Filistin’den Peşaver’e
Abdullah Azzâm’ın ortadan kaldırılmasıyla, Pakistan-Afganistan hattındaki en etkili liderlerden biri devreden çıkmış oldu. Suikastın sorumlusu olarak Usâme bin Lâdin, Eymen Zevâhirî, Mısır İstihbaratı, İsrail, ABD, İran gibi çok sayıda odak zikredilse de, bu iddiaların hiçbiri şimdiye kadar somut kanıtlarla ispatlanabilmiş değildir. Azzâm ise, hakkındaki tüm ithamlar ve hayranlık dolu cümlelerle birlikte, Arap ve İslâm dünyasında yüz binler tarafından hâlâ ilgiyle araştırılmakta ve kaleme aldığı eserler günümüzde de merakla okunmaktadır.
Abdullah Yûsuf Azzâm, 1941 yılında, Batı Şeria’nın Cenîn kenti yakınlarındaki Sîletu’l-Hârisiyye köyünde dünyaya geldi. Babası Yûsuf Mustafa Azzâm, köyün Şevâhine mahallesinde, kendi halinde yaşayan dindar bir insandı. İlk öğrenimini köyünde tamamladıktan sonra Tulkarim şehrindeki ziraat lisesine kaydolan genç Abdullah, 1956’da buradan mezun oldu. Okul sıralarında zekâsı ve dinî ilimlere merakıyla dikkatleri çektiğinden dolayı, liseden sonra Şam’a giderek orada İslâmî ilimler tahsil etmesi kimseyi şaşırtmadı. 1966’da Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi’nden “pek iyi” dereceyle mezun oldu.
(Üniversitenin son yılında kendisinden 7 yaş küçük Semîre Muhyiddîn’le evlenen Abdullah Azzâm’ın bu mutlu evlilikten 5 oğlu (İbrahim, Huzeyfe, Muhammed, Hamza, Mus’ab), 3 de kızı (Fâtıma, Vefâ, Sumeyye) dünyaya gelecekti.)
Üniversite eğitimini tamamlayınca tekrar köyüne dönen Azzâm, o sırada Ürdün Krallığı’nın kontrolü altındaki Batı Şeria’nın çeşitli bölgelerinde imam-hatiplik, vaizlik ve öğretmenlik yaptı. Bir yandan akademik kariyerini sürdürürken bir yandan da öğrenci yetiştiren Azzâm, ilk kitap teliflerine de bu süreçte başladı. Altı Gün Savaşı’yla (1967) İsrail, Arap ordularını mağlup ederek sınırlarını 3,5 kat genişlettiğinde, Batı Şeria da işgal edilmiş bulunduğundan, Abdullah Azzâm ve ailesi de Ürdün’e göç etmek durumunda kaldı.
Nüfusunun çoğunluğu Filistinli mültecilerden oluşan Ürdün’de yeni bir hayat kurmaya çalışırken, Abdullah henüz 26 yaşındaydı. Genç öğretmen, hayatının o zamana kadarki kısa seyrine rağmen, siyasî bilincini şekillendiren önemli dönüm noktalarından geçmişti:
Dünyaya geldiği zaman diliminde, Filistin toprakları İngiliz Manda Yönetimi’nin idaresindeydi. 7 yıl sonra, 1948’de İsrail kurulduğunda Abdullah ve bütün akranları kendilerini hızlı bir şekilde olgunlaştıran bir sürece girdiklerini fark etmekte gecikmemişti. 1928’de Mısırlı genç bir öğretmen -Hasan el Bennâ- tarafından kurulan Müslüman Kardeşler Teşkilâtı (kısaca: İhvân) fikriyatıyla daha ortaokul yıllarında tanışan Azzâm, Bennâ’nın risâleleri başta olmak üzere, İhvân’ın bütün yazılı kaynaklarını erkenden okumuştu.
Şam’da geçirdiği yıllar onu Saîd Havvâ, Mervân Hadîd, Saîd Ramazan el Bûtî gibi önemli isimlerle tanıştırmış, yeniden Filistin’e döndüğünde ise, 1959’da Yâser Arafat liderliğinde Kuveyt’te kurulan Fetih Hareketi’nin İsrail’e karşı direniş mücadelesine tanıklık etmişti. Bilâhare Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kuruluşu ve o dönemde siyasî bir fenomen olarak Arap sokaklarında fırtına gibi esen Cemâl Abdunnâsır’ın etkisi, Azzâm’ın yakından izlediği bir başka süreçti. 1967’deki hezimet, o dönemdeki birçokları gibi Abdullah Azzâm’ın da “düşman”a karşı mücadelenin altyapısını ve yöntemlerini sorgulamasına yol açmıştı.
- Kur’ân ve sünnete sımsıkı bağlı bir hayat sürme idealinde olan Azzâm, Fetih ve FKÖ’nün Marksist-Sosyalist çizgisiyle uyuşamıyordu. Arap dünyasında Sovyetler Birliği’nin tesirinin giderek artması ve Mısır’la Suriye üzerinden bölgeye Komünist esintilerin girmesi, Azzâm’ın rahatsız olduğu bir başka husustu.
Siyasî süreç böyle ilerleye dursun, Abdullah Azzâm, İslâmî ilimlerdeki yetkinliğini Kahire’deki ünlü Ezher Üniversitesi’ne intisap ederek daha da derinleştirmek istedi. 1970’in eylülünde Cemâl Abdunnâsır’ın ölümüyle siyasî havanın tamamen değiştiği Mısır’a giden Azzâm, sonraki üç yıl boyunca Ezher’de usûl-i fıkh tahsil etti. 1973’de doktorasını tamamlayıp yeniden Ürdün’e döndüğünde, Amman’daki Ürdün Üniversitesi’nin öğretim üyeleri arasına katıldı. 1980’e kadar Ürdün’deki eğitim faaliyetlerini sürdüren Azzâm, bir yandan da siyasetle sürekli alakadar oldu. Onun aktif politik çizgisinden ve İsrail’e karşı direnişin aktif üyeleri arasında yer almasından rahatsız olan Ürdün yönetimi, kendisini ülkeden ayrılmaya mecbur bırakınca, Abdullah Azzâm da Suudi Arabistan’ın Cidde kentindeki Kral Abdulaziz Üniversitesi’ne geçerek öğretim üyeliği yapmaya başladı.
Abdullah Azzâm’ın Suudi Arabistan’a iltica ettiği dönemde, Ortadoğu ve İslâm dünyasında sıra dışı gelişmeler yaşanıyordu: 1975’te Lübnan’da başlayan ve devam eden iç savaş bölgenin bütün ülkelerini çok çeşitli boyutlarda etkiliyordu. 1979’da İran Şahı Muhammed Rızâ Pehlevî devrilerek “İslâm Cumhuriyeti” kurulmuştu. Yine aynı yıl, Müslümanların en kutsal dinî mekânı Kâbe bir grup silahlı saldırgan tarafından basılmıştı. Kısa süre sonra ise, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali gerçekleşmişti. Bu gelişmeler, Arap dünyasının petrol zengini monarşilerinin can derdine düşmesine yol açmıştı. İran’da yeni rejimin lideri Âyetullah Humeynî, bölgedeki “Amerikancı” rejimleri tehdit ederek, “devrim ihracı” kartını elinde bulunduruyordu.
İran’daki rejim değişikliği, bölgenin bütün ülkelerinin diken üstünde olmasına yol açmıştı.
Sovyetler’in Afganistan’ı işgali sonrasında Asya’daki dengelerin değişmesi durumunda, bunun bütün İslâm dünyasını etkilemesi de kaçınılmazdı. Tüm bunlara karşı, Riyad (Suudi Arabistan), Amman (Ürdün), Kahire (Mısır) gibi Arap başkentleriyle ABD arasında kapalı kapılar ardında sürdürülen müzakereler, nihayet “İran ve Sovyet tehdidine karşı” bir planın şekillenmesiyle sonuçlandı: Afganistan’ı işgal eden “Moskof kâfirine karşı” Arap ve İslâm dünyasından “cihad” için akınlar başlatılacaktı. “Mücahitler” finanse edilecek, Pakistan’dan Afganistan’a geçmeleri sağlanacak, Sovyetler’in yenilmesi için her şey yapılacaktı. Projenin Pakistan ayağında, ABD ve Arap devletlerinin paydaşı, Devlet Başkanı General Ziyâul Hak’tı. ABD ve Arap rejimleri, Afganistan’a “mücahit” transferini tasarlarken “ortak faydalar”dan hareket ediyordu. Washington, Sovyetler Birliği’nin belini “elini kana bulamadan” kırmayı düşünürken, Arap devletleri de kendi içlerindeki “radikal unsurlar”dan böylece kurtulmayı hesaplıyordu.
Abdullah Azzâm, Cidde’ye yerleştiğinde, işte bu arka fon da tamamlanmıştı. Kral Abdulaziz Üniversitesi’nin genç ve heyecanlı öğretim üyesi, Suudi Arabistan Müftüsü Abdulaziz bin Bâz’ın da desteklediği “cihad” fetvasını yayınladığında, Arap dünyasından binlerce “mücahit” adayının Afganistan’a akışı da başlayacaktı. Azzâm daha sonra kendisi de kalkıp Pakistan’a gitti ve başkent İslâmâbâd’da kısa süreli ikâmetinin ardından, Afganistan sınırına çok yakın konumuyla “geçit” noktası teşkil eden Peşâver kentine yerleşti. Bir yandan İslâmî ilimler sahasında dersler veren Azzâm, diğer yandan da “cihad”ın pratikleriyle ilgilenmeye koyuldu. 1980’li yılların ilk yarısı boyunca Arap ve İslâm dünyasının dört bir yanından “mücahitler”, Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak üzere Afganistan’a akın ederken, Abdullah Azzâm da bu akışın organizatörlüğünü yapıyordu. Suudi Arabistan’da tanıştığı Usâme bin Lâdin’i de Pakistan’a yanına davet eden Azzâm, Usâme’nin ekonomik gücünden faydalanırken, aynı zamanda birlikte ideolojik bir yapılanmanın da temellerini atıyordu.
- Afganistan’a gelen savaşçılar, Azzâm-Bin Lâdin ikilisinin kurduğu Mektebu’l-Hidemât’ın (Hizmetler Bürosu) organizasyonuyla Afganistan’a taşınıyordu.
Sovyetler Birliği’ne karşı başarılı bir direnişin organize edilmesiyle birlikte, Abdullah Azzâm, 1985’ten itibaren Ortadoğu, Avrupa ve ABD’ye seyahatler gerçekleştirdi. Sonraki dört yıl boyunca devam edecek olan bu seyahatler çerçevesinde, ABD’nin 28 ayrı eyaletinde 50’den fazla şehre uğrayan Azzâm, gittiği her yerde binlerce kişiyle buluşuyor, onları “cihada destek vermeye” çağırıyordu. ABD’deki “mücahit adayları”nın Afganistan’a transferi için New York, Detroit, Dearborn, Los Angeles, Tuscon ve San Francisco’da “irtibat büroları” tesis edilmiş, dileyen herkesin rahat bir şekilde Asya’ya seyahatinin şartları oluşturulmuştu. Azzâm bu dönemde, “Afgan cihadı” için maddî yardım ve bağış da topluyordu.
1980’lerin sonuna doğru, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da ciddi bir hezimeti resmen ilân etmeye hazırlandığı artık belli olmuştu. Abdullah Azzâm, Usâme bin Lâdin, Eymen Zevâhirî -1980’lerin başında Mısır’dan Pakistan’a gelmişti- gibi isimlerin katkısıyla, yerel Afgan güçlerinin ve mücahitlerin desteğiyle, bütün dünyayı şaşkına çevirecek bir zafer kazanılmak üzereydi. Ancak bu sırada, Abdullah Azzâm ile diğer iki Arap lider arasında bazı görüş ayrılıkları da meydana çıkmıştı.
- Azzâm, 1988’de gönüllü Arap savaşçıların belkemiğini oluşturduğu “El Kâide” isimli bir teşkilâtı birlikte kurduğu Usâme bin Lâdin’i, cihadın sonraki hedefinin Filistin olması gerektiği konusunda iknaya çalışıyordu.
Azzâm’a göre, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı çok önemli bir savaş tecrübesi kazanan mücahitler, enerjilerini şimdi de İsrail’e karşı kullanmalıydı. Bin Lâdin ve yardımcısı Zevâhirî ise Afganistan’da mücadelenin devam etmesi konusunda ısrarcıydı. Azzâm, Sovyetler’in çekilmesinden sonra Afganistan’da başlamasına kesin gözüyle bakılan iç çatışmalarda Arapların taraf haline gelmesinin, “Müslüman saflarında bölünme”den başka bir anlama gelmeyeceğine inanıyordu. Zevâhirî’ye bağlı bir grup, ayrıca Mısır başta olmak üzere “kâfir hükümetler”e karşı bir mücadelenin de gerekliliğini savunuyordu. Azzâm, genel anlamda Müslümanları ve Müslüman ülkeleri yöneten idareleri tekfirden kaçındığı için, bu yönelişi de son derece “tehlikeli” buluyordu.
24 Kasım 1989 Cuma günü, Pakistan’ın Peşaver kentinde gerçekleşen bir suikast, tüm bu ihtilaf ve çatışmaları sona erdirecekti:
Abdullah Azzâm, yanında oğulları İbrahim (20) ve Muhammed (16) ile birlikte, cuma namazlarını kıldırdığı Seb’u’l-Leyl Mescidi’ne giderken, yol üzerine yerleştirilen 20 kilogram ağırlığındaki TNT kalıbının uzaktan kumandayla patlatılması sonucu öldü.
Abdullah Azzâm’ın ortadan kaldırılmasıyla, Pakistan-Afganistan hattındaki en etkili liderlerden biri devreden çıkmış oluyordu. Suikastın sorumlusu olarak Usâme bin Lâdin, Eymen Zevâhirî, Mısır İstihbaratı, İsrail, ABD, İran gibi çok sayıda odak zikredilse de, bu iddiaların hiçbiri şimdiye kadar somut kanıtlarla ispatlanabilmiş değildir. Azzâm ise, hakkındaki tüm ithamlar ve hayranlık dolu cümlelerle birlikte, Arap ve İslâm dünyasında yüzbinler tarafından hâlâ ilgiyle araştırılmakta ve kaleme aldığı eserler günümüzde de merakla okunmaktadır.