Ortadoğu tarihinde bir kırılma: Nekbe
İsrail'in 14 Mayıs 1948 tarihinde bağımsızlığını ilân etmesinin ardından beş Arap ülkesi, İsrail'e karşı askerî operasyona başlatarak 1948 Arap-İsrail Savaşı'nın da başlamasına neden olmuştu. Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan ve Irak kuvvetlerine karşı başarı kazanan İsrail Savunma Kuvvetleri, Filistin coğrafyasında Araplara devlet kurmaları için bırakılan toprakların da bir bölümünü işgal etti. Savaş sırasında Filistinli Araplar topraklarını terk ederek kaçmak zorunda kaldı. Deyr Yâsîn Katliamı da halkı benzer katliam korkusundan topraklarını terk etmeye yöneltti. Böylece sistematik göç, adım adım uygulanmaya devam etti.
Tüm dünyadan insanlar, gözlerini New York’ta bulunan Birleşmiş Milletler binasına çevirmiş, radyolarının başında çok hassas bir meselenin çözümü için toplanan Genel Kurul’dan çıkacak karara kulak kesilmişti. Herkes heyecan içindeydi. Gündem, İngiliz denetimindeki Filistin topraklarında cereyan eden ve önü bir türlü alınamayan kaostu. Bu doğrultuda Filistin topraklarında biri Yahudi biri de Arap olmak üzere iki devlet kurulacak, üç semavî din tarafından büyük önem atfedilen Kudüs ise uluslararası statü kazanarak BM yönetimine geçecekti. Kısacası Araplar, yüzyıllardır kendilerine ait olan toprakların %56’lık bir oranından Yahudiler lehine feragat edecekti.
Gergin geçen münakaşalar sonucunda tüm dünyada merakla beklenen karar nihayet açıklandı. Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi'nin (UNSCOP) Filistin’deki kaosun çözümü için rapor şeklinde sunduğu Paylaşma Planı 13 aleyhte ve 10 çekimser oya karşın 33 ülkenin geçer oyuyla kabul edildi. Filistin’i ikiye bölen bu planın kabulü, Siyonist-Yahudi çevreleri büyük bir coşkuya boğarken Arapları ise hüzün ve nefrete gark etmişti.
Gerçekçi çözümler sunmaktan aciz diplomatik girişimlerin ve arabuluculuk faaliyetleri yerini artık silahlar almış, Filistin toprakları adeta yangın yerine dönmüştü. En baştan beri verdiği hiçbir sözü tutmayarak çatışmanın en büyük müsebbibi İngiltere, eseri olan kaosu yalnız izlemekle yetiniyordu. Ancak gün geçtikçe gidişatın çok daha kötüye meyledeceğinin idrakine vardı ve Filistin’deki manda yönetiminin 14 Mayıs 1948 günü sona ereceğini ve askerleriyle beraber ülkeden tamamen çekileceğini deklare etti. İngiltere'ye göre artık Filistin için yapılacak hiçbir şey kalmamıştı.
Diplomasi cephesinde durum böyleyken sahada ise gelişmelerin ardı arkası kesilmiyordu. Filistin toprakları üzerinde homojen bir devlet kurmak isteyen Yahudi çeteleri, yerli halka korku salarak köylerini boşatmasına sebebiyet verecek D Planı'nı devreye sokmuştu. Bu çetelerin en önemlilerinden biri olan Irgun’un yaptığı bir katliamla çatışma bambaşka bir boyuta evrildi.
- 9 Nisan 1948 günü Filistinlilerin yaşadığı Deyr Yâsîn köyüne ani bir baskın yapan Irgun militanları, kadın, erkek, çoluk çocuk demeden tüm ahaliyi kurşuna dizdi. Cesetleri kuyulara dolduran çete mensupları, daha sonra evleri bombalayarak köyü dümdüz etti. Katliamın bilançosu ise kan donduracak cinstendi: 253 Filistinli hunharca katledilmiş, geriye neredeyse sağ hiç kimse kalmamıştı.
Kötü haber tez yayılır sözünü doğrulayacak şekilde katliamın haberi tüm Filistin’de yankılanmış, yerli halk aynı akıbete uğrayacağı korkusuyla apar topar evlerini terk etmişti. Irgun çetesi, yaptığı tek bir eylemle köylerin boşaltılmasını sağlamış, bu sayede diğer köyleri daha kolay hâkimiyet altına almanın önünü açmıştı. Bu, Yahudi devletinin kurulması yolunda atılmış en önemli adımlardan biriydi.
Askerî kapasitesinin ekseriyetini 1936-1939 yılları arasında sömürgeci İngiltere’ye karşı verilen Büyük Arap İsyanı’nda yitiren ve etkin bir liderlikten mahrum olan Filistinli birliklerinin İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle saf tutarak savaş tecrübesi kesbetmiş ve iyi örgütlenen Yahudi askerî birlikleriyle zaten uzun süre mücadele şansı yoktu. İki taraf arasındaki bu uçurum, sürecin tamamında kendini daima hissettirecekti.
Hemen yanı başında kıyamet koparken komşu Arap devletlerinin Filistin’deki vahim vaziyetten haberdar olmaması imkan dâhilinde değildi. İsrail mezalimini anlatarak anti-Siyonist bir kampanya oluşturmak isteyen Arap devletleri, Deyr Yâsîn Katliamı'nın boyutlarını abartarak farklı platformlarda dillendirmeye başlamıştı. Ancak bu yöntem ters tepmiş, uluslararası güçlerin ilgisini çekmekte yeterli olmadığı gibi yerli Arap halkın daha fazla korkarak evlerini terk etmesine sebep olmuştu. Bu göç dalgası, Ortadoğu’da günümüzde dahi çözülemeyen çok çeşitli sorunların da temelini oluşturacaktı.
Çatışma için en başından beri hiçbir gerçekçi çözüm sunamayan ve taraflar arasında mürâî bir tavır takınan İngiltere, 14 Mayıs 1948 günü daha önceden belirttiği üzere sessiz sedasız biçimde Filistin topraklarını tamamen terk etti. Evet, Filistin’de manda dönemi sona ermişti ancak geriye bakıldığında görülen tek şey, temizlenmesi mümkün görülmeyen koskocaman bir enkazdı.
İngilizlerin çekilmesinin hemen ertesi günü Tel Aviv kentinde düzenlenen Yahudi Millî Konseyi toplantısında David Ben-Gurion, İsrail Devleti'nin kuruluşunu tüm dünyaya duyurdu. Taraflar arasında denge politikası güden Başkan Roosevelt’in ölümü sonrasında Henry Truman başkanlığında siyaseti Yahudiler lehine değişen Amerika, Sovyetler Birliği ile birlikte henüz emekleme aşamasındaki bu devleti ilk kabul eden ülke oldu.
Filistin’de Yahudi bir devletin kurulmasını hazmedemeyen Arap devletleri, Filistin’de yaşayan Arapların müdahale çağrısına icabet ederek birkaç saat içinde İsrail’e savaş açtılar. Buna göre Mısır güneyden, Suriye ve Lübnan kuzeyden, Irak ve Ürdün doğudan ülkeye girerek İsrail birliklerini kapana kıstıracaktı. Arap ordularının başına ise ağır yaralı olarak kaçtığı Berlin’de yıllarca yaşamak zorunda kalan, daha sonra ise bir yolunu bulup tekrar Ortadoğu’ya dönen Fevzi El-Kavukçu tayin edilmişti. Atama, Ürdün kralı Abdullah’ın ekmeğine yağ sürdüğü bahanesiyle diğer Arap ülkelerinin tepkisine neden oldu. Zira Kral Abdullah ile yakın ilişkisi olan El-Kavukçu, Filistin’de kendine sadık bir ordu kurmaya çalışan Hacı Emîn el-Hüseynî’nin de azılı düşmanıydı. Durum böyleyken Arap devletlerinin bu tür bir tehlikeye karşı durmaması muhaldi. Aynı zamanda Kral Abdullah’ın Büyük Suriye gibi bir ideali olduğunun bilinmesi de bu endişeleri katlıyordu.
Savaşa iyi başlayan Arap orduları, ilk günlerde önemli ilerlemeler kaydetmeyi başarmasına rağmen İsrail kuvvetlerinin kendini tüm gücüyle savunmasıyla ibre tersine dönmüştü. Ancak, orduların motivasyonu hususunda arada önemli bir fark mevcuttu. İsrail, kaybettiği takdirde dünya üzerinde başka bir yerde barınamayacağının bilincinde savaşırken, Müslüman Arap devletleri ise komşu bir devlete yardım kisvesi altında birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Kudüs’te Ürdün’ün askerî birliği Arap Lejyonu ile İsrail askerleri arasında şiddetli bir çatışma meydana gelmiş, Kudüs’ün batısı İsrail, doğusu Ürdün’de olmak üzere ikiye bölünmüştü. Güneyde de çatışma tüm şiddetiyle devam ediyor, etrafı sarılan Mısır birliği teslim olmamak için her türlü yolu deniyordu. Kuzeyden gelen Suriye ve Lübnan orduları ise durdurulmuş, topraklarına geri sürülmüştü. Savaş, 900 bin insanın evlerini terk etmesiyle sonuçlandı. Bu sayı arasından 250 bin kişi Gazze Şeridi’nde mülteci olarak yaşamaktaydı.
1949’da imzalanan ateşkes anlaşmalarıyla sona eren Birinci Arap İsrail Savaşı sonucunda İsrail, topraklarının yüz ölçümünü %56’dan %78’e çıkararak en kazançlı çıkan ülke olmuş, onu Batı Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü ilhak eden Kral Abdullah takip etmişti. Mısır’ın tek kazanımı ise Gazze Şeridi’ni kontrol altında tutmaktı. Araplar için utanç kaynağı olan bu gün, Suriyeli tarihçi Kunstantin Zurayk tarafından ortaya atılan Nekbe yani Büyük Felaket ismiyle özdeşleşmişti.
Tüm bu kazanımlar, ilelebet sürdürülebilir değildi elbette. Ancak neyin kazanç, neyin yenilgi olduğunu ise zaman gösterecekti.