Âlemlere hidayet ve bereket kaynağı: Kâbe
İslâm hayalde soyutluğu, düşüncede yüceliği isteyen bir dindir. Fakat insan fıtratı, arzularını yönelteceği ta’zim ve yaklaşma konusundaki isteğini gerçekleştireceği bir şeyi aramaktadır. Cenâb-ı Hak, fıtrattaki bu ihtiyacı, “gözle görülen, elle tutulan, Kendisine mahsus olan ve Kendisine nispet ettiği, aynı zamanda rahmetinin tecelli ettiği, inayetinin kuşattığı bazı şeyleri seçmekle cevaplandırmıştır. Bunlar görüldüğünde Allah anılır. Allah bunlara “Allah’ın şiarları” adını vermiş ve onlara yapılan ta’zim ve hürmetleri Kendisine yapılmış olarak kabul etmiştir. Bu şiarların en önemlisi Kâbe’dir.
Sözlükte dört köşeli veya küp şeklinde olmak anlamındaki ka’b kökünden gelen ka’be, küp şeklinde nesne demektir. Mescid-i Harâm’ın ortasında bulunan Kâbe yaklaşık 1,5 metre genişliğindeki temeller üzerine inşa edilmiştir. Dıştan dışa 10,70 x 12 metre ölçüsünde ve 15 metre yüksekliğinde olan duvarları 1, 25 metre kalınlığındadır. Yapının güneydoğu köşesindeki Hacerülesved’in yeri sabit kalmak üzere bütün yapı buna bağlı olarak duvarların örülmesiyle tamamlanmıştır. İlk inşası Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in birlikte inşa ettikleri şeklindedir. Zaman içinde sel, yangın ve insan eliyle yapılan tahribattan sonra tekrar inşa edilmiş, bir miktar boyutları da değişmiş ancak ilke olarak kübik form korunmuştur.
- Kâbe Kuran-ı Kerim’de ve diğer kaynaklarda; Beyt (mabed), El-Beytü’l-atîk (kadim mabed), El-Beytü’l-harâm (tahrim olunmuş, secde edilen yer), El-Beytü’l-muharrem (tahrim edilmiş mabed), El-Beytü’l-ma’mûr (çok ziyaret edilen mabed) ve El-Mescidü’l-harâm (Kâbe’yi kuşatan mescid) gibi farklı isimlerle de tarif edilmiştir.
“Gerçek şu ki, insanlar için yapılmış olan ilk ev, âlemlere bir hidayet ve bir bereket kaynağı olan Mekke’deki evdir”
(Âl-i İmrân 96)
Yüce Allah Kâbe’yi, vahyin ve meleklerin iniş yeri, İslâm’ın beş temel esasından biri olan hac ibadetinin merkezi kılmıştır. Orayı, “… tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükûa ve secdeye varanlar için evimi tertemiz tut” (Hac, 26) diyerek kendine nispet etmiştir. Hiçbir yer için tanımadığı imtiyazı, dokunulmazlık, kutsallık, ta’zim ve saygıyı Kâbe için farz kılmıştır. Kâbe İslâm’ın temel şiarı, sembolü, alameti ve tevhidin merkezi olarak ifade edilebilir.
İslâm hayalde soyutluğu, düşüncede yüceliği isteyen bir dindir. Fakat insan fıtratı, arzularını yönelteceği ta’zim ve yaklaşma konusundaki isteğini gerçekleştireceği bir şeyi aramaktadır. Cenâb-ı Hak, fıtrattaki bu ihtiyacı, “gözle görülen, elle tutulan, Kendisine mahsus olan ve Kendisine nispet ettiği, aynı zamanda rahmetinin tecelli ettiği, inayetinin kuşattığı bazı şeyleri seçmekle cevaplandırmıştır. Bunlar görüldüğünde Allah anılır. Allah bunlara “Allah’ın şiarları” adını vermiş ve onlara yapılan ta’zim ve hürmetleri Kendisine yapılmış olarak kabul etmiştir. Bu şiarların en önemlisi Kâbe’dir.
“Kim Allah’ın şiarlarına saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır”
(Hac, 32)
Kâbe’nin önemi anlatılırken kullanılan kelimelerden bir diğeri kutsal kelimesidir. Mübarek, kutlu, temiz, üstüne titrenilen şey anlamlarına gelir. Dinî bir kavram olarak ise kutsal kendisinde özel güçler bulunduğuna inanılan, hayranlık ve korku uyandıran, yaratıcı ile olan ilişkisinden doğan özel bir niteliğe sahip olan veya dinî bir amaç için tahsis edilen, sadece inananların fark edebildiği bir şeydir.
Dinlerin temel öğelerini kutsallar oluşturur. Kutsal zaman ve kutsal mekân kavramları fenomolojik bakış açısıyla tüm dinlerin ortak noktasıdır. Fenomen, varlığı algılanabilir duruma getirme, görünmeyeni görünür hale getirme veya herhangi bir şeye anlam yükleme olarak anlaşılabilir. Zamanın ve mekânın kutsallaşması, insanların dünya üzerindeki deneyimlediği belli olaylar dizisini sabitleyerek anlamlandırması neticesinde kutsal güce bağlılığını ve itaatini sergilemesi içindir. Kutsallaşan zaman ve mekân iki şekilde değer kazanır. Birincisinde acı, sıkıntı ve zorluk derecesi yüksek olaylardan sonra zaman ve mekânın kutsallaşmasıdır. Örneğin kıtlık, savaş ve deprem gibi doğal-toplumsal olayların yeri ve tarihinin belleklere kazınması şeklinde ortaya çıkar. İkincisi ise Tanrı’nın belli bir zaman ve mekânı bildirmesiyle tayin etmesiyle belirlenir. İslâmiyet’te Mecsid-i Aksâ, Kâbe, Arafat Dağı, Cuma ve Ramazan gibi zaman ve mekânla ilgili kudsiyet Allah-u Teâlâ’nın bildirmesiyle veya Peygamberlerin sünneti ile belirlenmiştir.
- Mekâna kutsallık atfedilmesi, ulûhiyetin o yerde tecelli etmesinden kaynaklanmaktadır. Dinlerde kutsal kabul edilen yerlerin aslında mekân olma açısından diğer yerlerden pek bir farkı yoktur.
Kutsal yerler, bir toplumun dinî hayatının merkezi olan, insan hayatına yön veren ve anlam kazandıran yerlerdir. Kişinin dini ne olursa olsun, insan tabiatı böyle yerlere ihtiyaç duymuş ve kutsal duygusu başlangıçtan beri insan tecrübesinin bir parçası olagelmiştir. İnsan bu duyguyu, mabette herhangi bir yerde olduğundan daha derinde hisseder. Çünkü kutsal yerler ilahi alemle dünyevi alemin kesiştiği Tanrı ile insanın bir nevi buluştuğu ve kişinin kendisini ilahi huzurda hissettiği yerlerdir.
Sanatta kutsal bir imge olarak; Kâbe
Bütün ibadetlerin yönünü belirleyen (mihrap) etrafında dönülerek tavaf edilen Kâbe, mimari için örnek alınan bir yapı formu olmamıştır. Kübik formu cami ve mescidler için bir yapı modeli olarak tekrarlanmamıştır. Kâbe konumu, yapısı, mimarisi ve içerdiği dinî anlamları ile bir sanat eseri olmaktan uzaktadır. Kâbe, İslâm’ın manevi tutumunun bir yansımasıdır. Yani herhangi bir yer ve merkez olmaktan çok sonsuzluk ve sınırsızlığın vurgulanmasıdır.
Kâbe her ne kadar mimari ve estetik olarak bir sanat eseri olmasa da sanat eserlerinde tasvir edilecek kadar güzeldir. Nakkaşlar veya sanatçılar kutsal değerlerimizi eserlerinde tasvir ederken son derece hassas davranmıştır. Mescid-i Haram tasvirlerinde özellikle Kâbe’yi herhangi bir hayal ürününe dahil etmeden gerçeğine yakın olarak çizmişlerdir zira Kâbe basit bir kolaj çalışmasına malzeme olacak bir imge olmaktan çok uzaktadır. Kâbe’ye gidemeyen onu dünya gözüyle göremeyen bir çok Mümin bu tasvirlere bakıp, o kutsal beldeye yolculuk etmenin hayalini kurarken gidip görenler ise bu resimlere baktıkça Kâbe’ye duyduğu muhabbeti adeta tekrar yaşamaktadır.
Hak müyesser etse varsam, güzel Kâbetullah sana
Baktıkça hayranın olsam, güzel Kâbetullah sana
(Yunus Emre)
Sanatın inanç sistemleri tarafından beslendiğini hiç kuşku duymadan kabul edebiliriz. Hatta bunun da ötesinde tarihin daha eski katmanlarına inildikçe sanat diye bağımsız bir alanın mevcut olmadığını, çağdaş kitaplarımızda sanat adı altında ve ayrı bir bölüm halinde incelediğimiz bütün uygulama ve ürünlerin, bir anlam boyutunu şekil olarak dışa vururken somutlaşmış inanç göstergeleri olduklarını fark ederiz. Bu ilke yalnız İslâmiyet için değil, Budizm ve Hristiyanlık için de geçerlidir. Biliyoruz ki, bireysel anlatım veya serbest yorum dediğimiz şey, kültür tarihinin oldukça geç dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Sanat olarak kabul edilen göstergeler, mimari eserler, taşınabilir objeler ve bu başlıklar altında toplanan formlar Doğu’da ve Batı’da iç içe geçmiş mikro inanç tarihleriyle bağlantılıdır.
Peki bir sanatçı kendisine bu kadar muhabbet duyulan, sevilen ve kutsal kabul edilen bir mekânı eserine yansıtmak isterse bunu nasıl yapmalıdır?
Bir Müslümanın herhangi bir davranışı dış çizgileriyle dinimizin İslâm boyutuna, o hareketi niçin yaptığı iman boyutuna, nasıl yaptığı ise ihsan boyutuna tekabül eder. İslâm’ın ihsan boyutunu, Müslüman olmanın ne demek olduğunun estetik düzeyde bir dışa vurumu olarak görmek mümkündür. Duyuş, seziş ve kavrayış estetik tecrübeyi oluştururken, bu durumun duyusal düzeyde algılanacak şekilde ve sanatsal formda ifadeye kavuşturulmasıyla da sanat eseri dediğimiz somut bir şeyi ortaya çıkarır. İslâm sanatının bize bildirmeye çalıştığı şey görünenin arkasındaki görünmeyene ulaşmak, pratikteki gayesi ise dünyayı ve hayatı güzelleştirmektir.
Müslüman sanatçı, zaten güzel olan eşyayı biçimlendirerek bu güzelliği ortaya çıkarır ve onu duyulur hale getirir. Bu anlayışta önem ve öncelik verilen husus, sanatın işlediği nesnenin mahiyetine uygun olmasıdır. İslâm sanatı, İslâm ilkeleri ve inançları üstünde yükselen bir medeniyetin ifadesidir. Zira İslâm her türlü davranışın hakikat, marifet ve ahlakla bağlantılı olduğunu açık bir şekilde vurgular.
Müslümanlar için son derece önemli olan bir mekânın sanatta kendine yer bulması şüphesiz kaçınılmaz olmuştur. Kâbe tasvirlerini mimari, kitap sanatları veya tekstil gibi bir çok alanda görebiliriz. Arapçadaki sa-va-ra kökünden türemiş olan tasvir, tabiatta mevcut veya muhayyel, herhangi bir nesnenin gölge meydana getirecek veya getirmeyecek şekilde benzerinin yapılmasıdır. 13. yüzyılda Selçuklu döneminden itibaren Kâbe tasvirleri farklı el sanatlarında süsleme unsuru olarak yer almıştır. Söz konusu tasvirler sembolik olarak çizilmiş, Kâbe ve çevresindeki yapılar aslına uygun olarak resmedilmeye çalışılmıştır. 16. yüzyılın ilk yarısından itibaren halifeliğin Osmanlılara geçmesi ile beraber Türk resim sanatında Kâbe tasvirleri artmıştır.
İslâm, geleneğe göre dinî mimari içinde tasvir yani resim yapılmasını yasaklanmıştır. Bu yüzden geç devirlere kadar dinî mimaride, Kur’an’dan alınan ayetler, stilize bitki motifleri ve geometrik şekillerden başka resim yapılmamaya çalışılmıştır. Kâbe tasvirleri camilerde en çok mihrap duvarında yer alır. Çünkü mihrap, Kâbe’nin mekâna taşınması veya Kâbe’nin mekân içinde temsil edilmesi anlamına gelmektedir. Son cemaat yerinde, kubbe eteklerinde, harim bölümünde batı veya doğu duvarlarında bu tasvirlere rastlanmak mümkündür. Genellikle tasvirlerin çini üzerinde bulunması çininin, çok dayanıklı olmasından ileri gelmektedir.
Eldeki örneklerden Kâbe tasvirinin halı üzerine 15. ve 16. yüzyılda yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak 1610’da Şeyhülislâmlık’tan Kütahya halıcılarına gelen bir yazı ile ayak altında kaldığı için bu uygulama yasaklanmış, daha sonra aynı tasvirler çini üzerine yapılmaya başlanmıştır. Böylece 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı çiniciliğinde Kâbe tasvirli panolar önem kazanmıştır.
Kâbe Allah’ın yeryüzündeki evi olarak tasvirlerde dikkat çekecek bir şekilde betimlenmiştir. Mescid-i Haram ve Kâbe tüm gerçekliğiyle yansıtılmaya çalışılmışsa da süsleme öğeleri ile zenginleştirilerek daha hayali bir görünüme kavuşturulmuştur. Çini panolar ve duvar resimlerinde asıl olan Kâbe, etrafını çeviren revaklar, mezheplere ait binalar, Mekke şehri, dağları ve evleri tasvirlerde olduğu gibi ya da benzetilerek betimlenmiştir (R.1-2-3-4-5). Süsleme unsuru olarak zemzem kupaları denilebilecek bardak şeklinde şekiller görülmektedir (R.6). Kandiller de süsleme unsuru olarak yer almıştır. Topkapı Sarayı Harem dairelerinde olan çini panolarda kandiller iki minare arasına rengarenk asılmış vaziyette betimlenmiştir. Hurma ağacı motifi ölümsüzlüğün simgesi olarak Mekke ve Kâbe tasvirlerinde bölgeye uygun olarak işlenmiştir (R. 7-8-9). Mekke şehri ve Kâbe her zaman aynı kompozisyonda ve kutsal bir alan olması bakımından her tasvirde en esas kısmı oluşturmuştur. Osmanlı döneminde yapılan bu tasvirler sadece kıble yönünü göstermek amacıyla değil de sanki orada ibadet ediyormuşçasına, hissettirdiği manevi huzur ile gönüllere şevk vermektedir.
Mescid-i Haram ve Kâbe tasvirlerinin bazıları benzer kompozisyon ve üslupta bazıları da tamamen farklı bir üslup özelliği göstermektedir. 17. yüzyıl itibariyle yapılmaya başlanan tasvirlerde ilk başlarda daha sade ve tek boyutlu bir üslup özelliği görülürken 18. ve 19. yüzyıla doğru tekniğin geliştiğini ve Batılılaşma ile tasvirlerde üç boyutluluğa geçişi gözlemlemek mümkündür.
Mescid-i Haram ve Kâbe tasvirli çinilerin kompozisyon ve kalite bakımından hemen hemen en iyi ve güzel olanları minyatür özelliği gösteren çinilerdir. Yani tek boyutlu, hacimsizlik özelliği gösteren, derinlik duygusu olmayan, perspektifsiz, şekilleri sade, renkleri parlak olanlardır (R.10-11-12-13).
18. yüzyılda yapılan tasvirler realist bir üslup özelliği taşır. Mekke şehri, binaları, dağlarının perspektif dizilimi, zemin dolgusu, mekân olgusu, revakların dizilişi, Kâbe’nin küp formunda ortada kendini belli etmesi gibi tüm yönleriyle tasvir edilmiştir. Bu tasvirleri çini dışında duvar resmi olarak cami mimarisinde görmekteyiz. (R.14-15-16-17).
Çini ve duvar resmi gibi mimari süslemede görülen örnekler dışında kitap sanatlarında da Kâbe tasvirlerine rastlamak mümkündür. Hac geleneğini ve yöntemlerini anlatan manzum ve mensur eserlerin yazılıp resimlenmesi 16. yüzyıl Kanuni Sultan Süleyman döneminde görülür. Çünkü Kanuni Sultan Süleyman, kutsal kentlerdeki imar hareketlerini başlatan ilk Osmanlı padişahıdır. Kutsal kent tasvirleri, tasvir ettikleri şehirleri ve çevrelerini topografyaları ile belgelemekle birlikte, “hac rehberi” olma özelliğini de taşırlar. Osmanlı tasvirciliğine özgü olan bu tür çalışmalarda, özellikle Mekke ve Medine kentleri ve bunların civarındaki kutsal yöreler, insan figürüne yer vermeden tasvir edilir.
Fütûhu’l-Haremeyn adlı eser İranlı şair olan Muhyî-yi Lârî’nin mesnevi tarzında Farsça yazdığı hac töresi ve yöntemlerinin anlatılıp resimlendiği bir eserdir. Osmanlı ve Safevi üslubunda resimlenmiş pek çok kopyası vardır. Ortada Mescid-i Haram’ın bulunduğu Mekke tasviriyle başlar. Sonrasında Mekke civarında, hac sırasında ziyaret edilecek yerler, Medine’de Hz. Muhammed’in kabrinin de bulunduğu Mescid-i Nebi ve etrafındaki ziyaret yerleri kroki şeklinde tasvir edilir (R.18)
Kâbe tasvirlerini Hac Vekâletnamesi denilen eserlerde de görmek mümkündür. Hac Vekâletnamesi, başka birinin yerine vekaleten hacca gönderilen kişinin bu görevi yerine getirdiğine dair düzenlenen belgedir. Bu eserler yaklaşık 5 metre uzunluğunda 46 santim genişliğinde tomar şeklindedir (R.19-20).
Bir diğer Kâbe betimlemeli yazma örneklerine en-Nakşibendî el-Muradî tarafından Arapça ve Türkçe yazılan Nebzetü’l Menâsik adlı eserde rastlarız. Haccın yöntemleri ve töresi üzerine yazılmış olan bu eserde Mekke’de ziyaret yerleri kroki görünümünde çizilmiştir. Ayrıca hac sırasında nerde hangi duaların okunacağı da eklenmiştir.
Mekke ve Medine konulu tasvirleri en çok Delâilü’l Hayrât yazmalarında görmekteyiz. Şâzeliyye tarikatının Cezûliyye kolunun kurucusu olan Şeyh Cezûlî’nin salavatlardan oluşan bu risalesi müridleri arasında bir tarikat evrâdı olarak çok okunmuş ve dolayısıyla çok sayıda istinsah edilmiştir. Eseri okuyanın esere yoğunlaşmasını arttırırken her Müslüman için farz olan hac ibadetini yerine getiremeyen ve bunun özlemini duyanlar için de görsel bir zemin hazırlar. Bu tasvirler her dönemin değişen üsluplarını yansıtmaktadır. 18. ve 19. yüzyıl boyunca minyatür sanatında izlenen üslup değişikliğini Delâilü’l-Hayrâtlarda fark edebiliriz. Bir çok kopyası olan hemen hemen bütün müzelerde bulunan bu dua kitaplarında karşılıklı iki sayfada Mekke ve Medine resimleri yer alır. 18. yüzyıl ortalarından sonra yazılan Delâilü’l-Hayrat kopyalarının içindeki resimlerde çok belirgin perspektif denemeleri ve renk tonlamaları göze çarpar (R.21-22-23-24-25).
Türk edebiyatında Kâbe hakkında kaleme alınan eserler genel olarak Kâ’benâme adıyla anılır. Bu ismi taşıdığı bilinen ilk eser Akşehirli Abdurrahman Gubârî’nin (ö.974/1566) 3199 beyitlik mesnevisidir. Kâbe’nin yapılışı ile ölçüleri hakkında bilgi veren mensur Mesâhatnâme (SK. Ayasofya, 3989) adlı kitaplarda da Kâbe’ye dair bilgiler bulunmaktadır. Eyüp Sabri Paşa’nın Mir’âtü’l Haremeyn Mir’âtü Mekke adlı eseri Kâbe hakkında bilgi veren önemli kitaplardan biri olup içinde Kâbe ile ilgili birçok harita, resim ve çizim yer almaktadır. Ahmed Rifat Efendi’nin İhyâü’l-hac isimli risalesinin bir nüshasında (MÜİF, 216) Kâbe, Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi tasvirleri de bulunmaktadır.