Sahibini arayan bir ney: Tim Winter’ın Abdülhakim Murad’a yolculuğu
Batı’da artan İslâm karşıtlığına rağmen Müslümanlığı seçen kişilerin sayısı her geçen gün artıyor. Abdülhakim Murad, din değiştirerek başka bir dine göç etmediğini, aksine evine döndüğünü söylüyor. Hakikaten nasıl oluyor da İslâm’ın ve Müslümanların olumsuzluklarla birlikte resmedilmeye çalışıldığı bir dünyada ihtida edenlerin sayısı yükseliyor?
Matbaanın bu topraklara gelişi bilindik bir hikâyedir. Macar mühtedi İbrahim Müteferrika; 1727’de Sultan III. Ahmed’in fermanıyla ilk Türk matbaasını kurar. Kendisi aynı zamanda matbaanın basılan dokuzuncu kitabı olan Usûlü’l-Hikem fi Nizami’l Ümem’in de (Milletlerin Düzeninde Hikmet İlkeleri) yazarıdır. Batı’ya kıyasla Osmanlı İmparatorluğu’nun idari ve teknik anlamda geri kalmışlığını dert edinen Müteferrika; kitabında bir manifesto şeklinde hangi adımların atılması gerektiğini anlatır.
- Bugün İslâm dünyasını muhatap alan benzer bir ses daha yükseliyor. İngiliz mühtedi Tim Winter; yeni ismiyle Abdülhakim Murad, Müslümanlara çağın küresel trendlerinin bilincinde olmayı ve teknoloji araçlarıyla uzlaşmayı; aksi takdirde kaybeden tarafta olmaya devam edileceğini söylüyor. Winter’ın Müteferrika ile benzerliği bu kadarla sınır değil. İkilinin İslâm ile buluşma öyküsü de birbirine göz kırpıyor. Hadi şimdi Tim Winter’ın Abdülhakim Murad’a olan yolculuğuna uzanalım.
Timothy John Winter 1960 yılında Londra’da mimar bir baba ve sanatçı bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Ailesi, Anglikan Kilisesi’nden ziyade Protestan mezhebinin Kalvenizm geleneğine yakındı. Ancak güçlü bir Anglikan tarihi olan Westminster Okulu’na gitti. Çocukluktan gençliğe adım attığı dönem, İngiltere’de kelimenin tam anlamıyla sosyolojinin alt üst olduğu yıllardı.
Tim henüz 15-16 yaşlarındaydı; dönemin ruhuna da kapılarak Hristiyanlığı ve Anglikanizm’i sorgulamaya başladı. Aklına yatmayan noktalar vardı. Uzak Doğu kaynaklı felsefi akımlar ilgisini çekmiyordu.
- O, Allah’ın varlığına ve tekliğine inanmak istiyor; var olmanın gizemi ile doğadaki eşsiz güzelliğin arkasında bir yaratıcı olması gerektiğini düşünüyordu.
Bu arayış onu teslis inancını kabul etmeyen; İsa Peygamber'e Tanrı ve O’nun oğlu yakıştırmasını reddeden Üniteryen Hristiyanlığa yaklaştırdı. Geleneksel Hristiyanlığa göre Hz. İsa, Tanrı’nın hem oğlu ve hem de O’nun vücut bulmuş haliydi. Oysa Tim bunu saçma buluyor; bir ismin hem insan hem de Tanrı olmasını anlayamıyordu.
Winter, tam da bu noktada İbrahim Müteferrika’nın hayatıyla başka bir kesişim daha yaşıyordu. Sosyolog Niyazi Berkes, Müteferrika’nın Risale-i İslâmiyye adlı eserini inceledikten sonra onun; Müslüman olmadan evvel, Tanrı’nın tekliğini savunan Üniteryen cemaatine bağlı olduğunu ortaya koydu. Erdel Prensliği’nde yaşarken Katolik Avusturyalıların dinî baskısından bunalan Üniteryen cemaati; Osmanlı’ya sığınmış, ardından da tevhit anlayışına sahip İslâmiyet dininin çatısı altına girmişti. İbrahim Müteferrika da bu yıllarda İstanbul’a gelmiş ve sarayda çalışmaya başlamıştı.
Tim Winter, Üniteryen Kilisesi’ne devam ederken John Hick’in ‘The Myth of God Incarnate’ (Tanrı’nın İnsan Olarak Dünya’ya Gelmesi Efsanesi) kitabı ile karşılaştı. Bu onun için diğer önemli bir virajdı. Kitapta özetle ‘Baba-Oğul-Kutsal Ruh’ inancı sorgulanıyor; bu efsaneye artık inanılamayacağı ve uyanma vaktinin çoktan geldiği anlatılıyordu. Bu sisli hava Tim Winter’ın kafasını karıştırmaya yetiyordu.
İçine doğduğu inanç kodlarını ilk sorgulamaya başladığı an; onu, bir değişim programıyla Korsika’ya, dört kızı olan Fransız bir Yahudi ailenin yanına gittiğinde yakaladı. Kızların güzelliğinden etkilenmişti. Birlikte vakit geçirdikleri anlardan birinde kızlardan birinin içtiği şeftali suyunun çenesinden aktığını gördü. O an sanki filmlerdeki gibi her şey birkaç saniyeliğine donmuş; Tim’e bir şeyler olmuştu. Farkına vardı ki; güzellik denen kavram sadece beynin fonksiyonu olarak açıklanabilecek bir şey değil; bunun çok ötesindeydi. Dünya fiziki bir varlıktan daha fazlasıydı. Yıllar sonra verdiği bir röportajda, bu anısını anlatırken tebessümle “Genç bir Fransız Yahudi kız tarafından yüzümün İslâm’a çevrildiğini söyleyebilirim” diyecekti.
Londra’da küçük bir kolejde Arapça eğitimi almaya başladığında İslâm ile ilgili ne bir bilgisi ne de tanımaya dair bir düşüncesi vardı. Arapça ekonomi okuyup ardından Körfez Ülkeleri’nde güzel bir işte çalışma niyetindeydi. Arapça öğrendikten sonra İslâm’ın nasıl bir din olduğu merak etmeye başladı. Epey sonra BBC’ye verdiği bir röportajda, şu ifadeleri kullanacaktı:
İslâm’ı araştırmaya başladıktan sonra kafamın içinde Hristiyanlığın dolduramadığı tüm boşlukları İslâm’ın doldurduğunu fark ettim. Bu benim için şok ediciydi. Din değiştirmek aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Hz. Muhammed’i de merak ediyordu. Fransız bir Marksist-Ateist olan Maxime Rodinson’un ‘Muhammed’ isimli kitabını edindi. Peygamber'i ‘Tek Tanrı’ konusunda çok tutkulu bulmuştu ki; bu kendisini ona yakın hissettiren en güçlü şeydi. Öte yandan Peygamber'in, Müslümanlara yapılan zulmün ardından ‘diğer yanağını çevirmek yerine’ mücadele ettiğini ve devrimci bir anlayışla tiranlığa karşı adil olmayan ekonomik düzeni değiştirdiğini görmüş; bundan çok etkilenmişti. O an ‘Allah’ı olan bir Che Guevara’ figürü ile tanıştığını düşünüyordu.
Müslüman olduğu günün öncesindeki gece başını yastığa koyduğunda, keskin bir değişimin eşiğinde olduğunun bilincindeydi. Her gün sabahın ilk dakikalarında uykusundan uyanıp namaz kılacağını aklına getirdi; bu biraz gözünü korkutmuyor değildi. Daha sonra sabah namazları için yatağından kalktığında; günün o vaktinin ne kadar inanılmaz olduğunu deneyimleyecek; baştaki endişesi onu gülümsetecekti.
- Müslüman olmaya karar verdiğinde dini pratikleri yerine getiren bir Müslüman ile henüz tanışmamıştı. İlk tanıştığı Müslümanlar; Kelime-i Şehâdet getirmek için gittiği camide tanıştığı kişilerdi. Sene 1979’u gösteriyordu; Tim Winter 19 yaşında İslâm’ı kabul etti ve Abdülhakim Murad ismini aldı.
Müslüman olduktan sonra eğitim almak için İslâm tedrisatının hâlâ en önemli merkezlerinden biri olarak kabul edilen Kahire’deki El Ezher Üniversitesi’ne gitti. 80’lerin sonunda Türkçe ve Farsça öğrenmek için Londra’ya geri döndü. Bugün Cambridge Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslâm Çalışmaları Direktörü olarak görev yapan Murad, bir yandan da Türkiye’nin katkılarıyla ibadete açılan Cambridge Camii’nde dersler veriyor.
Kendini, İslâm kültürü içerisindeki ‘Kilise Camii’lere benzeten Abdülhakim Murad, sonradan dahil olduğu Müslüman ailesinin daha iyiye gidebilmesi adına çaba gösteriyor. Yazdığı kitaplar ve verdiği vaazlarda Avrupalı Müslümanların; tıpkı İbrahim Müteferrika’nın yaptığı gibi İslâm dünyasını yeni küresel gerçeklere uyanık olmaları konusunda uyarmaları gerektiğine inanıyor.
- 2000’lerden sonra küreselleşmenin artan şiddetinin altını çizen Murad, Dünya Bankası binalarında mescit bulunduğunu; McDonalds’ın da Mekke’de şubesi olduğunu işaret ediyor: Bu yeni gerçeklikten uzak durulabileceğini düşünmek intihar etmekten farksız.
Müslümanların dünya üzerinde artan demografik gücünün bir avantaj olabileceği kadar kötü sonuçlara yol açabileceği konusunda da endişe duyuyor. Ebu Davud’dan nakledilen, “Müslümanların sayı olarak pek çok ama sel boyunca akıntıya kapılan bir köpük ya da gemi enkazı olacağı bir gün gelecek” hadisine vurgu yapıyor: Sayılardan daha önemli olan şey nüfus profillerinin psikodinamiğidir. Yeni binyıl, orantısız bir şekilde genç ve giderek artan kentli nüfusa sahip bir Müslüman dünya üzerine doğuyor. Tarihsel olarak bu tür şartlar hep istikrarsızlık, karışıklık ve reform üretmiştir.
Murad, Türkçe ve Farsça öğrendikten sonra Sufizm ile ilgilenmeye başlıyor. Müziğin bu geleneğin kapılarından biri olduğunu düşünüyor. Sufiliğe göre müzik kalpleri açar; açılan kalp de yaratıcısını kolaylıkla bulur. Abdülhakim Murad, Allah’a teslim olan bir mümini yetenekli bir müzisyenin elindeki neye benzetiyor. Ney üflendiğinde ortaya çıkan sesin insanlık öncesinde yaratılan kâinatı hatırlattığını belirtiyor, bu hisse de kozmik nostalji adını veriyor.
Batı’da artan İslâm karşıtlığına rağmen Müslümanlığı seçen kişilerin sayısı her geçen gün artıyor. Abdülhakim Murad, din değiştirerek başka bir dine göç etmediğini, aksine evine döndüğünü söylüyor. Hakikaten nasıl oluyor da İslâm’ın ve Müslümanların olumsuzluklarla birlikte resmedilmeye çalışıldığı bir dünyada ihtida edenlerin sayısı yükseliyor? Yazar Nazife Şişman; her şeyin sosyolojik olarak açıklanabileceği zannının bu soruya yanıt veremeyeceğini söylüyor. Hidayetin böyle anlaşılamayacağını; Allah’ın kâinatı her an yarattığı, hakikatin nurunun en kesif karanlıkları bile aydınlatabileceği gerçeğini ıskaladığımızı dile getiriyor.