Kahire’de yağmurlu ve rüzgârlı bir güne uyanmıştım. Yağmurun aheste aheste yağıyor olması güzel olsa da rüzgâr rahatsız ediciydi. Neyse ki öğlene doğru hava düzeldi. Kahvaltı yapmak için Han el-Halilî çarşısında Ümmü Gülsüm adındaki bir lokantaya girdim. Mısır’ın kendine has lezzetlerinden birisi olan koşariyi deneyecektim. Mısırlılar bu yemeği oldukça seviyor; hatta sadece koşari satan lokantaları bile var. Pirinç, makarna ve yeşil mercimekten yapılan bu yemek, üzerine domates sosu ve acı dökülerek yeniliyor. Görünüşüne bakılınca ne varsa konulmuş hissiyatı vermesine rağmen tadının güzel olduğunu söylemeliyim.
Kahvaltının ardından elimdeki haritaya bakarak Bâbü’l-Fütuh kapısına doğru gittim. Eski Kahire, tıpkı İstanbul gibi surların içinde kalan kısma deniliyor.
- Fâtımîler döneminde halife Mustansir zamanında şehri kuşatacak şekilde inşa edilen surların üç kapısı bulunuyor: Bâbü’l-Fütuh, Bâbü’l-Nasr ve Bâbü’l-Züveyle.
Surların kuzey duvarında bulunan Bâbü’l-Fütuh 1087 yılında inşa edildi. Dışarı doğru açılan iki kuleden oluşan kapıdan girildiğinde İslâm medeniyetinden bir mozaik sunan El-Muiz Caddesi başlıyor. Bu caddenin sonu ise Bâbü’l Züveyle kapısının çıkışıdır.
El-Muiz Caddesi’ne girmeden önce bir taksiciden dinlediğim bilgiyi paylaşayım. Bâbü’l Fütuh’un olduğu bölgeye Cemaliyye deniliyor. Bu ismin verilmesinin sebebi Hac dönemi geldiğinde Hacıları Mekke’ye götürecek develerin Bâbü’l-Fütuh’un önünde toplanması ve gidenlerin buradan uğurlanmasıydı. Bu güzel detayı öğrendikten sonra caddemizi gezmeye başlayabilirdik.
El-Muiz Caddesi’nde temel olarak bizi üç ayrı devletin mimarî anlayışı karşılıyor: Fâtımîler, Memlûkler ve Osmanlılar.
İlk olarak Hz. Ömer döneminde Mısır’ı fetheden Amr b. Âs’ın kurduğu ve Fustat adını verdiği şehir, Fâtımî halifesi Muiz-Lidînillâh döneminde Ihşîdî hâkimiyetine son veren kumandan Cevher es-Sıkıllî tarafından fethedildi ve şehrin idare edileceği yeni bölge olan Katâi’ şehrinin kuzeyindeki Menâh bölgesinde saray ve sur inşaatına başlandı. Yukarıda bahsettiğim surlar ve kapılar Cevher’in inşa ettiği bu yapılardır. Sonrasında, Halife Muiz-Lidînillâh’ın gelişiyle şehre “Kahire” yani düşmanlarını kahreden ismi verildi. Surların inşa ediliş biçiminden ötürü kare bir yapıya sahiptir bu yeni şehir. El-Muiz Caddesi de ismini Muiz-Lidînillâh’tan alıyor.
Bâbü’l Fütuh’tan girdiğimizde sol tarafta bizi ilk olarak El-Hâkim Camii karşılıyor. 990 yılında Fâtımî halifesi Azîz-Billâh tarafından yapımına başlanan cami bir sene sonra ibadete açıldı; fakat tamamlanması Hâkim-Biemrillah döneminde gerçekleşti. Büyük bir avluya sahip olan yapının kapı süslemeleri oldukça etkileyiciydi. Aynı zamanda minareleri farklı olması hasebiyle dikkat çekiciydi. İç tarafındaki duvarları sıvayla kaplanmıştı. İlginç bir şekilde çok temiz bir mabetle karşılaştık. Tolunoğulları ve Sultan en-Nâsır Muhammed Camii’nin tozlu halılarından eser yoktu burada. Fâtımîlere ait diğer camileri de gezdiğimizde benzer durumla karşılaşacaktık.
El-Hâkim Camii’nden sonraki durağımız Süleyman Ağa Silahdar Camii olacaktı. Fakat öncesinde gördüğümüz kahveciye girerek bir Mısır kahvesi içtik. Türk kahvesine benzeyen kahvenin kıvamı oldukça iyiydi. Mısır’da içtiğimiz bir diğer içecek ise kamış suyuydu. Tadının çok güzel olduğunu söylemeliyim. Kahvenin ardından caminin önüne geldik. Kalede karşılaştığımız can sıkıcı durum burada da peşimizdeydi.
Fâtımîler dönemine ait camiler haricindekilere giriş yapmak için bilet almamız gerekiyordu.
Kalavûn Külliyesi’nin yanında bulunan bilet ofisinden bir bilet aldığınızda El-Muiz Caddesi’ndeki tüm yapıları ziyaret edebiliyorsunuz. Tabii ki uluslararası dolaşıma açık banka kartınızın yanınızda olması gerekiyor.
Camiye ilk etapta giremesek de dışarıdan inceleme fırsatımız oldu. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın emirlerinden Silahdar Süleyman Ağa tarafından yaptırılan mabet, yanındaki sebilküttâb ile beraber adeta küçük bir külliye haline gelmiş. Osmanlı tipi minaresini görünce oldukça sevindiğimi söylemeliyim. Zira Fâtımîlerin ve Memlûklerin ince ince işlenmiş minareleri her ne kadar harikulade olsa da İstanbul’da doğup büyüdüğüm için alıştığım mimari tarzı farklı bir İslâm şehrinde görmek beni mutlu ediyor.
Yürümeye devam ediyoruz ve karşımıza yine bir Fâtımî yapısı olan Akmar Camii çıkıyor. Caminin kapısındaki süslemeleri dakikalarca seyrettim. Caddedeki en küçük camilerden biri olmasına rağmen en çok etkilendiğim yapılardan birisi oldu. Mabet olarak hizmet veriyor olması bunda önemli bir etken olabilir. Yukarıda da değindiğim gibi Fâtımîlere ait eserler temizliğiyle dikkat çekiyordu. Akmar Camii de aynı şekilde pırıl pırıldı. 1125 yılında Vezir Me’mûn el-Batâihî tarafından yaptırılan caminin küçük ve şirin bir iç avlusu bulunuyor. Ziyaret edenlerin çok etkileneceğinden ve bana hak vereceğinden eminim.
Akmar Camii’nin biraz ilerisinden itibaren Memlûklerin abidevî yapıları başlıyor. İlk olarak Abdurrahman Kethüda Mektebi ve Sebili ile karşılaşıyoruz. İlk yapıldığında sebilküttâb olarak hizmet eden yapı günümüzde porselenlerin satıldığı bir dükkân haline gelmiş. İçeri girip porselenleri incelediğimizde kitapların olduğu bir raf gördük. Hemen incelemeye başladık ve kitapların arasında eski Kahire fotoğraflarının olduğu bir albüm gördük. Şehri incelememiz ve geçmişle mukayese yapmamız açısından bu albüm oldukça önemliydi. Fiyatı da ucuz olunca hemen satın aldık. Dükkânın sahibiyle biraz muhabbet etme fırsatı bulduk. Entelektüel düzeyi yüksek bir insandı. Kendisinden caddenin ve sebilin hikâyesini dinledikten sonra Kalavûn Külliyesi’ne geçtik.
Arapça öğrenmek için muhakkak birileri Salahaddîn çizgi filmini izlemenizi tavsiye etmiştir. Çizgi filmin ilk bölümlerinde Salahaddîn ile Enise’nin mücadelelerine rastlarız. Yüksek duvarların üzerinden atlayarak birbirlerini kovalarlar. Zahir Berkûk Camii ve yanındaki Kalavûn Külliyesi, kendimizi bu çizgi filmin içerisinde gibi hissettirdi. Memlûk liderleri olan Berkûk ve Kalavûn, yan yana birbirinden ihtişamlı iki yapı inşa etmiş. Fakat ne yazık ki ikisi de müze olarak kullanılıyor. İlk olarak 1284 yılında yaptırılan Kalavûn Külliyesi’ne girdik. Girerken bileti gösterdiğimiz iki görevli de Türk olduğumuzu öğrenince Sultan el-Melikü’l-Mansûr Kalavûn’un da Türk olduğunu söyleyerek bizimle ayrıca ilgilendi. Hatta bizi herkesin çıkamadığı kubbe ve minare kısmına dahi çıkardılar.
Girişte sağda ilk olarak Kalavûn’un türbesini gördük. Ahşap bir korumayla korunan sandukada külliyenin ihtişamından eser yoktu. Ufak bir mezar taşı ve ahşap sandukadan ibaretti. Fakat türbenin yapısı oldukça etkileyiciydi. Detaylı arabesk süslemeleri uzun uzun inceledik. Ardından avluya çıkıp camiye doğru giderken görevli minareye çıkabileceğimizi söyledi. Bu teklif bizim için reddedilmesi mümkün olmayan bir teklifti. Hem o eşsiz minaresini hem de El-Muiz'i kuş bakışı görecektik. Merdivenlerden çıkmaya başladık. Tepeye çıktığımızda nefes nefese kalıp üzerine rüzgârı hissedince ne kadar yüksek olduğunu anlamıştık. Fakat minareyi, kubbeyi ve medrese odalarını görünce bütün yorgunluğumuzu unuttuk.
Minare üç katlıydı. İlk iki katının külliyenin yapımında üçüncü katının ise Kalavûn’un oğlu el-Melikü’n-Nâsır Muhammed tarafından yaptırıldığını öğreniyoruz.
Kubbeyi yanı başından incelemek ise oldukça farklı bir deneyim oldu bizim için. İlk defa bir kubbeyi bu kadar yakından görme fırsatımız oluyordu. Aşağıya inerken görevli bir şey daha göstereceğini söyleyerek bize çatıda bir duvarı gösterdi. Tuğlaların arasına depremde yapının korunması için ahşapların konulduğunu söyledi. Hakikaten tuğlaların arasındaki ahşaplar çok net bir biçimde görünüyordu. Yapıya dair hayretlerimiz artarak aşağıya indik.
Caminin bulunduğu alana doğru yürürken el-Melikü’n-Nâsır Muhammed’in türbesine girdik. Babasının türbesinden daha sade bir türbeye sahip olan sultanın sandukasının etrafında herhangi bir koruma yoktu. Sanduka da oldukça gösterişsizdi. Camiye girdiğimizde süslemelerini uzun uzun seyredeceğimiz mihrapla karşılaştık. Fakat asıl ilgi çekici olan vaaz kürsüsüydü. Öyle süslü olduğundan değil hakkında duyduğumuz bilgi önemliydi.
Kalavûn Camii’nde bulunan vaaz kürsüsü, İbn Teymiyye’nin vaaz verdiği kürsüymüş.
El-Melikü’n-Nâsır Muhammed b. Kalavûn’un tekrardan tahta çıkmasına kadar hapislerde tutulan İbn Teymiyye, bu dönemde Kahire’ye gelecek ve en önemli külliyede eğitim verecekti.
Adeta büyülenmiş olarak çıktığımız Kalavûn Külliyesi’nin üzerimizdeki etkisi çok uzun sürmeyecekti. Zira Kahire gerçekleri yakamızı bırakmıyordu. Külliyeden çıkınca bağrışma sesleri duyduk. Büyük bir kavga olduğunu düşünüyorduk fakat set ışıklarını gördüğümüzde bir dizinin çekildiğini ve bu seslerin de oyunculara ait olduğunu anladık. Kahire’de de dizi seti görmedik demeyecektik.
Sırada Zahir Berkûk Camii vardı. Kapıdaki görevliye bileti gösterdikten sonra içeri girdik. Kalavûn Külliyesi kadar olmasa da ihtişamlı bir yapıyla karşı karşıyaydık. Girişteki abbarada yürümek oldukça keyifliydi. Burada Mısır’a ait bir fes türü olan tarbuşlarımızı takıp birkaç fotoğraf çekildik.
Namazın kılındığı alana girdiğimizde avluda bizi bir sebil karşıladı. Avluyu kuşatan duvarların üstündeki hat yazılarını uzunca inceledik. Caminin kubbesindeki işlemeler çok güzeldi. Memlûk mimarisinden etkilendiğimizi söylemeliyim. Ayrıca bu iki caminin gerek mimarisi gerek konumu bana bir hâkimiyet mücadelesinin ürünü olduğunu hissettirdi. El-Muiz Caddesi’ndeki Fâtımî hâkimiyetinin gölgede kalması için Memlûk hâkimiyetini hissettirecek abidevî yapılarla karşı karşıyaydık. Sıradaki durağımız şehrin en önemli simgelerinden birisi olan Hz. Hüseyin Camii’ydi.
- Hz. Hüseyin’in kabri Irak’ın Kerbela şehrinde olmasına rağmen başının Kahire’deki bu camide olduğuna inanılıyor.
Dolayısıyla halk tarafından bu bölgeye ayrıca önem veriliyor ve hakikaten caminin manevi havası da oldukça farklıydı. Abdestlerimizi alıp öğle namazını kıldık. Ardından Hz. Hüseyin’in başının olduğuna inanılan kısma doğru yürüdük. Üzerinde hücre yazıyordu. Sırada beklememize rağmen kapısı açılmadı. Silahlı korumalar ise sık sık hücre kısmına girip çıkıyordu. Kapılar da tutulmuştu. Sanırım bir yetkili ziyarete gelmişti. Cami günün her saati çok kalabalık oluyor. İnsanlar burayı aynı zamanda sosyal bir alan olarak değerlendiriyor. Dışarı çıkıp Kahire’nin tarihî Han el-Halilî çarşısında gezmeye başladık.
Burada gezerken bazı hususlara dikkat etmeniz gerekiyor. Öncelikle iyi pazarlık yapmalısınız zira ilk söylenen fiyatlar yanıltıcı oluyor. Mesela farklı dükkânlara tarbuş sorduğumuzda genelde 40-50 cüneyh arası fiyat veriliyordu. En son gittiğimiz dükkân 100 cüneyh fiyat verdi. Her yerde yarı fiyatına olduğunu ve 50 cüneyhten fazla vermeyeceğimizi söylememe rağmen ısrarla en son 75 cüneyhe indireceğini söyledi. Tarbuşu bırakıp almayacağımızı söylediğimizde “tamam dediğiniz fiyata olsun” diyerek yanına çağırdı. Pazarlık yapmaktan kesinlikle çekinmeyin, birçok dükkâna girerek fiyatlarda mukayese yapın. Zira ürün fiyatlarında herhangi bir standart bulunmuyor. Gelen müşteriye göre fiyatlar olduğundan fazla söylenebiliyor.
Uzun bir yürüyüş ve alışveriş sonunda biraz yorulmuştuk. Hem dinlenmek hem de çay içmek için El-Fişavî kahvesine geçtik. Burası Mehmed Âkif’in Mısır günlerinde sıkça uğradığı bir yer olduğundan dolayı bizim için ayrıca önemliydi. Çarşının iç tarafında bulunan kahvede oturup naneli çaylarımızı söyledik. Çayımızı içerken bir yandan da seyyar satıcıların getirdiği malzemeleri incelemek zorunda kalıyorduk. Çünkü oturduğumuz süre zarfınca hiç durmadan farklı eşyalar satan seyyar satıcılar gelip yanımıza oturuyordu. En keyifli an ise sanatçıların gelip şarkı söylemeye başladığı andı. Kendimizi adeta bir semai kahvesinde hissediyorduk. Mısır’ın müzik kültürünü de öğrenmiş oluyorduk. Çaylarımız bittikten sonra El-Ezher Camii’ne doğru geçtik.
Kahire’de en çok merak ettiğim yer El-Ezher desem sanırım abartmış olmam. Zira çocukluğumdan beri sürekli El-Ezher ismini duyuyordum. Bosna’da önemli hizmetleri olan Mehmed Handzic, Düzceli Yusuf Ziyaeddin Ersal Hoca, Moro Müslümanlarının lideri Selamet Haşim ve birçok önemli isim El-Ezher mezunuydu. Dünyanın farklı yerlerindeki davetçileri yetiştiren bu merkezi görecek olmak benim için heyecan vericiydi.
Camiye girdiğimizde karşılaştığımız ilk şey içerideki çeşitlilik ve canlılıktı. Her tarafta bir ders halkası bulunuyordu. Sadece erkeklerin değil kadınların da bulunduğu halkalardı bunlar. İstediğimiz halkaya dahil olarak derslere katılabiliyorduk. Halkaların dışında birçok öğrenci bireysel olarak ders çalışıyordu. Ailelerin de sıkça uğradığı bir yerdi El-Ezher. Avlusunda oturan insanlar ve oynayan çocukları görmek mümkün. Hz. Hüseyin Camii, El-Ezher Camii ve Hüseyin Meydanı, din ve dünyanın bir bütün olduğunu gösteren fonksiyonlarını koruyorlar.
El-Ezher, Fâtımî halifesi Muiz-Lidînillah’ın emriyle yaptırılan bir cuma camisiydi. Fâtımîler burada şiî inançlarını yaygınlaştırmak için faaliyetlerde bulunuyordu. Eyyûbîlerin fethiyle Fâtımî hanedanlığına son verilip Abbasî halifesi adına hutbe okunmaya başlanınca, zaten çok da maya tutmamış olan şiîlik tamamen kaybolmaya yüz tuttu. Memlûkler döneminde de cuma cami olarak kullanılan külliye, tarihin her döneminde siyasî bir kimliğe sahipti. 2010 yılında El-Ezher'e atanan Ali Cuma, Sisi’nin yaptığı darbede açıkça Sisi’nin tarafında yer almıştı. Yani El-Ezher her zaman siyasetin gölgesinde olan bir eğitim kurumu olmuştu.
El-Ezher'in arka sokağında sıra sıra kitapçılar bulunuyor. Bilhassa İslâm ilimlerine ait kitapların bulunduğu ufak çarşıda gezerken kendimi kitaplarda anlatılan eski İstanbul sahaflar çarşısında gibi hissettim. Etrafta dağınık duran sıfır ve ikinci el kitaplar ve her dükkânda kitapları inceleyen öğrenciler, bu havayı teneffüs etmek çok bereketli oldu. Artık El-Muiz Caddesi’nin diğer kısmını gezmeye başlayabilirdik. Diğer kısmı diyorum çünkü araç yolu caddeyi ikiye bölüyor. Aslında El-Ezher'e kadar gezdiğimiz kısım caddenin neredeyse tamamına yakındı. Fakat Bâbü’l-Züveyle’ye doğru görmemiz gereken birkaç eser kalmıştı.
Kansu Gavri Vakıfları’nın altından yürüyüp önce Müeyyed Şah Camii’ni ardından Bâbü’l-Züveyle’yi görerek günü tamamlayacaktık. Yol üzerinde gördüğümüz bir atölye dikkatimizi çekti. Kapıda asılı tarbuşlar bulunuyordu. Burası bir tarbuş atölyesiydi. Nasıl yapıldığını izlerken bir yandan atölye sahibinden tarbuşa ait bilgiler alıyorduk. İki çeşit tarbuş yapıyorlardı. Birisi uzun, fes şeklinde olan herkesin takabildiği diğeri ise Ezherî olarak da bilinen kısa ve etrafı sarıklı kendi tabirleriyle “imam tarbuşu” idi. Çarşıda sıkça gördüğümüz tarbuşun yapılışını izlemek Mısır’a dair güzel bir tecrübe oldu.
Memlûklere ait eserlerin genellikle müze olduğunu gördüğümüzde Müeyyed Şah Camii’nin de aynı kaderi paylaşacağını düşünerek üzülmüştük. Fakat camiye girdiğimizde durumun böyle olmadığını ve mabet olarak hizmet verdiğini gördüğümüzde çok mutlu olduk. Memlûk Sultanı Şeyh el-Mahmudî tarafından yaptırılan cami, Bâbü’l-Züveyle’nin yanında bulunuyor. Zarif kubbesi ve sebiliyle burası çok hoşumuza gitti. Ayrıca El-Muiz'deki kalabalık ve keşmekeşin ardından caminin avlusundaki sükûnet bize çok iyi geldi. Son durağımız Bâbü’l-Züveyle’ye doğru yürümenin vakti gelmişti.
İki minareye sahip olan Bâbü’l-Züveyle iki özelliğiyle biliniyor. İlki yukarıda bahsettiğim Bâbü’l-Fütuh’un bulunduğu Cemaliyye’den çıkarak Hacc’a giden kafilelerin, Memlûk sultanları tarafından Bâbü’l-Züveyle’de selamlanması. İkincisi ise birçok idamın bu kapıda gerçekleşmiş olması. İdam edilen kişilerin başlarının bu kapıda sergileniyor oluşu Bâbü’l Züveyle’nin hafızalarda kötü bir intiba bırakması için yeterliydi. Burada gerçekleşen en meşhur idam ise son Memlûk Sultanı Tomanbay’ın idamıydı. Memlûk Sultanı Kansu Gavri Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim’e karşı Suriye seferine çıkınca devletin idaresini Tomanbay’a bıraktı. Mercidabık Savaşı’nda Kansu Gavri ölünce yerine Tomanbay’ın geçmesine karar verildi.
Mercidabık Savaşı’ndan sonra Yavuz Sultan Selim bir mektup yazarak Tomanbay’ı kendisine itaat etmeye çağırdı. Fakat Tomanbay bunu kabul etmedi ve Ridâniye Savaşı meydana geldi. Bu savaşı Osmanlılar kazandı ve Memlûkler devri sona erdi. Tomanbay yakalandıktan sonra Yavuz Sultan Selim tarafından Şehsuvaroğlu Ali Bey’e teslim edildi. Ali Bey’in babası Dulkadiroğlu Şehsuvar Bey Osmanlılara sadakat gösterdiği için dönemin Memlûk sultanı tarafından Bâbü’l Züveyle’de idam edilmişti. Ali Bey zamanında babasının idam edildiği Bâbü’l Züveyle’de Tomanbay’ı idam ettirdi. Yavuz Sultan Selim, Tomanbay için Kahire’de bir cenaze töreni düzenledi. Böylelikle Kahire’de Osmanlı devri başlıyordu.
Bâbü’l-Züveyle rotamızın son noktasıydı. Uzun bir güzergâhta yürüdüğümüz için yorulmuştuk. İkinci rotamızın özeti hâkimiyet ve mozaikti. Fâtımîler, Eyyûbîler, Memlûkler ve Osmanlıların hâkimiyet mücadelesine şahit olan El-Muiz aynı zamanda bu dört devletin mimarî anlayışından örnekler sunmasıyla medeniyetler mozaiğiydi. Bâbü’l-Züveyle’den çıkıp taksiyi beklerken gördüğümüz karmaşa ise Ortadoğu’nun özetiydi adeta.
Fotoğraflar: Burak Çetik