Tekkeden devlete bir yapılanma: Safevîler
Safevî hanedanı (1501–1736) devlet dini olarak İsnâaşeriyye mezhebini kuran İran hanedanıdır. Safevîler, isimlerini içinden çıktıkları tarikatın kurucusu olan Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî’ye nisbetle alırlar. Sünnî bir tarikat iken evrilerek Şiî bir devlet yapılanmasına dönüşen Safevîler, tarikatın dördüncü lideri Şeyh Cüneyd zamanında açıkça Şiî olmuştur.
Sünnî bir tarikat iken evrilerek şiî bir devlet yapılanmasına dönüşen Safevîler, isimlerini içinden çıktıkları tarikatın kurucusu olan Şeyh Safiyyüddîn-i Erdebîlî’ye nisbetle alırlar. Şeyh Safiyyüddîn’in sünnî olduğuna dönemin kaynakları da işaret eder, bunların başında Hamdullah el-Müstevfî’nin coğrafya ve kozmografyaya dair eseri olan Nüzhetü’l-kulûb gelir. Eserinde Erdebil’den de bahseden Hamdullah el-Müstevfî, Erdebil halkının Şâfiî olduğunu söylerken, halkın çoğunun da Şeyh Safiyyüddîn’in müridi olduğunu ifade eder
Bağlı olduğu şeyhin vefat etmesinin ardından onun yerine posta oturan Şeyh Safiyyüddîn, sünnî bir şeyh olarak, özellikle Türkler tarafından kendisine gösterilen ilgiyle oldukça ünlenir. Şeyh Safiyyüddîn 1252 yılında Erdebil’de doğduğunda, o coğrafyadaki hâkim devlet 1256 yılında kurulan İlhanlılar’dır. Özellikle İlhanlı hükümdarlarından da oldukça değer gören Şeyh Safiyyüddîn, tarikatının genişlemesini sağlamak için oldukça rahat bir ortam bulur.
Tarikat, geniş bir coğrafyada tanınır bir hale gelirken, her yandan mürid olmak için gelen kişilerle büyümeye devam eder.
Bu dönemde tarikatın yayılmasını sağlamak amacıyla Anadolu’da görevli halîfe bile vardır. Bu durum sonraki dönemde Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya geçtiği zamanda kendisine taban bulması noktasında çok yardımcı olacaktır. Şeyh Safiyyüddîn 1334 yılında vefat edip de yerine oğlu Şeyh Sadreddin Musa geçtiğinde tarikat da çoktan geniş bir coğrafyada tanınır hale gelmiştir. Maryam Akbarinoshad, “Şah İsmail ve Osmanlı ile İlişkileri” adını taşıyan ve ilk dönem Safevî kaynaklarını kullanması dolayısıyla oldukça değerli olan çalışmasında, Şeyh Safiyyüddîn’in oğlu Şeyh Sadreddin Musa’yı yerine tayin etmesini, dînî izahlardan daha ziyade mevcut gücün büyümesine dair arzuyla açıklar.
Yaklaşık 60 yıl postta oturan Şeyh Sadreddin Musa döneminde de tarikat büyümeye devam ederken, daha da sistematik bir hal alır. Bu dönemde Şeyh Safiyyüddîn’in türbesi inşa edilir. Ayrıca kendisinin de müridi olan İbn Bezzâz bizzat şeyhinin isteği üzerine Safevîlerle alakalı en eski ve en önemli kaynaklardan biri olan Safvetü’s-safâ adlı eserini kaleme alır.
Daha da önemlisi, bu dönemde belirginleşen bir “seyyidlik” durumu ortaya çıkar. Hacca gitme imkanı bulan Şeyh Sadreddin Musa, soruşturarak soy zincirinin 12 imamdan Mûsâ Kâzım’a kadar gittiğini onaylatır. Yine daha sonraki dönemde Safevîler’in seyyidlik iddiasını bir propaganda aracı olarak kullandıklarından olacaktır ki Osmanlı – Safevî ilişkleri daha da kızıştığında bu, özellikle gündeme gelecektir.
- Mesela Şeyhülislâm Kemalpaşazâde “Fetâvây-ı Kemalpaşazâde der Hakk-ı Kızılbaş” adlı risâlesinde “Kızılbaşın reisleri Âl-i Resûl’den midir?” sorusuna verdiği cevapta muhtemelen bu durumu kastediyor olmalıdır: “Hâşâ! Ef’âl-i şenîası, ol nesebi tahirden olmamağa şehadet ettiğinden gayrı, sîkattan menkûldür ki Şah İsmail’in babası ibtida-i hurûcunda İmam Ali b. Musa meşhedinde ve sâir emâkinde olan sâdât-ı izâma kendünün nesebini Bahr-ı Ensâb’a zorla kaydettirmiştir.”
Ahmet İnanır tarafından yapılan “İbn Kemal'in fetvaları ışığında Osmanlı'da İslâm Hukuku” adlı doktora çalışması bu konuda oldukça faydalı bilgiler sunar.
Artık bir saltanat hüviyetinde olan tarikat silsilesi, Şeyh Sadreddin Musa’nın ölümünün ardından oğlu Hoca Ali ile devam eder. 14. yüzyılın son yıllarında posta oturan Hoca Ali döneminin en önemli olaylarından biri de hiç şüphesiz Ankara Savaşı sonrası buradan geçen Timur’un tekkeye de uğramasıdır. Kendisi için herhangi bir tehlike olup olmadığını yerinde tetkîk etmek için tekkeyi ziyaret ettiği söylenen Timur, buradan kendisine herhangi bir tehlike gelmeyeceğinden emin olduktan sonra Hoca Ali’ye de hürmette bulunur. Üstelik, Ankara Savaşı sonrası ordusunda esir olarak götürdüğü Türkmenlerin büyük bir kısmını da Hoca Ali’nin ricası üzerine bırakır. Bu sayının yaklaşık 30 bin kişi olduğu ifade edilir ki kimileri Erdebil’de kalan kimileri de Anadolu’ya dönen bu kişiler tarikatın yayılmasında etkin bir rol oynarlar. Bu kişilerin, tarikatın bir devlet yapılanması haline geldikten sonra Safevî lehine hareket ettiklerini düşünmek yersiz olmayacaktır. Bu arada unutmamak lazım gelir ki tarikat bu dönemde hâlâ sünnî bir tarikattır ve tekke tarafından yönlendirilen halîfelerle hızlı bir biçimde büyümeye devam etmektedir. Mesela Türk toplumunda gayet iyi bilinen Somuncu Baba da Anadolu’ya Safevî halîfesi olarak gönderilen bir isimdir. Bilindiği gibi Bayramiyye tarikatını kuran Hacı Bayrâm-ı Velî Somuncu Baba’nın mürididir.
Tamamının sünnî olduğu bu tarikat ve isimler, Safevî tarikatının başta sünnî bir hüviyete sahip olduğunun açık birer kanıtıdır.
İlhanlı hükümdarları ve Timur’un ölümünün ardından tahta oturan Şahruh tarafından da hürmet gören Safevî dergâhı, Osmanlı hükümdarları tarafından da ihmal edilmez. Erdebil’deki tekkeye her yıl çerağ akçesi olarak hediyeler gönderen Osmanlı sultanları bunu uzunca bir zaman düzenli bir şekilde devam ettirirler. Fakat sonraki dönemlerde tarikatın iyice siyasî bir yapı haline geldiğinin anlaşılması ile bu gelenek Fatih tarafından durdurulur. Hoca Ali’nin ölümünün ardından onun yerine geçen oğlu Şeyh İbrahim, babasına nazaran çok etkili bir isim olamamış olsa da yine de tarikatın büyümesi devam eder. Şeyh İbrahim’in ölümünün ardından zaten siyasallaşmaya başlayan yapı kendisini daha da belli eder. Kardeşinin vefatı sonrası Şeyh Cafer şeyhlik postuna oturduğunda Şiî olması ve mezhebi tarikat içerisinde yayması sebebiyle amcasıyla arası açılır ve kendisine bağlanan kişilerle birlikte Erdebil’den ayrılır.
- Şeyh Sadreddin Musa’nın soyunu 12 imamdan Mûsâ Kâzım’a bağlama çalışmaları, İsnâaşeriyye imamlarının yasını tutmak amacıyla Hoca Ali’nin siyah giyinmesi, Şiîliği benimseyen İlhanlı hükümdarı Olcaytu Han’ın idaresinde rahat hareket kabiliyeti dolayısıyla kimi yakınlaşmalar veya Şeyh İbrahim döneminde bazı Şiî Karakoyunlular ile kurulan ünsiyet sünnî bir tarikat içerisinde anlaşılabilir makul davranışlar iken Şiî olan Şeyh Cüneyd ile birlikte ciddi bir kırılma yaşanır ve tarikat bu dönemden itibaren evrilerek bir devlet yapılanmasına dönüşmeye başlar.
Kendisine yapılan baskılar neticesinde kurtuluşu Anadolu’ya geçmekte bulan Şeyh Cüneyd, burada kendisine gayet verimli bir çalışma sahası bulur. Kimi bölgelerde daha önce hem tarikat hem de Şiîlikle tanışan kimi Anadolu insanını kendi tarafına çekmeyi başarır. Şüphesiz, Safevîlerle alakalı üzerinde dikkatli bir biçimde düşünülmesi gereken konulardan biri de Şeyh Cüneyd'in nasıl olup da Şiîliği tercih ettiği meselesidir. Acaba Sünnî olduğunu bildiğimiz tarikatın ilk isimlerinden itibaren gelen ve yukarıda saydığımız kimi örnekler mi bu yapı içerisinde bir Şiîlik meyli oluşturmuştur? Şeyh Cüneyd hangi tesirin altında kalarak Şiîliği benimsemiştir, yoksa bu tesiri tarikatın Şiîlik ile sünnîlik telfîkinden gelen bir anlayıştan mı almıştır? Kendisi bu tarikat içerisindeki ilk Şiî midir? Yoksa tarikatın Şiîliğe meyyal olan yapısı daha önce başkalarının da mı Şiîliğe geçmesini sağlamıştır? Şeyh Cüneyd'in Erdebil'den ayrılırken kendisine çok sayıda tekke mensubunun katılması bu tezi destekler mahiyettedir.
Şeyh Cüneyd'in Anadolu’daki bu faaliyetlerini takip eden Osmanlı ise, kendisine yurt verilmesi için başvuran Şeyh Cüneyd’e olumsuz yanıt verir. Ayrıca Osmanlı topraklarından gitmesi istenir. Osmanlı’dan istediğini elde edemeyen Şeyh Cüneyd bu sefer şansını Karamanlı topraklarında denemek ister ki bunda da başarılı olamaz.
- Rivayete göre, Sühreverdiyye tarikatının bir kolu olan Zeyniyye’nin kurucusu Zeynüddin el-Hâfî’nin halîfesi ve bu tarikatı Anadolu’da yayan Abdüllatîf-i Kudsî ile giriştiği tartışmada düşüncelerini savunamayan ve Kur'ân-ı Kerîm’den ehl-i beytin övüldüğü ayetlerin çıkarıldığını söyleyecek kadar ileriye giden Şeyh Cüneyd burada da tutunamayacağına kânî olur.
Ayrıca söylemlerinden dolayı Şeyh Cüneyd’i tekfir eden ve onun amaçlarıyla alakalı o dönem Karamanoğulları Beyliği’nin tahtında oturan Karamanoğlu İbrahim Bey’i de bilgilendiren Abdüllatîf-i Kudsî, Şeyh Cüneyd’in askerî takibe alınmasını sağlar. Şeyh Cüneyd, Memlük topraklarında da bir yurt edinme girişiminde bulunur ama burada da başarılı olamaz. Nihayet kaçarak kurtulduğu Anadolu’nun güneyindeki bir bölgede, o bölgenin hâkiminden kiralayarak kendisine merkez yaptığı haçlılardan kalma bir kaleden propaganda faaliyetlerine başlar. Memlüklerin dikkatini çeken bu durum, Şeyh Cüneyd’i ortadan kaldırmak için bir askerî hareket ile neticelenir. Burada ölümden kurtulmayı başaran Şeyh Cüneyd bu sefer de şansını Anadolu’nun kuzeyinde, Karadeniz’de denemek ister.
Kendisine karşı verilen, askerî harekâta varacak kadar bu tepkiler, çok da uzak olmayan bir geçmişte Hasan Sabbah’ın Batînîlik hareketi ile getirdiği yıkımın devlet aklındaki canlılığıyla açıklanabilir diye düşünüyorum. Zira muhtemelen Hasan Sabbah’ın tarihî kişiliğinden haberdar olan Şeyh Cüneyd’in, kendilerine benzer problemler çıkartabileceğini düşünen devletler onu ve heterodoks bir yapıya sahip olduğunu düşündükleri hareketini daha büyümeden ezmek istemişlerdi.
Anadolu’nun kuzeyinde kendisine ciddi bir destek bulan Şeyh Cüneyd, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu yıkmak amacıyla Trabzon’u kuşatacak bir güce kavuşur. Şüphesiz, Şeyh Cüneyd’in Anadolu’da böylesine büyüme imkanı bulması, halihazırda Osmanlı’ya muhalif unsurların da kendisine katılması ile mümkün olur. Mesela Şeyh Cüneyd’e katılanlar arasında Osmanlı’ya karşı ciddi bir isyan hareketinde bulunan Bedreddin Simâvî’nin müridleri de vardır. Bilindiği gibi İstanbul’un fethi sonrasındaki dönemde Trabzon Rum İmparatorluğu, Osmanlı’ya haraç veren bir devlet konumundadır. Trabzon’un Şeyh Cüneyd tarafından kuşatıldığını öğrenen Fatih buraya asker sevkeder. Şeyh Cüneyd bir kez daha kaçarak, bu sefer Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a sığınır.
Askerî kuvvetin büyük bir önem arzettiği bir dönemde Uzun Hasan, kalabalık cemaatiyle kendisine iltica eden Şeyh Cüneyd’i içtenlikle karşılar. Kendisini kız kardeşi olan Hatice Begüm ile evlendirir. Bu evlilikten doğacak olan Şeyh Haydar’ın oğlu da bilindiği gibi Şah İsmail’dir.
Bu dönemde silahlı kalabalık derviş ordusuyla Uzun Hasan’ın savaşlarında yardımcı kuvvet olarak yer alan Şeyh Cüneyd, gücünü büyütmeye devam eder. Bu arada Erdebil’deki tekke Sünnî bir tarikat olarak devam eder. Uzun Hasan’ın akrabalığından aldığı güç ile Erdebil’e girmek isteyen, burayı kendisi için merkez yapmak isteyen Şeyh Cüneyd, Şeyh Cafer ile arasında akrabalık bağı olan Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah’ın araya girmesi ile dileğine kavuşamaz. Uzun Hasan’dan aldığı güvenle de hâkimiyet sahasını genişletmek isteyen Şeyh Cüneyd, Şirvan’da karşılaştığı Şirvanşah Sultanı Halîlullah ile yaptığı savaşta aldığı ok darbesi ile ölür.
Babasının ölümünün ardından onun yerine Şeyh Haydar geçer. Şeyh Haydar’ın katı bir Şiî olduğunu söyleyen Menuçehr Parsadust, çeşitli kaynaklar eşliğinde yazdığı Şah İsmail-i Evvel adlı eserinde, onun sünnîlerin katlini isteyecek kadar ileri gittiğini ileri sürer. Tarikat artık, aldığı darbelerden doğan nefretle, şiîleşme/politik ayrışmanın ardından ideolojik olarak da ayrışma sürecine daha da hızla ilerliyordur. Erdebil’e girme konusunda Karakoyunlu baskısı dolayısıyla başarısız bir teşebbüste bulunan Şeyh Cüneyd’e karşılık oğlu Şeyh Haydar herhangi bir problemle karşılaşmaz. Zira Şeyh Haydar’ın dayısı olan Uzun Hasan tarafından Karakoyunlular ortadan kaldırılmıştır. Bizzat Uzun Hasan tarafından şeyhlik makamına getirilen Şeyh Haydar artık tarikatın tek yetkin ismi haline gelir.
Şeyh Haydar’ın nüfûz sahası Osmanlı topraklarının kalbine kadar gider. Özellikle onu Anadolu’daki halîfesi olan Hasan adlı kişi Antalya yakınlarında kurduğu tekke ile Erdebil’e ciddi bir mürid toplar. Daha sonra bu kişinin oğlu olan meşhur Şahkulu Baba Tekeli, bilindiği gibi, tekke etrafında toplanmış olan büyük bir kalabalıkla Osmanlı’ya karşı ciddi bir isyan hareketinde bulunmuştur. Bu durum hiç şüphesiz Safevîlerin burada kendilerine bağlı olan mensuplarını yönlendirmesiyle mümkün olabilmiştir. Etrafında topladığı kuvvet ile harplere girişen Şeyh Haydar kendisine harp sahası olarak Kafkas topraklarını belirler ki bunun yolu da günümüzde Azerbaycan topraklarında yer alan Şirvanşahlar ülkesinden geçer. Aynen babası gibi o da Şirvanşahlar ile mücadele eder.
Aralarında akrabalık olmasına rağmen Şeyh Haydar’ın ilerleyişi Akkoyunlular’da rahatsızlık oluşturur ve Akkoyunlular’ın en parlak dönemlerinden birini yaşadığı Yakup Bey döneminde, Şeyh Haydar kendisiyle yapılan savaşta öldürülür, mürid ordusu da ağır bir şekilde ezilir. Artık Safevî tehdidi bölgede nasıl bir rahatsızlık unsuru olmuşsa, Şeyh Haydar’ın ortadan kaldırılması Osmanlı tarafından da sevinçle karşılanır. Osmanlı’nın Safevîler’den rahatsızlığı açıktır. Ayrıca bundan dolayıdır ki Safevî Devleti’nin kurulmasından önce başlayan doğudaki Türklerin İran’a göçleri, bu devletin kurulmasının ardından daha da artmış. Osmanlı, bir tampon görevi görmesi için bu bölgeyi özellikle Kürtlerle iskân etmiştir.
Şeyh Haydar’ın ortadan kaldırılmasının ardından yeni şeyh etrafında oluşabilecek herhangi bir tehlikeyi önlemek amacıyla potansiyel tehlike olarak gördüğü, aralarında Şah İsmail’in de olduğu Şeyh Haydar’ın 3 oğlunu hapsettiren Yakup Bey’in bu kararı alması, muhtemelen babalarının öldürülmesinin ardından müritlerin Şeyh Ali etrafında tekrar toparlanma teşebüssünü görmesi dolayısıyladır. Fakat Yakup Bey’in ölümünün ardından Akkoyunlular’da başlayan taht mücadeleleri, sahip olduğu güç ile hâlâ etkili olan Safevîler’e yolu açar. Rüstem Bey’in Baysungur’u bertaraf etmesi Safevîler’den aldığı destek sayesinde olur.
- Kendisine yaptığı bu yardım karşılığında şeyh olarak Erdebil’de bulunmasına izin verilen Şeyh Ali her ne kadar bir müddet itaat etse de muhtemelen savaşlarda taraf belirleyen bir güce sahip olmanın verdiği özgüvenle olacak ki isyan eder ve nihayet yapılan bir çarpışmada öldürülür. Onun ölümü sonrası artık Şah İsmail’in tarih sahnesine çıkma sırası gelir. Artık bundan sonraki süreçte Safevî Devleti teessüs etmiş bir devlet şeklinde boy gösterecektir.
Şeyh Haydar, tehdit etmekte olduğu Şirvanşahlar’ın Akkoyunlu hükümdarı Yakup Bey’den yardım istemesi üzerine yapılan savaşta öldürüldüğünde oğlu Şah İsmail daha çok ufaktır. Her ne kadar Şeyh Haydar ortadan kaldırılmış olsa da 15. yüzyılın sonlarında, gücüyle Akkoyunlu hükümdarı Yakup Bey başta olmak üzere bölgedeki diğer güçler tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanan Safevîler, içlerinde Şah İsmail’in de olduğu aile mensuplarının hapsettirilmesiyle kontrol altına alınmaya çalışılır. Yakup Bey’in ardından Akkoyunlular’da yaşanan Baysungur ve Rüstem Bey taht mücadelelerinde, rakibini alt etmek amacıyla Safevîler’in gücünden de yararlanmak isteyen Rüstem Bey, aynı şekilde Şah İsmail ile birlikte tutuklu olan ve babası Şeyh Haydar’ın ölümünün ardından tarikatın lideri konumuna gelen Ali’yi yanındakilerle birlikte serbest bırakır ve bu şekilde elde ettiği destek ile Baysungur’u ortadan kaldırır. Fakat bir vakit sonra Ali’nin de kendisi için bir tehdit unsuru haline geldiğini gören Rüstem Bey, onu da ortadan kaldırma konusunda tereddüt göstermez.
Ali’nin de öldürülmesinin ardından artık şeyhlik 7 yaşındaki Şah İsmail’e geçer.
Küçük yaşta 4 yıldan fazla hapishanede kalan Şah İsmail, ağabeyi Ali’nin öldürülmesinden sonra da Akkoyunlular tarafından ciddi bir takibata uğrar. Safevî mensuplarınca bu takibattan kaçırılan Şah İsmail, ufak yaşında pek çok defa yer değiştirmek durumunda kalır. Akkoyunlular’ın Şah İsmail’i ortadan kaldırmak için gösterdikleri gayret boşuna değildir. Zira Şah İsmail’in annesi olan Âlem Şah Begüm Uzun Hasan’ın öz kızıdır. Dolayısıyla arkasında böylesi bir kuvvetin olduğu Şah İsmail’in Akkoyunlu tahtı için hak iddiasında bulunması doğal olarak kimilerinin tedirgin olmasına yol açar. Son durağı, bugün yine İran sınırlarında bulunan Lâhîcân olan Şah İsmail, burada bir yandan Şiî olarak yetişirken, bir yandan da Safevîler’in son umudu olarak toparlanmaya devam eder. Tabi bir yandan da taht mücadeleleriyle meşgul olan Akkoyunlular takip edilir. Lâhîcân’da kaldığı 5 yıldan fazla zamandan sonra nihayet buradan ayrılmaya karar veren Şah İsmail, Akkoyunlular’ın da meşgul olduğu iç kargaşadan istifade ile gittiği yerlerde kendisine müridler toplar. Kendisine katılan müridleriyle yeterli sayıya ulaştığını düşünen Şah İsmail ilk iş olarak dedesi Şeyh Cüneyd ile babası Şeyh Haydar’ı öldürmeleri dolayısıyla Şirvan’a yürür ve 7 bin kişilik ordusuyla Şirvanşah Sultanı Ferruh Yesâr’ın kalabalık ordusunu yenerek, onun cesedini yaktırır. Sonrasında Bakü’ye de giren Şah, dedesini öldüren Şirvanşah Sultanı Halîlullah’ın mezarını açtırarak onun da cesedini yaktırır.
- Başarılı başka askerî hareketlerle hızlı bir şekilde ilerleyen Şah İsmail, 1501 yılında Akkoyunlu hükümdarı Elvend Mirza’yı da yenerek Tebriz’e girer. İşte yaklaşık 200 yıldır bir tarikat hüviyetinde olan bu yapı, Şah İsmail’in Tebriz’de taç giymesi ve Şiî mezhebini resmî mezhep olarak kabul etmesiyle Safevî Devleti olarak kurulmuş olur.
Burada şunu da eklemek gerekir. Şah İsmail'in samimi bir Şiî olduğunda şüphe yoktur. Şehit olarak gördüğü dedesi Şeyh Cüneyd'den gelen Şiîlik artık, kendisine kadar geçen süre boyunca kemikleşmiştir. Dolayısıyla Şah İsmail'in sadece Osmanlı'ya ve çevredeki sünnî yapılara olan muhalefeti dolayısıyla Şiî bir devlet kurduğu düşüncesi çok da doğru bir fikir olmayacaktır. Bir kişinin görüşüne paralel hareket etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Şah İsmail de Şiîdir ve devletini de tabii olarak Şiî bir devlet olarak kurmuştur.
Hâkim olduğu topraklarda Şiîleştirme faaliyeti konusunda ısrarcı olan Şah İsmail Sünnî kanı akıtmaktan çekinmez. Her ne kadar daha sonra kimi başka Şiîleştirme politikaları uygulansa da o dönemde büyük bir kısmı Sünnî olan bu bölgenin günümüzde kâmilen Şiî olması da bu durumu açıklar mahiyettedir.
Şah’ın Şiîleştirme faaliyetlerinden kaçarak Osmanlı hâkimiyetine sığınanlar da olur.
Şah İsmail’in taassuba varan bu faaliyetlerinin altında 15 yaşında biri olarak gençliğinin verdiği heyecan ile özellikle zor çocukluk şartlarının ruhunda bıraktığı tesir şüphesiz etkili olmuştur. Şah İsmail'in bu Şiîleştirme faaliyetleri eserlerde geçen kayıtlarca onaylanmasının yanı sıra günümüzde Şiî İran Türkleri tarafından bile kabul edilir. Hatta konuyla alakalı mizah bile yapılır. Tebrizli birinden dinlediğim bir hikâye, mizah yollu bile olsa aslında olayın gerçekliğini ortaya koyar.
- Buna göre Azerîlere Şiî olmasını emreden Şah İsmail, bunun karşılığında olumsuz yanıt alınca kınındaki kılıcı yarısına kadar çeker ve Azerîlerin yarısı Şiî olur, Şiîliği kabul etmeyen diğer yarıya da aynı şeyi emreden Şah İsmail yine aynı olumsuz karşılığı alınca, bu sefer kınından kılıcının tamamını çıkartır. Böylece bütün Azerîler Şiî olmuş olur.
Şiîliğin köklü bir şekilde yerleşmesini isteyen Şah İsmail, yetişmiş yeterince Şiî âlimi olmaması dolayısıyla Ahsenü’t-tevârîh’de de geçtiği gibi Şiîliği öğretmesi için Suriye’den âlimler getirtir.
15. yüzyılın sonlarında artık Anadolu’da Osmanlı’nın elinde siyasî bütünlük sağlanmış olmasına karşın bu durum İran coğrafyasında bu şekilde gerçekleşmemiştir. İrili ufaklı yaklaşık 20 ayrı yapının bulunduğu bu coğrafyada Şah İsmail büyük askerî başarılar elde ederek büyük oranda bölgeyi hâkimiyeti altına almayı başarır. Bağdat’ı ele geçirir, Dulkadıroğulları’nın topraklarına saldırır, döneminin büyük bir ismi olan Özbek Hanı Şeybânî’yi ortadan kaldırmasından başka daha pek çok başarı elde eder. Ta ki Anadolu’da çok büyük bir kuvvet haline gelen Osmanlı Devleti ile karşılana kadar...
II. Bayezid döneminde başlayan ilişkiler, ılımlı bir yol takip ederken, Şah İsmail’in sınırları geniş büyük bir devlet kurma amacı onu doğal olarak Osmanlı ile karşı karşıya getirir. Anadolu’da azımsanmayacak bir yapılanma haline gelen ve Şah İsmail’in tarafında yer alan Safevî müridlerinden oluşan sivil ordu ise Osmanlı için şüphesiz işin en çetrefilli kısmıdır. Şah İsmail’in ordusunu oluşturan kişilerin büyük bir kısmının Anadolu’dan gelen kişilerle oluştuğunu söylemek abartı olmayacaktır. Dedeleri zamanında başlayan Safevî telkinlerinin orada ciddi bir neşv ü nemâ imkanı bulduğu bilinen bir gerçektir. Şah İsmail’in de yapmayı planladığı askeri harekât için 1500’lü yıllarda Anadolu coğrafyasındaki destekçilerini hareketlendirmesi bununla mümkün olabilmiştir. Anadolu coğrafyasından ayrılarak Safevî Devleti’ne katılmak için oraya akın edenler, Osmanlı’yı hem vergi eksikliğinden oluşacak iktisadî problemler hem de karşı karşıya gelinmesi kaçınılmaz olan Safevîler’e askerî destek problemi ile karşı karşıya getirmiştir. II. Bayezid döneminde alınan tedbirler de yeterli olmayınca Anadolu’da sıkıntılı bir durum meydana gelmiştir. Tam da bu dönemde, Şah İsmail’in Anadolu’daki adamlarından olduğu bilinen Şahkulu Baba Tekeli’nin başını çektiği isyan ise Anadolu’da tam anlamıyla bir kaos havası oluşturur.
Çok kısa zamanda olağanüstü bir ilerleme kaydeden Şahkulu, Antalya’ya hâkim olmasının ardından Isparta’ya yönelir, yol üzerindeki yerleri yaka yaka Kütahya’ya kadar ilerler. Burayı da yakmasının ardından batıya manevra yaparak Manisa’ya, Şehzâde Korkut’un üzerine yürüyerek burada Şehzâde’nin kuvvetlerini de mağlup eder. Şahkulu’nun böylesine hızlı ilerleyişini Osmanlı’nın bu isyan hareketine ilk zamanlarda pek önem vermediği için anlaşılır olsa bile, bir tekke şeyhinin profesyonel askerler karşısında böylesine zaferler kazanması görülmüş bir şey değildir. Bir tekke şeyhi, Beylerbeyi Karagöz Ahmed Paşa’nın başında olduğu Osmanlı kuvvetini nasıl olur da kullandığı askerî taktik ile yenebilmiştir? Belli ki isyana niyet ettiği tarihten, II. Bayezid’in öldüğü şâyialarının yayılması esnasında yaşanan taht kavgalarına kadarki süreçte iyi bir hazırlık yapmış, bu da şüphesiz kendisinin hızlı ilerleyişinde önemli bir âmil olmuştu. Ayrıca başarılı olmasının sebeplerinden biri de hiç şüphesiz bölgedeki Safevî propagandasıdır. Hatta iş öyle bir seviyeye gelmiştir ki Osmanlı kuvvetleri arasında Şahkulu’na karşı savaşmayanlar bile olur. Şehzâde Selim’e karşı Şehzâde Ahmed’i destekleyen ve 1511 yılında Çorlu’da Şehzâde Selim’i (Yavuz) mağlub eden Atik Ali Paşa’nın aynı yıl Şahkulu’na yenilerek şehid edilmesi olayın ulaştığı boyutu açıklar mahiyettedir. Savaşı kazanmasının ardından akıbetinin ne olduğu konusunda çeşitli rivayetler olan Şahkulu’nun ölüp ölmediği tartışmalıyken, onun Şah İsmail’e katılmak amacıyla Safevî ülkesine gittiği hakkında da bir rivayet vardır. Üstelik Şahkulu İsyanı tek örnek de değildir, 1512 yılında çıkardığı isyan ile Tokat’ı almayı başaran Nur Ali Halife, Şah İsmail adına hutbe okutmuştur. Yaşananları dikkatli bir şekilde seyreden Yavuz Sultan Selim taht iddiasında bulunan şehzâdeleri bertaraf etmesinin ardından Safevî problemini kökten çözmek amacıyla artık bu konuya yoğunlaşır.
Aslında I. Selim, Şah İsmail’in faaliyetlerini şehzâde olarak gönderildiği Trabzon’da takip etmeye başlar. Bu arada ilave etmek gerekir ki 1451 yılında doğan I. Selim ile 1487 yılında doğan Şah İsmail arasında ciddi bir yaş farkı vardır. Buna rağmen 1512 yılında tahta oturana kadar hâlâ bir şehzâde konumunda olan I. Selim Safevî tehlikesine karşı gerek merkeze gönderdiği raporlar gerekse de askerî müdahaleleriyle önlem almaya çalışır. I. Selim’in bu dönemdeki başarılı bazı askerî harekâtları onun, sonrasında Safevî tehlikesi karşısında yetersiz kalması dolayısıyla babası ve taht davasında bulunan kardeşleriyle giriştiği mücadelede etkili olur. Daha şehzâdeliği döneminde I. Selim’in Safevî tehlikesini defedecek biri olduğuna inananlar onun etrafında kümelenmeye başlar. Zorlu sayılabilecek bir mücadelenin ardından nihayet 1512 yılında dokuzuncu Osmanı sultanı olan I. Selim, Safevî problemine köklü bir çözüm bulmak için girişimlere başlar. Anadolu sathında Safevîlerin özellikle seyyid oldukları yönündeki propagandanın aleyhine yapılan faaliyetler, Osmanlı topraklarından Safevî topraklarına geçişin engellenmesi için sınır bölgelerinin özellikle Sünnî Kürtlerle iskânı ve Safevîler’e karşı yapılan ticârî ambargo gibi siyasî, kültürel ve iktisadî önlemler alınır. Fakat askerî müdahale kaçınılmazdır. Zira bütün bu sebeplere ek olarak, taht mücadelesinde bertaraf ettiği kardeşi Ahmed’in oğlu Murad sığındığı Safevî topraklarında bizzat Şah İsmail tarafından Osmanlı tahtının vârisi ilan edilir.
Nihayet 1514 yılında iki taraf Çaldıran’da karşı karşı gelir. Savaşı başlatan ilk hamleyi kendisi yapan Şah, Osmanlı ordusuna karşı binlerce süvarisiyle geçtiği saldırıda Yavuz’un taktiğini hesaba katamaz. Osmanlı askerleri geriye çekilerek Şah İsmail’in süvarileri birbirlerine zincirle bağlanmış toplarla karşılanır. Hep birden ateşlenen toplar süvarileri darmadağın eder. Ayrıca bu savaşta Osmanlılar tarafından kullanılan ateşli silahlar da Osmanlı ordusuna ciddi bir üstünlük sağlar. Klasik Türkmen taktiği karşısında Osmanlı’nın profesyonel yöntemleri Osmanlı’ya büyük bir zafer kazandırır. Şah İsmail’in hayatını zor kurtardığı savaşın ardından Yavuz Tebriz’e girer ve adına hutbe okutur.
Böylece Safevî yayılmacılığı büyük bir darbe yemiş olur. Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı’ndaki mağlubiyeti, yıllarca elde ettiği askerî başarılar neticesinde oluşan gururunu yerle bir eder. Öyle ki o dönemi anlatan Safevî kaynaklarından Habîbü’s-siyer, Şah İsmail’in bu mağlubiyetinin ardından artık savaşla ilgilenmediğinden, ülke meselelerine önem vermekten vazgeçtiğinden ve kendisini içkiye verdiğinden bahseder. Çaldıran Savaşı’nın gerçekleştiği 1514 yılından 1524 yılına kadar herhangi bir askerî harekâtta yer almayan Şah İsmail, bu savaşta aldığı mağlubiyetin tesirini öyle anlaşılıyor ki 10 yılda ancak üzerinden atabilmiştir. 1524 yılında da zaten 24 yıllık saltanatının ardından 38 yaşında ölür ve yerine oğlu Tahmasb geçer. En büyük oğluna Tahmasb ismini vermesi, Şah İsmail’in İran tarihinden etkilendiğinin şüphesiz en bâriz örneklerinden biridir. Zaten Şah İsmail de bu ismi çokça okuduğu, İran’ın millî destanı olan ve Firdevsî tarafından yazılan Şâhnâme’den alır.
Üstelik en büyük oğlundan başka, diğer birkaç çocuğu için de Şahnâme’den aldığı Fars isimlerini kullanmayı tercih eder. 50 yıldan fazla Safevî tahtında oturan Tahmasb’ın saltanatının yaklaşık ilk 10 yılı yaşanan iç mücadeleler dolayısıyla otoritesini tam da sağlayamadığı bir havada geçer. 1524’de babasının ölümü sonrası tahta çıktığında da zaten 10 yaşında bir çocuk olan Tahmasb, ancak 1533 yılında otoriteyi eline almayı başarır. Döneminin olayları arasında en önemli olanlar yine Osmanlılarla kurulan ilişkiler çerçevesinde gerçekleşir. Osmanlı tahtındaki isim ise yine kendisi gibi uzun bir müddet tahtta oturan Kânûnî Sultan Süleyman’dır. Yavuz dönemindeki kadar olmasa da ilişkiler yine de gergindir ve Safevîler Osmanlılar için ortadan kaldırılması gereken bir yapıdır. 1533 ile 1535 yılları arasında gerçekleşen ve Osmanlı’nın en uzun askerî harekâtı olma özelliğine sahip olan Irakeyn Seferi, 1547 yılında gerçekleştirilen İkinci İran Seferi ve son olarak 1554 yılındaki harekât ile bu dönemde Safevîler üzerine tam 3 sefer düzenlenir.
Osmanlı her ne kadar askerî başarılar elde etse de bölgeden Safevîler’i tamamen kazımanın imkanı olmadığını görür, buna karşılık Safevîler de askerî bir güç olarak Osmanlı varlığını ve onlara karşı askerî mücadelenin imkansızlığını kabul eder.
Nihayet yıllarca süren mücadeleler 1555 yılında iki devlet arasında gerçekleşen ve ilk anlaşma olma özelliğine sahip olan Amasya Anlaşması ile yaklaşık 25 yıl sürecek bir barış sürecine girer.
Şah Tahmasb’ın, Osmanlı’ya karşı ortak hareket etmek amacıyla defalarca Avrupalılar tarafından sunulan tekliflere olumsuz yaklaşmasına bakılırsa barış için kendisinin de samimi olduğu görülür. Hatta 1571 yılında meydana gelen ve Osmanlı’nın ağır bir yenilgiye uğratıldığı İnebahtı Deniz Savaşı’ndan sonra Avrupalılarca götürülen tekliflere de kendisinin ilgisiz kaldığı belirtilir. Ayrıca bilindiği gibi Kânûnî’nin oğlu Şehzâde Bayezid de taht mücadelesi için giriştiği mücadelede başarısız olunca İran’a sığınır. Tahmasb bunu Osmanlı aleyhine değerlendirmek yerine Osmanlı’dan kimi toprak ve para elde etme karşılığında Bayezid’i teslim etme yoluna gider. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Yavuz’un kendisiyle taht mücadelesi verdiği Şehzâde Ahmed’in oğlu Şehzâde Murad da Şah İsmail’e sığınmış ve Şah İsmail Şehzâde Murad’a taç giydirerek kendisini Osmanlı tahtının vârisi ilan etmişti.
Şah Tahmasb döneminin İran tarihi bakımından en önemli olaylarından biri de hiç şüphesiz Şiîliğin yerleştirilmesi için yapılan yoğun çalışmalardır. Özellikle Şah İsmail döneminde zor kullanılarak uygulanan Şiîleştirme faaliyetleri bu dönemde uygulanan kimi başka politikalarla devam eder. Ayrıca gulat olarak adlandırılabilecek Kızılbaş inanç metodlarına tavır alan Şah Tahmasb daha mutedil olan İsnâaşeriyye inancını yerleştirmek için gayrette bulunur. Bunda şüphesiz kendi yazdığı eseri Tezkire-i Şah Tahmasb’da da detaylarından bahsettiği tövbesinin etkisi vardır. Aslında o bir yandan Sünnîleri Şiîleştirmek için gayret ederken, bir yandan da bir gelenek halinde devam eden Kızılbaşları Şiîleştirme çalışmalarında bulunur. Hatta kimi Kızılbaşlar Şah Tahmasb’ın İsnâaşeriyye politikası karşısında bir tavır takınarak geleneksel inançlarını korumuşlardır ki bunun günümüzdeki örnekleri de Anadolu Alevileridir.
- Namaz kılmamak, oruç tutmamak, semah yapmak o zamanlardan gelen adetler olarak bilinir. Şunu unutmamak gerekir ki Kemalpaşazâde, Ebussuud Efendi ve daha başka Osmanlı ulemasının Kızılbaşları tekfir etme konusundaki gerekçeleri aslında bizzat onların uygulamalarından örneklerle gösterilerek yapılır.
Dolayısıyla Osmanlı âlimlerinin bu konuda haksız olduğunu ifade etmek yanlış olur. Mesela Safevîler aleyhine risâle yazan Hüseyin b. Abdullah eş-Şirvanî, onları küfürle itham etmesinin sebeplerinden birini açıklarken bunu Şah İsmail’in ruhunun oğlu Şah Tahmasb’a geçtiğine inandıkları şeklinde izah eder. Tahmasb’a atfedilen o dönemdeki mukaddesiyet örnekleri bunu anlaşılabilir kılar. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Şiî olmaları için Sünnîler üzerinde yapılan yoğun propagandalar kimi Sünnîlerin Safevî hâkimiyetindeki topraklardan kaçarak Osmanlı’ya sığınmalarına yol açmıştır ki onlardan biri de az evvel isminden bahsettiğimiz Hüseyin b. Abdullah eş-Şirvanî’dir. Şirvanî, Safevîler’e yönelttiği reddiyeleri, yakînen tanıdığı bu yapının propaganlarına maruz kalmış biri sıfatıyla yapar.
Şah Tahmasb’ın İsnâaşeriyye konusundaki ısrar sebeplerinden biri de yakın coğrafyada kendisiyle birlikte yaşamak zorunda olduğu Osmanlı’nın gözünde meşrû bir unsur olarak görülmek istemesinden olacaktır. Kendi yazdığı Tezkire-i Şah Tahmasb’da kendileri hakkında tekfir hükmü veren Osmanlı ulemâsına karşı verdiği cevapta artık Kızılbaş geleneklerinden yüz çevirdiklerine işaret ederek, İslâm’ın bütün rükûnlarını yerine getirdiklerinden bahsetmesi bununla açıklanabilir cinstendir. Yine Osmanlı ile olan ilişkilere de bu dönemde, özellikle de 1555 yılından sonra bir çekidüzen verildiği gözlemlenir. Özellikle yine Tezkire-i Şah Tahmasb’da geçen “Kânûnî Frenk’e gitti biz de Sivas’a giderek oraları yağmalayalım. Kim bizimle gelirse götürelim, gelmeyenleri katledelim” şeklinde sorulan soruya verdiği şu cevap detay oldukça ilginçtir:
Hazreti hünkâr Frenk’e gaza için gitti biz eğer onun ülkesine gidersek işimiz ilerlemeyecektir. O bizim çocuğumuzu, kardeşimizi öldürmüş olsa bile kâfire gazaya gittiği için oraya gidip dini dünyaya satamayız.
Tabi bu durum yine de onun taassupkâr faaliyetler yapmasını engellememiştir. Safevîlerle alakalı en eski ve en önemli kaynaklardan biri olan ve Erdebil Tekkesi’nin henüz Sünnî bir hüviyete sahip olduğu bir dönemde yine Erdebil Tekkesi’nin isteği üzerine yazdırılan Safvetü’s-safâ da bu dönemde sansüre uğrar. Zira eserde Tahmasb’ın dedelerinin Sünnî olduğu yazılıdır. İstinsah edilen yeni metinlerde bu kısımlar çıkarılır. Şah İsmail döneminde başlayıp yine bu dönemde faaliyetleri devam eden ve “Teberriyân” adı verilen teşkilat da Sünnîlere yaptıkları baskı ile Şiîleştirme politikasında kullanılan bir diğer unsurdur. Devlet desteğiyle insanlar arasında dolaşarak Sünnî değerlerine hakaretler eden bu yapıya bağlı kişiler şüphesiz Sünnîleri yalnızlaştırarak mevcut değerlerinden zamanla ayrılmaları konusunda önemli bir vazife görmüşlerdi. 1555 yılında gerçekleşen Amasya Anlaşması’nda İran tarafından uyması istenen kurallardan biri de aslında bu politikanın durdurulmasıdır. Fakat Tahmasb tarafından etkili bir Şiîleştime politikası olan bu yöntemin durdurulması epey ağırdan alınır.
- Osmanlı – İran barışının bitmesinin ardından Osmanlı’nın Safevîler’e saldırıyı meşrû görmesinin sebeplerinden birini de şüphesiz Safevîler’in sahabe aleyhine yaptıkları bu politika oluşturacaktır.
Âşûrâ matemleri her ne kadar daha önce olsa da özellikle Şah Tahmasb’ın Şiîleştirme politikası içinde kendisine oldukça önem verilen bir unsur olarak yapılmaya başlanır. Hz. Hüseyin ve yanındakilerin şehit edilişinin yasının tutulduğu bu törenler bu dönemde özenle yerine getirilir.
- Hatta zincirle yapılan ve günümüzde de her Âşûrâ’da örneklerini gördüğümüz ritüellerin de yine bu dönemden geldiği bilinir. Sürekli canlı tutulan, Ehl-i Beyt’e yapılan zulümler böyle büyük törenlerle şüphesiz halkın üzerinde tesir uyandırıyor, insanları Şiîliğe kazandırmak için önemli bir vazife görüyordu.
Tabi dînî mekanlara verilen önem de yürütülen bu politika içerisinde önemli bir yer tutar. Meşhed’de bulunan ve kutsal olarak kabul edilen on iki imamın sekizincisi İmam Rıza’nın türbesinden başka imamzâde türbelerine önem verilmesi de şüphesiz Şiîliğin yayılması konusunda etkili olur. Bugün bile İran’ın hangi şehrine gitseniz orada muhakkak bir imamzâde veya herhangi önemli bir kişinin türbesi ile karşılaşırsınız. Bu durum şahsım adına söylemek gerekirse bâriz bir biçimde o dönemlerden gelen bir propagandanın günümüze kadar ulaşmış olmasından başka bir şeyle açıklanamaz.Mehmet Dağlar tarafından hazırlanan "Şah Tahmasb’ın Dini Siyaseti (1524-1576)" başlıklı doktora tezi özellikle bu konularla alakalı faydalı bilgiler barındırır.
Tahmasb’ın 1576 yılındaki ölümünün üzerine II. İsmail tahta geçer. Bu durum tabi Şah Tahmasb’ın uzun saltanatının ardından Safevîler’de de bir karışıklık dönemine girilmesine yol açar. II. İsmail’in bir yıl süren kısa saltanatını ardından ölümü sonrası Safevî tahtına Muhammed Hüdâbende oturur. Dönem Osmanlı tahtında da III. Murad’ın olduğu bir dönemdir. Amasya Anlaşması’yla oluşan barış da bu dönemde ortadan kalkar. Safevîler tarafından Osmanlı sınırlarına yapılan tecavüzler ve daha başka sebepler dolayısıyla Osmanlı savaş ilân eder. Savaşın asıl amacının bir karmaşa halinde bulunan Safevîler’i ortadan kaldırma amacı taşıdığı açıktır. Tebriz’in tekrar alındığı askerî harekât Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanır.
Muhammed Hüdâbende’den sonra tahta oturan ve Safevî tarihi içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olan I. Abbas, Osmanlı ordusu karşısında aciz bir duruma düşen Safevî ordusunun ciddi bir ıslahattan geçmesi gerektiğini düşünür ve öyle de yapar. Bu sayede kazandığı başarılarla da Safevîler en geniş toprak sınırlarına ulaşmayı başarabilirler. Bunda şüphesiz I. Abbas’ın 40 yıldan fazla süren saltanatının getirdiği istikrar da etkili olmuştur. Tabi her ne kadar Muhammed Hüdâbende döneminde bir sakinlik olmuş olsa da I. Abbas döneminde Şiî damar ve bunun neticesi olan politikalar aynı şiddette devam eder. I. Abbas’ın 1623 yılında Bağdat’ı ele geçirmesinin ardından Sünnî halka uyguladığı zulüm ile Ebû Hanîfe’nin mezarını tahrip ettirmesi bununla açıklanabilir. Buna karşılık I. Abbas döneminde başkentin Kazvîn’den İsfehan’a taşınmasının ardından bu şehirde Safevî tarihinin en görkemli yapıları inşa ettirilir.
I. Abbas’ın 1629 yılında vefat etmesinin ardından tahta geçen Şah Safî, Osmanlı sultanı IV. Murad’ı ile aynı dönemde tahtadır. Bilindiği gibi bu dönemde Osmanlılar’ın Safevîler’e açtıkları savaş iki tarafı tekrar karşı karşıya getirir. Bağdat, IV. Murad tarafından tekrar Osmanlı hâkimiyetine girer. Bundan bir yıl sonra 1639 yılında da Kasrışîrin Anlaşması imzalanarak tekrar uzunca bir barış dönemine girilir. Tabi bu dönemde artık çöküş dönemi de başlamış olur. Şah Safî’nin ölümünden sonra II Abbas gelir, sonrasında tahta gelen II. Safî döneminde ise bu çöküş daha da hızlanır. İyice güçten düşen devlet Hüseyin Mirza ve II. Tahmasb’ın da idaresini de görmesinin ardından nihayet III. Abbas döneminde Nâdir Şah’ın tahta geçmesiyle Safevîler dönemi de sona ermiş olur. Şüphesiz Safevîler’i yıkıma götüren sebepler birden fazladır ve bunların tamamı da uzun uzun izaha muhtaç meselelerdir. Ellerinde güç bulunduran beyler arasındaki devlet otoritesine zarar veren çatışmalar ile tahta geçen isimlerin istikrarlı bir yapı kurma konusundaki yetersizliklerinden başka, sahip olduğu konum dolayısıyla gözünü buraya diken Batılı kuvvetlerin de Safevîler’i yıkıma götürme konusunda etkileri olduğu açıktır.