder misiniz? Hayatınızın rüzgârları nasıl esti?
Kaliforniya’nın Pasifik sahilinde küçük bir kasaba olan Santa Barbara’da, 1950’lerin Amerika’sında, Soğuk Savaş ve nükleer soykırım korkusu ile gölgelenmiş refah ve iyimserlik duygusuyla bilinen II. Dünya Savaşı sonrası dönemde büyüdüm.
İnsanlar bomba barınakları inşa ediyorlardı ve atom bombası atılması durumunda okulda acil durum tatbikatları yapıyorduk. Bugün radyasyon hastalığı hakkında bildiklerimizi düşününce her şey çok saçma görünüyor ama bu o zamanın cehalet ve korku seviyesiydi.
Soğuk Savaş’a rağmen, dünyanın güzel bir yerinde harika bir çocukluk geçirdim. Çok küçük yaşlardan itibaren müzik ve tiyatroya ilgi duydum ve okul yıllarım boyunca devam ettim.
Santa Barbara, Los Angeles’ta sinema endüstrisine yakın, varlıklı bir topluluktu ve zengin bir tiyatro ve müzik geleneğine sahipti ve benim gibi genç insanlar için çokça fırsat sunuyordu.
Los Angeles’taki Kaliforniya Üniversitesi’nde hem müzik hem de tiyatro dalında okudum. Daha sonra Kaliforniya Sanat Enstitüsü’ne gittim. Genç yaşta mesleğe başladıktan hemen sonra çok kötü bir şok yaşadım. Tiyatro sanatını ve yaratıcı sürecini sevmeme rağmen, sektörden kesinlikle nefret ettiğimi kederle fark ettim.
“Gösteri Sektörü”nden, temsilcilerden, röportajlardan, kötü filmlerden ve daha da kötüsü televizyondan, tiyatronun yol açtığı açlıktan ve en iyisi geçici olan bir başarıya ulaşana kadar sürekli ve ümitsiz iş aramaktan gerçekten nefret etmiştim.
Aynı zamanda bir denge, irfan ve gönül rahatlığı sağlayacak bir yol aramamı sağlayan bir tür ruhsal kriz yaşamaya başladım. Sonunda tasavvufu keşfettim, Müslüman oldum, “Gösteri Sektörü”nü bıraktım ve beni İngiltere, Fas, Mısır ve sonunda Suudi Arabistan Krallığı’na götüren bir yolculukta irfani bilginin peşinde yola koyuldum.
20 yıldan fazla bir süre Mekke’de yaşadınız ve yakın zamanda İstanbul’a taşındınız. Yolunuz buraya nasıl düştü?Ve bir şehirle kurduğumuz bağ sizin için ne ifade ediyor? Bugünün küresel köyü diye bir şey var mı? Mesela Fez, Londra, Mekke, İstanbul sizin dünyanızda önemli. Şehirler karakterimizi şekillendiriyor mu?
İlk eşim Mekkeliydi. Suudi Arabistan’a yeniden yerleşmek amacıyla Londra’da evlendik ama Suudi hükûmetinin evliliğimizi tanıması konusunda sıkıntı yaşadık, bu yüzden birkaç yıl ABD’de yaşadık.
- 1979’da radikal bir silahlı grup, isyan başlatıp Mescid-i Haram’ı silah zoruyla ele geçirip silahlı bir kaleye döndürdü.Mescid-i Haram günlerce kuşatma altında kaldı ve kimse sonuçların ne olacağını bilmiyordu. Tüm olayla ilgili apokaliptik bir şey vardı ve bir daha Kâbe’yi ziyaret edemeyeceğim korkusuna kapıldım. Bu sebeple, bir öğleden sonra Santa Barbara’da öğlen namazını eda ettikten sonra, Allah’tan, büyük bir ısrarla Ev’ini ölmeden önce en az bir kez görmeme izin vermesini istedim. Beş dakika içinde telefon çaldı.Ahizeyi aldım ve hattın diğer ucunda tanımadığım ve hiç görüşmediğim birinin sesini duydum. Kendisini tanıttı, kız kardeşinden beni duyduğunu ve bir iş kurmak için beni Suudi Arabistan’a göndermek istediğini, biletimi de göndereceğini söyledi.Normalde bir yabancıdan bu telefonu alsaydım onu geri çevirir ya da kibarca reddederdim, ancak Allah’tan beni Ev’ine götürmesini rica etmiştim!
Bir hadis-i kutside, Allah “Kulum bana yürüyerek gelse ben ona koşarak giderim” der. Ben gönlümde yürüyerek Allah’a dönmüştüm, O koşarak cevap verdi. Bu yüzden hemen davetini kabul ettim, Suudi Arabistan’a gittim, yasal durumumuzu hallettik ve orada çalışmaya başladım.
Allah’tan Ev’ini bir kez görmeme izin vermesini istemiştim, O keremiyle 23 yıl boyunca Ev’inin yakınında yaşamama izin verdi.
Mekke’de yaşamayı ve Allah’ın Ev’inin yakınlarında olmayı çok sevdim. Hiç şüphesiz, tüm dünyadan Müslümanlar gibi Mekke ile yoğun bir bağım oldu.
Mekke’de yaşamanın hem iyi hem de iyi olmayan bir şekilde karakterimi de şekillendirdiğine şüphe yok. Bu çok zorlu bir şehir çünkü her namaz ve salih amel hadislere göre 100.000 ile çarpılırken, her bir gaflet anı ve her yanlış fiil de benzer şekilde çarpılıyor.Sadece şehirlerle değil, bütün ülkelerle de güçlü bağlar kurdum.
İngiltere’yi delikanlı olarak ilk ziyaretimde, ülkeye âşık oldum ve elli yılı aşkın bir süredir İngiltere ile bir aşk ilişkim oldu. Ben oradayken, nerede olursam olayım mutlu olurum.
Yıllar boyunca aralıklı olarak Birleşik Krallık’ta yaşadım. Benim için tek olumsuz yanı, karanlığı ve bulutlu kışlarıdır. 1980’lerin tamamında Hindistan’ı boydan boya gezmek için çok zaman harcadım ve yaklaşık otuz yıldır gitmemiş olmama rağmen, o ülkeyi çok seviyorum. Bu, Hindistan’a dair içimde taşıdığım irrasyonel bir tutkudur.
Halkla ilişkiler şirketim bölgesel olarak genişlediğinde, kötü yönetilen bir ofisi devralmak ve bölgesel operasyonları yönetmek için Dubai’ye gönderildim. Altı ay veya bir yıldan fazla kalmayı beklemiyordum.
Dubai’de on beş yıl yaşadım! Bütün bu zaman boyunca, o yerle hiçbir zaman bir bağ kurduğum hissine kapılmadım. Rahat ve iyi yönetilen bir yerdi ve 47. kattaki dairem muhteşem bir manzaraya sahipti, ama kendimi gerçekten evde hissetmedim.
İstanbul’u ziyaret etmeyi sevmeme rağmen aslında burada yaşamayı hiç düşünmemiştim. Birincisi, yirmi ila otuz yıl önceye göre, bugün olduğundan daha zor bir dil engeli var. Artık yaşlıyım ve dil öğrenmede iyi değilim, bu yüzden yeni bir dil öğrenmek korkutucu geliyor.
Yerleşebileceğim bir yer arıyordum. Körfez ülkeleri yabancılar için tahammül edilmez bir hâlde. Birkaç yıl önce eski dostum Shems Friedlander, beni ramazan-ı şerifin son günleri ve bayramda, Büyükçekmece’nin Güzelce mahallesindeki yeni evinde kalmaya davet etti. Oraya gidip dairesinden büyüleyici Marmara Denizi’ne baktığımda kendi kendime “Aman Allah’ım, burada yaşayabilirim!” dediğimi duyduğuma şaşırdım.
Tabii ki, o an bunun olacağını asla düşünmedim. Gittim ve yaklaşık bir buçuk yıl sonra, satın alacak mülk aramak için İspanya’ya uçtum. Danıştığım ilk kişi Shems Friedlander’ın karısı Meral Hanım’dı. “Yanımızda satılık bir yer var” dedi. “Onlara bir alıcıları olduğunu söyle!” dedim. Bu yüzden Türkiye’de bir yer bulmak için İspanya’ya kadar seyahat ettim.
Marmara Denizi’ne bakan daireyi satın aldım, tamamen yenilendi ve 2017’nin başında Dubai’den taşındım. Burayı seviyorum. Ülkeyi ve insanları seviyorum. Daha mutlu olamazdım. Elbette, kişinin yaşadığı yerin hayatı üzerinde doğrudan ve güçlü bir etkisi vardır. Benim film müziğim kıyıya vuran dalgalardır. Benim manzaram gökyüzü, bulutlar ve suyun genişliğidir. Manzaram gözü ve kalbi dolduruyor.
Gökyüzü berrak olduğunda ve güneş suya düştüğünde burası şaşırtıcı derecede güzeldir. Gökyüzü öfkeli bulutlarla dolduğunda, deniz fırtınayla kabardığında ve rüzgâr estiğinde yine güzeldir. Her şey değişiyor. Kişi her an Yaratıcı’nın şanını görür. Burada olduğum için çok minnettarım. Bu, şehirlerle etkileşime girme şeklimizdir veya yaşadığımız her yer karakterimizi şekillendirir.
Yalnız mıyız yoksa topluluğun bir parçası mıyız? Çalışıyor ve araştırıyor muyuz yoksa inzivada mıyız? Nerede olduğumuzdan memnun muyuz, yoksa huzursuz ve memnuniyetsiz miyiz? Hareket ve heyecan mı yoksa huzur ve denge mi arıyoruz? Niyetlendiğimiz şeyi elde etme eğilimindeyiz.
Klasik usulde müzik eğitimi aldığınızı duyduk, ama daha çok halk müziğine ilgi duyuyormuşsunuz. Müzikle uğraşmayı ve oyunculuğu erken yaşta bırakmanıza rağmen, neredeyse kırk yıl sonra yeni bir albümde yeni bir ruhla müziğe geri dönmeyi düşündünüz mü? Abdulhakim Murad’ın İngiliz Müslüman şarkılarını ve halk müziği tarzında bazı diğer eşsiz örnekleri hatırlıyorum.
Evet, klasik usulde şan dersi aldım; her zaman iki güçlü hikâye anlatımı biçimi olan halk müziği ve müzikal tiyatroya ilgi duydum. Fakat hayır, şarkıcı olarak “geri dönmeyi” hiç düşünmüyorum. O gemi kalktı ve benim başka önceliklerim var.
Otuz yılı aşkın bir süredir iyi bir arkadaşım olan Şeyh Abdulhakim Murad’a büyük bir hayranlığım ve sevgim var ve onu fevkalade teşebbüslerinden dolayı takdir ediyorum.
Ayrıca Sami Yusuf, Brother Ali, Barakah Blue, Medine Whiteman ve tabii ki olağanüstü Yusuf (Cat Stevens) gibi müzisyen/şair arkadaşlarımın çalışmalarını seviyorum.
Hayatımızda bize iyiliği ilham edecek daha fazla manevi müziğe ihtiyacımız var. Aramızda çok yetenekli, samimi ve iyi kalpli Müslüman sanatçılar olduğu için şanslıyız.
Müslümanların eğlence dünyası, Diriliş Ertuğrul gibi filmler, müzik ve moda son yıllarda sadece Müslümanların değil, aynı zamanda Avrupa, Güney Amerika ve Asya’da Müslüman olmayanların da ilgisini çekiyor. Bu örneklerin ve sanat araçlarının, kültür endüstrisinin kendi öncelikleri içinde insanlara otantik, dinî hikâyelerimizi anlatabildiğini düşünüyor musunuz?
Film, moda, sanat ve müzik, sevsek de sevmesek de, modern hayatın gerçekleridir. Değerli, değersiz veya zararlı olup olmamaları tamamen niyet ve içeriğe bağlıdır. Geleneksel olarak Müslümanlar, geleneksel olmayan sanat biçimlerinden uzak durmuş, bunun yerine hat, el sanatları, mimari ve diğer geleneksel biçimlere odaklanmıştır.
Bir zamanlar Müslüman ismi Yusuf Khan olan efsanevi Bollywood film oyuncusu Dilip Kumar ile röportaj yapmıştım. Adını neden değiştirdiğini sorduğumda sinemayı doğru bulmayan babasından gizlenmek için olduğunu söyledi. 1940’larda gençliğinde, babasından gizlice, takma adla oyuncu olmaya çalışmış.Daha sonra hayatının bu aşaması sona erdiğinde Müslüman ismine geri döndü. Ancak kısa sürede idol olmuştu ve sahne adıyla bilinir oldu. Ona, babasının onu oyuncu olarak kabul edip etmediğini sordum. Hayır, dedi. Oğlunun zengin olmasından memnunmuş ancak böyle bayağı bir mesleği seçmesini kabullenememiş.
Müslümanlar modern küresel kültüre adapte olmakta zorlanıyorlar. Yelpazenin en uç noktasında müzik, sinema, sanat ve moda yasak kabul edilir ve oldukça yakın zamanlara kadar gençlerin bu meslekleri sürdürmekten vazgeçmeleri ve mühendislik, kimya ve bilgisayar teknolojileri gibi teknik alanlara yönelmeleri teşvik edilirdi. Sonuç olarak, sanat, materyalistleri, isyankârları ve seküler sosyalistleri kendine çekmiştir.
Hint sinemasının altın çağı ve 1950’ler ve 1960’lı yıllarda en büyük film yapımcılarından ikisi olan K. A. Abbas ve Mehboob Müslüman’dı ama aynı zamanda komünistlerdi.
Mehboob’un film şirketi logosu bir çekiç ve oraktı. Zaman değişti. Artık inançlarının yansıması olarak sinema, müzik, moda ve diğer alanlarda güzel eserler üreten birçok genç Müslüman sanatçı var.
Azeri-İngiliz şarkıcı ve besteci Sami Yusuf, Müslüman pop müzik türünü icat etti; A. R. Rahman, yine ana akıma geçiş yapan Müslüman bestecilerden biridir. Arkadaşım Alia Khan, dünya çapında mütevazı modayı başarıyla öne çıkaran İslami Moda Tasarım Konseyi’ni kuran ve işleten bir moda girişimcisi.
Avustralyalı grafik tasarımcı Peter Gould, Müslüman çocuklar için başarıyla oyuncaklar, kitaplar ve oyunlar üretiyor. Dünyanın dört bir yanından Müslümanlar arasında büyük bir yaratıcı enerji var.
Bugün sanatla ilgili gördüğüm en büyük sorun, yaratıcılık değil, ticaret kısmı ve o dünyanın ahlaki olmayışıdır.
Benim neslimden gelen yaratıcı insanların çoğu bu girişimlerden vazgeçti çünkü yaratıcı sanatlara egemen olan ahlaki ve manevi göreceliliği inancımızın tatbikatıyla uzlaştıramamıştık.
Ufuklardaki Âyetler, yayımlandığından bu yana çoğunlukla İngilizce konuşulan dünyada, Batı’da yaşayan birçok insan tarafından büyük ilgi gördü. Onlara “şehirli Müslümanlar” diyebiliriz sanıyorum. Ve hikâyelerinizi gençlerle paylaşmak için dünyayı dolaşıyorsunuz. Bu ilginin sebebi nedir? Eksik olan ne ki, insanlar kitabınızda, bu mübarek şahsiyetlerin hayatında farklı bir şey buluyorlar?
Son yüz elli yıldır İslam’ın manevi geleneği ana akım İslami tatbikattan sistematik olarak çıkarıldı ve günümüz öğretim anlayışından tamamen dışlandı. Bu manevi geleneğin amacı, Allah’ın varlığını doğrudan tecrübe etmekten veya marifetullahtan (gnosis) başka bir şey değildir. Bu geleneğin icrası ve vücut bulmuş hâli, marifet sahibi Allah dostları, evliyaullahtır.
Bütün dinî tatbikatların ve inançların gayesi, maddi dünyayı aşmak; namaz, oruç, feragat ve cömertlik yoluyla kalbi arındırmak; dünyanın oyalamasından kalbi kurtarmak ve Allah’tan gafil olmamaktır. Neticede kötü hasletlerin yerine Allah’ın nuru tecelli edecektir. Bu, her dinde evrenseldir. Burası herkesin ittifak ettiği noktadır. Kalp, nurla dolduğunda, nefs alçalır ve bunu yaşayan kişide, gurur ve üstünlük duygusu değil, alçak gönüllülük ve huşu zuhur eder. Bu içteki gizli irfan, ahlakın güzel hasletleriyle açığa çıkar.
Allah’ın nurunun tecelli ettiği marifet hedefine ulaşan erkekler ve kadınlar, veliliğin alametleri olan güzel ahlakla tezyin edilirler. Dünyadaki sıradan Müslümanlar için her zaman referans noktası olan örnek kişiler olmuştur.
Modern dünyada, bu referans noktalarının olduğundan haberdar olmak neredeyse kaybolmuştur. Kutsalı, gayb âleminin ilahi tezahürlerini, veliliği reddeden köktenci ve lafızcı bir teoloji tarafından gölgelenmiş İslam’da, Allah dostlarının varlığı fark edilmeli ve acil olarak bu farkındalık tekrar hayatın bir parçası olmalıdır.
Müslüman gençlik aydınlanmaya yol açan manevi ilimlerden ve manevi tecrübenin lezzetinden yoksun kalırsa iki şeyden biri olur: doğal olarak ya dünyanın zevklerine ya da aşırılık yanlısı şiddetin yüksek seviyelerine yönelirler. Güzel ahlak sahibi erkekler ve kadınlar tarafından tutulan orta bir yol da var.
Zengin bir tabakat geleneği ve velilerinin menakıbnameleri mevcuttur. İlk akla gelenler şöyle sıralanabilir: Hücvirî’nin Keşfü’l-Mahcub’u, Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya ’sı, Ebu Nuaym’ın Hilyetü’l-Evliya’sı, Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin Kitabı Letâifü’l-minen’i, İbnü’s-Sabbağ ’ın Dürretu’l-Esrar ve Tuhfetü’l-Ebrar’ı ve İbn Arabî ’nin Ruhu’l-Kuds ve el-Dürretü’l-Fahirah’ı.
Evliyaullahın menkıbeleri, Müslümanlara İslam’ın ilk dönemlerinden günümüze kadar ilham vermişlerdir. Ufuklardaki Âyetler’i yazmamdaki amaç, Müslümanlara bu geleneği çağdaş bir bağlamda göstermek, günümüzde evliyaların mevcut olduğunu hatırlatmak içindi.
Arapçada “Evvel refik badel tarik” “Önce yoldaş, sonra yol” diye bir deyim var. Kendinizin hem iç yolculuğunuz hem de fiziki yolculuklarınızda iyi bir yoldaş sahibi olma nimetine mazhar olduğunuzu düşünüyor musunuz? Bize biraz seyahatlerinizdeki dostlarınızdan bahseder misiniz?
Aile, sağlık, refah ve en iyi dost açısından mazhar olduğum güzellikleri hak edecek kadar iyi şeyler yapmadığımı düşünüyorum. Dolayısıyla bana verilenleri lütuf olarak görüyorum.
Gençliğimden bugüne kadar kurduğum arkadaşlıkları muhafaza ettim ve neredeyse yarım yüzyıldır tanıdığım sevgili dostlarımla bağımı sürdürüyorum.
En yakın arkadaşlarım, manevi yolda beraber seyahat ettiğim kişiler. Yolculuklarımız hem içe hem dışa doğru oldu. Birlikte birçok tecrübeyi paylaştık. Dünyanın her tarafına dağılmış durumdayız, ama bir aile gibiyiz. Ve bugünlerde mevcut olan çeşitli iletişim platformları ile irtibatımızı devam ettiriyoruz.İlginç bir şekilde, ticari ilişkilerim kalıcı dostluklar üretmedi, ancak manevi ilişkilerim kalıcı oldu.
Sanatın bir biçimi olarak hikâye anlatımı ve değerlerin, tecrübelerin aktarımı, postmodern dünyada her seviyede yeniden keşfedilmiş gibi görünüyor. Bugünün dünyasında hikâye anlatıcılığının Müslümanlar olarak bizim için yeri nedir? Bunu yazılarınızda ve hayatınızda nasıl uyguluyorsunuz? Anılarımızı hikâye biçiminde tutmamızı önerir misiniz?
Hikâye anlatma, insan etkileşimi için esastır. Hikâyelerle öğreniriz. Hikâyeler hayata bilgelik verir. Hikâyeler birçok şeyi anlaşılır kılar. Kur’an-ı Kerim hikâyelerle doludur.
Resulullah’ın sireti (sav), yaratılmışların en güzelinin hikâyesidir. Mesnevi’de, birbiri ardına hikâyeler anlatılır. Tabakatlar, velilerin hikâyeleridir.
Hikâyeler popüler kültürün merkezindedir ancak ana akım küresel kültürden çıkan hikâyeler, bu kültürün ahlaki göreceliliğini yansıtma eğilimindedir. Şer ve şeytanilik, suç ve şiddet, seks ve günaha bir hayranlık var. Anlatılan hikâyelerin çoğu, cehenneme giden insanlar hakkındadır. Muhatabı için yıkıcı olması gereken bu hikâyelere acayip bir ilgi var, ama bunlar merhametli gerçeklikten saptıran sağlıksız bir oyalayıcıdır.
20. yüzyılın en büyük masalcılarından biri olan Japon yönetmen Akira Kurosawa, merhamet dolu hikâyeler çekmiştir. O bir hümanistti.
Yedi Samuray filmi tartışmasız olarak bugüne kadar yapılmış en büyük filmdir ve isimleri değiştirilse kolayca ahlaka dair bir Müslüman hikâyesi olarak görülebilir. Aynısı Kızıl Sakal için de söylenebilir.
Günümüzde Müslüman hikâye anlatıcılar için sorun, büyük ölçüde, çağdaş ahlak hikâyeleri anlatmak yerine, lafızcı bir mecburiyet hissiyle, cennet gibi, görkemli bir İslami geçmişe ait hikâyeler anlatmalarıdır.
Mecid Mecidi gibi İranlı film yapımcıları çok güzel hikâyeler anlatıyorlar. Cennetin Çocukları büyüleyici bir örnektir. Bu tür hikâye anlatıcılığına daha çok ihtiyacımız var.
“Taştan Şeker” bölümünde, okuması keyifli, eski hikâyelerden aşina olduğumuz, Allah dostlarının toplandığı bir tasavvuf meclisini anlatıyorsunuz. “Uzaklardaki” diyarda bu gizemli kişiyi aramalı mıyız?
Ne yazık ki, bu manzara hızla kayboluyor. Tanımladığım dünyayı romantikleştirmek yanlış olur. Ama Allah, merhametli olanların en merhametlisidir. Cömertlerin en cömerdidir. Rehber O’dur. O, âlimdir ve sevdiği dostları aracılığıyla ilim yolunu sürdüren O’dur.
Allah dostu kadın ve erkekler, geçmişte olduğu gibi şimdi de varlar. Onları bulmak için, yoğun bir ihtiyaç duymalıyız ve Allah’tan, “Allah’ım, beni sana yönlendirebilecek olan rehberlere ulaştır” diye talepte bulunmalıyız. O zaman, inşallah, kendi lütuf ve keremiyle talibi kendisine ulaştıracak rehbere ulaştıracaktır.
Uzun süre beklediğiniz manevi rehberinizle ilk tanışmanız nasıl oldu? Ve bir dervişin ilk yıllarındaki tecrübesi hakkında neler söylersiniz?
Yola çıktığımda elimde hiç bir ipucu yoktu. Başlangıçta gerçekten manevi bir rehber aramıyordum. Daha doğrusu, hayatımı yaşamak için bana akıl ve gönül ferahlığı sağlayacak dengeli bir yol arıyordum. Dürüst olmak gerekirse İslam’ı uygulamayı ve kalbimi arındırmayı, bazı mürşitleri takip etmekten ve mistik deneyimlerden daha çok önemsiyordum.
Fas’ta gerçek bir evliya ile tanıştıktan sonra, yolun neyle ilgili olduğuna dair elimde bir ipucu oldu. Bu adamların bende derin bir izlenim bırakmalarının sebebi güzel ahlaklarıydı. Nezakette, alçak gönüllülükte, huzurda, şefkatte ve iyilikte onlar gibi olmak istedim.
Güzel ahlaklarının, manevi aydınlanmanın bir sonucu olduğunu hissetmiştim. Ben de nefsimin emri altında olduğum sürece bu güzel hasletlere asla ulaşamayacağımı fark ettim.
Kendi nefsini yenen, yolu tanıyan birisinin yardımı olmadan nefsimi kontrol edemeyeceğimi biliyordum. Ancak o zaman rehberlik ihtiyacının ne olduğunu anlayabildim.
Yol boyunca, birçok Allah dostu ile oturup vakit geçirmek nasip oldu. Bu, hayatımın bir parçası oldu ve her birinden bir şey aldım.
Benim manevi rehberlerime gelince, onlarla tanışmakta görünürde önemli bir şey yoktu, kolaydı. Güven vardı. Bir şefkat vardı. Varlıklarında bir kesinlik ve güvenlik duygusu vardı.
Günümüzde bazı düşünürler, “24 saat boyunca sürekli bildirimler aldığımız ve çevrimiçi hayatlar yaşadığımız için ‘tecrübe’ artık modern insan için mümkün değildir. Ne gün ışığını ne de gece karanlığını tecrübe edebiliyoruz” diyorlar. Zamanımız takvimlerle, metropol hayatıyla, tam zamanlı işler ve hayatta kalma mücadeleleriyle hapsedildi. Planlar, programlar ve projeler günlük hayatımızı işgal ediyor. Tanınmayanları nasıl tanıyıp, şartları nasıl düzenleyip, en deruni varlığımıza bir yol bulabileceğiz?
Bugün modern Batı hayatının getirdiği şeylerden biri de anlık haz düşüncesidir. Bu, büyük bir mutsuzluğun kaynağıdır çünkü insanlar, her şeyin hızlı ve haz verici olması gerektiğini düşünmeye şartlanmıştır. Bir ışık parlasın ve biz bir bulut ya da sihirli bir halı üzerinde uçalım istiyoruz. Sabırsızlaştık.
- Hızlı sonuç almak istiyoruz: Hazır Kahve (Instant Coffee), Hızlı Yemek (Fast Food), Hızlı Tanışma (Speed Dating), Hızlı Okuma, Bir Gecede Başarı (Overnight Success), Hızlandırılmış Öğrenme, Hafta Sonları Aydınlanma (Enlightenment Weekends), Anında Nirvana (Instant Nirvana). İlim arayışı bir süreçtir, uzun bir yoldur.Allah’ı tanımanın kendimizden başka bir yolu yok. Bu sürekli tövbe ve kalbin sürekli arındırılmasını gerektirir. Bu, zaman alır, bir ömür sürer. Elbette istisnalar da var, ancak kısa sürede büyük manevi yüksekliklere ulaşmayı beklememiz gerektiği fikri aldatıcıdır.
Geri dönüp eski metinlerin bazılarını okursanız, kırk yıl boyunca bir dervişin namaz kılıp ve oruç tuttuğuna dair birçok hikâye göreceksiniz. Bu bir normdu, istisna değildi. Ve bu muhtemelen daha kolaydı, çünkü dünya şimdi olduğundan çok daha az dikkat dağıtıcı ve daha az dünyevi bir yerdi. Bu, hayat boyu bir süreçtir. Yol boyunca, Allah’ın merhamet, kerem ve rahmetinden size verdikleriyle yetinirsiniz.
Kitapta yeni nesiller için olağandışı olan şeylerden biri, farklı mürşitlerle tanışmak, onların meclislerinde bulunmak, huzurundan ve dualarından istifade etmek. “Olağandışı” kelimesini kullanmamın nedeni, birçok manevi yol bugün bir tür rekabet içinde görünüyor. İnsanların kendi yollarına aşırı bağlı olduklarına ve başkalarına hiç ilgi göstermediklerine tanık oluyoruz. Bazen sadece bir yol ve bir mürşit var; tanışacak, sevilecek ve istifade edilecek başka kimse yok gibi görünüyor. Sadece bir yol ve bir mürşit değil, aynı zamanda çeşitli yollardaki kadın ve erkekler de birbirleriyle irtibat kurmuyor. Bunu nasıl düzeltebiliriz ve görmediğimiz başka evliyalar ve yüce ruhlar olduğunu nasıl fark edebiliriz?
Gerçek tasavvuf yolları arasında veya gerçek manevi rehberler arasında kesinlikle bir rekabet yoktur. Aslında her zaman birbirini karşılıklı tanıma vardır. Rekabet varsa cehalet ve kibir vardır. Allah dostları birbirlerini tanır ve birbirlerine hürmet ederler. Farklı yöntemleri olsa da aynı amaçlara sahiptirler.
“Bizim tarikatımız sizin tarikatınızdan daha iyidir” diyen, aptal mürit ya da “Şeyhimiz sizin şeyhinizden daha iyidir” diyen, ilmin etki etmediği cahildir.
Tarik, tarikatlarla ilgili değildir, tarik Allah’ın ve Hz. Peygamber’in (sav) iznine sahip, kişiyi yolda tutacak, onu koruyacak, yol almasını sağlayacak yöntemi ve gerekli talimi yaptıracak olan, yaşayan bir rehber ile irtibat demektir.
Birincisi ve en önemlisi, rehber kesinlikle şeriata bağlı olmalı ve Peygamber’in sünnetine göre yaşamalıdır. Tecrübelerimin her birinde, bu rehberlerin örnek hayatlar sürüp, alçak gönüllü, cömertlik ve güzel ahlak sahibi olduklarını gördüm.
Başkaları için uzun yıllar yazdınız ve yakın zamanda kendiniz için yazmaya başladınız. Özellikle maneviyat ile ilgili olduğunda, kendi tecrübelerimiz hakkında yazmaya başlamak bir ikileme dönüşebiliyor. Bu oldukça hassas bir konu gibi görünüyor. Bu işi nasıl çözdünüz?
Kırk senedir iş icabı bir yazarım ve hâlâ öyleyim. Seyahat, kültür, siyaset, ticaret, film eleştirisi, çocuk edebiyatı, halkla ilişkiler, finans, biyografi ve bir yönüyle tarih konularında bir yazarım. Dahası metin yazarlığı da yaptım. Basında film, televizyon, radyo için ve internette olmak üzere her medya türünde yazdım. Bütün şapkaları giydim.
Ufuklardaki Âyetler’i yazmak asla yapmadığım bir şeyi, kalbime en yakın olan manevi yolu yazmaktı. Ufuklardaki Âyetler iki haftalık bir sürede Paris’te yazıldı. Kitabı çocuklarıma tecrübelerimi kaydetme ihtiyacı için yazdım çünkü onlar küçükken hayatımın bu bölümünün büyük ölçüde farkında değildiler.
Arkadaşım Shems Friedlander Zawiya adında bir dergi çıkardı ve bana bir yazı olup olmadığını sordu, ben de ona hikâyelerden birini verdim.
Dergi yayımlandığında hikâye şaşırtıcı derecede olumlu bir karşılık buldu. Bu durum, bana böyle bir kitabın başkaları için değerli olacağını düşündürdü, ben de özel bir hatıratı daha halka açık bir şey hâline getirdim.
Bu hassas bir konudur, ancak zamanımızda büyük ölçüde kaybedilen uzun bir İslam tabakat geleneği vardır.
Müslümanların çoğu, gelenekleri içinde, tarihî veya mitolojik şahsiyetler dışında, velilerin farkında değildir veya çok az şey bilirler. Kitap, velayetin gerçekliğini çağdaş bir bağlamda yeniden tanıtmak için yapılan küçük bir girişimdi.
Son olarak yeni yazdığınız kitaplar ve projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?
Bir ay sonra bir sonraki kitabım basılacak, inşallah. Kalpler Döner (Hearts Turn), bir Kur’an terimi olan tövbe fiilinin derinlemesine araştırmasıdır.
İngilizcede “tövbe”, püriten bir sonluluk öneren yasaklayıcı bir kelimedir. Fakat Arapçada tövbe kelimesi dinamiktir, yani “dönüş” veya “tekrar dönüş” anlamına gelir.
et-Tevvab , Allah’ın isimlerinden biridir, dönüşü veya tövbeyi kabul eden anlamındadır. Hayatta olduğumuz her anı tazeleyen canlı, sürekli, şefkatli bir gerçekliktir. Kalbin arındırılması sürekli bir dönme (tövbe) sürecidir. Kitap, dünyanın birçok yerinden kadın ve erkeğin ve birçok hayat tarzında insanın nasıl döndüklerini ve daha yüksek bir gerçekliğe doğru giden yolda hangi patikayı seçtiklerini anlatan günümüzden ve eski zamanlardan hikâyeleri barındırıyor.
Hikâyelerin bazıları eğlenceli, bazıları oldukça üzücü. Bazıları hayatlarında çok korkunç şeyler yapan ve değişen insanlar hakkında, diğer hikâyeler manevi bir yol bulan sıradan, iyi insanlar hakkındadır.
Kalpler Döner basıldıktan sonra, gençlerin bugün maneviyatla ilgili temel sorularının çoğuna cevap vermeye çalışan bir sonraki kitabım üzerinde duracağım. Dört tanınmış ve gerçek manevi rehberle yapılan görüşmelerden oluşuyor.
Bu heyecan verici bir proje. 2019 senesinde Ufuklardaki Âyetler Fransızca ve Portekizce olarak yayımlanacak ve Arapça bir çevirinin de eli kulağında. Ayrıca “Âyetler” adlı bir sesli kitap üzerinde çalışıyorum ve muhtemelen İngiltere ve Kuzey Amerika’da bir kitap turu yapacağım, bu yüzden yoğun bir yıl olacak inşallah.