İsrail'in Hedefini Vuran Kör Kurşunları
İsrail’in esas olarak bir planı vardı: Filistin toprakları içerisinde kendisine tehdit oluşturabilecek hiçbir yapının olmaması. Başındaki şuurlu liderler tarafından yönlendirilen bir Filistin halkının kendisi için ne kadar büyük bir tehdit olacağını bilen İsrail, şüphesiz bunu ortadan kaldırmak için de suikast gibi yok etme, zayıflatma teşebbüslerinde bulunuyordu.
1995 yılında Filistin ile İsrail arasında gerçekleşen II. Oslo Anlaşması Filistin topraklarını üç ayrı bölgeye ayırmış, içerisinde Gazze’nin de yer aldığı toplam toprak yekûnunun %18’ine tekabül eden yerler A Bölgesi adı altında Arapların yoğun yaşamakta olduğu Filistin Devleti’ne bırakılmıştı. Bu toprakların %22’lik bir kısmına tekabül eden ve B Bölgesi olarak bilinen topraklar ise İsrail ordusunun elinde bulunma şartıyla sadece idare bakımından Filistin’e verilmişti. Geriye kalan %60’lık kısım da tamamıyla İsrail’e terk edilmişti.
Edward Said, Oslo Anlaşmaları ile alakalı “Filistin’in Versay’ı” ifadesini kullanmış, ne barışın ne de kalıcı bir çözümün elde edildiği Oslo Anlaşmaları günümüzde de net bir şekilde görüldüğü gibi istenen neticenin elde edilmesi noktasında başarısız olmuştu.
Sıklıkla unutulan bir nokta vardı ki o da İsrail stratejik siyasî hamleler konusunda çevik bir manevra kabiliyetine sahipti. Görünüşte müspet neticeler getireceği düşünülen durumlar, İsrail’in gerçek niyetini kavrayamamaları neticesinde Araplar için hayal kırıklığından öteye geçemiyordu.
İsrail’in esas olarak bir planı vardı: Filistin toprakları içerisinde kendisine tehdit oluşturabilecek hiçbir yapının olmaması. Bunu gerçekleştirmek adına siyaseten gerekirse işgal ettiği topraklardan çıkabilirdi de.
Batı Şeria’daki yapının adeta kavanoza sokulması kabilinden gelinen nokta da öyle görünüyor ki İsrail’in uzun süreçli bir planının gerçekleşmesinden başka bir şey değildi. İsrail için bu süreç bu kadarla da sınırlı kalmamıştı. Batı Şeria’da kendisine tehdit olabilecek yapılar ve isimler hâlâ vardı. Ne var ki artık avucunun içine aldığı bu bölgede istediği faaliyeti de rahatlıkla yerine getirebiliyordu.
el-Cezîre’den kıymetli meslektaşımız Tâmir el-Mishâl’in yaptığı bir araştırma kimi dehşet verici gerçekleri de ortaya koyuyordu. Araştırmanın neticesini el-Cezîre’nin önemli programlarından “Mâ Hafiye A’zam”da ortaya koyan gazeteci, müşahhas delillerle İsrail’in Arap bölgelerinde kendine tehdit olarak gördüğü aktivist, toplum lideri veya vatandaşlara suikast faaliyetlerinde bulunduğunu ortaya koymuştu.
Yakın bir tarihten misal vermek gerekirse 7 Ocak 2021’de kim olduğu belli olmayan silahlı bir grup, Ümmü’l-fahm Eski Belediye Başkanı Süleyman İğbâriyye’ye bir suikast teşebbüsünde bulunmuş ve o her ne kadar bu saldırıda ölmese de ciddi yaralar almıştı.
Hiç şüphesiz Süleyman İğbâriyye’nin suikaste uğramasında, Filistin toplumunda fazlasıyla itibar edilmesi ve Kudüs ve Mescid-i Aksâ davasındaki rolü de söz konusuydu. Bu saldırıdan kurtulması adeta bir mucizeydi. Tedavisinin ardından açıklamada bulunan Süleyman İğbâriyye, kendi ifadeleriyle vakanın nasıl yaşandığını anlatmıştı. Buna göre bir araba kendisinin kullandığı arabanın önünü kesmiş, içerisinden maskeli ve silahlı kişiler çıkmıştı. Vücudunun çeşitli yerlerine isabet eden sekiz kurşun da o silahlardan ateşlenmişti.
İsrail tarafından sızan kimi belgeler, bunun alelade bir saldırı teşebbüsü olmadığını ortaya koyuyordu. Zira ele geçirilen belgelere göre Süleyman İğbâriyye işgal kuvvetleri tarafından ciddi bir şekilde takip edilen biriydi. Yaptığı görüşmeler, attığı adımlar, bulunduğu mekanlar dakik bir surette İsrail tarafından takip ediliyordu. Kaldı ki Süleymân İğbâriyye’ye yapılan suikast teşebbüsünden kısa bir zaman sonra gerçekleşen ve ölümle neticelenen bir başka suikast girişimi, sanki operasyon için bir el tarafından düğmeye basıldığını gösteriyordu. Filistin direnişinin Yafa’daki çok önemli isimlerinden biri olanMuhammed Ebû Necm, silahlı bir saldırganın kurşununa hedef olmuş ve hayatını kaybetmişti. İşin bir hayli dikkat çekici tarafı ise Muhammed Ebû Necm’in suikaste uğramasından birkaç saat önce hastanede Süleyman İğbâriyye’yi ziyaret etmesiydi. Muhammed Ebû Necm’in siyasî ağırlığı hakkında söylenen ifadeler, onun sadece Yafa ’da değil, Filistin topraklarının tamamında nasıl bir güce sahip olduğunu gösteriyor ve İsrail için ciddi bir tehdit olabilecek cinsten önemli bir siyasî potansiyeli temsil ediyordu.
- Üzerinden uzun sayılabilecek bir müddet geçmiş olmasına rağmen hâlâ saldırganların tespit edilememiş olması, sürdürüldüğü iddia edilen tahkikat ile alakalı herhangi bir detayın verilmemesi, her iki suikast teşebbüsünün de aynı metot üzere gerçekleşmesi ve burada saldırıya konu olan iki kişinin de Filistin meselesiyle doğrudan alakadar olması ve bu konuda mücadele vermesi, İsrail’in bu işte parmağının olduğunun aslında işaretlerini veriyor, diğer başka deliller de kesin bir şekilde İsrail’in buradaki varlığını kesinleştiriyordu.
Tedavisinin ardından yaptığı açıklamada Süleyman İğbâriyye ayrıca, arabasının maskeli saldırganların kullandığı araba tarafından kesildiği bölgede gerek İsrail ordusu, gerek istihbaratı gerekse de İsrail polisine ait güvenlik kameralarına işaret etmiş, bu kameraların suikaste uğradığı günde çalışmadıklarını söylemişti. Dahası, delil teşkil edecek o bölgede bulunan özel mülkiyetlere ait güvenlik kameraları da olayın gerçekleştiği günden itibaren beş gün boyunca kullanılmamıştı.
Başındaki şuurlu liderler tarafından yönlendirilen bir Filistin halkının kendisi için ne kadar büyük bir tehdit olacağını bilen İsrail, şüphesiz bunu ortadan kaldırmak için de suikast gibi yok etme, zayıflatma teşebbüslerinde bulunuyordu. Bunu yapabilecek zemin de Yahudi toplumu arasında %60’a varan suç oranıyla daha da kolay hale geliyordu. Yukarıdan gelecek emirleri yerine getirecek çeteler oluşturuluyor, bu şekilderesmî makamların doğrudan müdahalesiyle oluşabilecek bir baş ağrısı önlenmiş oluyordu. Bu bakımdan İsrail’in Filistin topraklarında suçu önleme adına bir teşebbüste bulunmaması ve Filistin toprakları içerisinde artan silahlardaki devasa rakamlar bu durumu izah ediyordu.
İsrailli kimi eski emniyet yetkililerinin de ifade ettiği üzere kimi örgütler silahlarını İsrail ordusuna ait yerlerden temin ediyor, Filistinlilere doğrultulan ve pek çok Arabın ölmesiyle neticelenen saldırılarda kullanılan silahlar söylenilene göre çalınma neticesinde ele geçiriliyordu.
Suç örgütlerinin kim olduğu, nerede bulundukları, neye sahip oldukları gibi soruları kesinlikle bildiği düşünülen İsrail’in bu örgütleri tespit etme noktasında işi ağırdan alması ise kimi Filistinlilere göre çalınan veya ağır basan düşünceye göre çalınmasına müsaade edilen silahların Araplara doğrultulacak olmasından kaynaklanıyor.
2000 yılından itibaren Batı Şeria’da Filistinli Araplara yönelik gerçekleşen 1700’den fazla organize suç ve suikast haklı olarak bunun stratejik bir metotla yapıldığını düşündürtüyor. İsrail bir yandan Gazze’de Hamas’la mücadele ederken, bir yandan da bir nevi kontrolü altına aldığı Batı Şeria’da kendisine tehdit olarak gördüğü yapıları sindirmeye çalışıyor. Öyle anlaşılıyor ki Gazze’de yürüttüğü radikal adımlara paralel olarak sanki Batı Şeria’da da sessizce yürüttüğü sindirme politikasını hızlandırmış durumda. Zira sadece içinde bulunduğumuz yılın ilk aylarında Filistinli Araplara yönelik 20 vakanın yaşanması bunu gösteriyor. Filistinlilerin hayatlarını kaybettikleri, yaralandıkları mevcut problemlerden İsrail’in bir de Filistinlileri sorumlu tutması hiç şüphesiz bu politikanın bir ayağını oluşturuyor. Ve Batı Şeria’da bu yaşananlar çok açık bir gerçeği gösteriyor ki kendi devlet çatıları altında bulunmadıkları müddetçe Filistinliler için asla kalıcı bir barış imkanı olmayacaktır.