Savaş ve Barış’ın Nataşa’sından İnce Memed’e kozmopolitizm ve millîlik çatışması
Türk aydınının yurt dışına gitme, kaçma ya da sığınma macerasını yeniden incelemek gerekir. Eleştirel bir bakışa sahip olmasına rağmen içeriden konuşmayı başaran Mehmet Akif gibi örnekler var fakat yabancılaşma süreci çeşitli ideolojik grupları da kapsamına alıyor. Sorgulanması gerekli bir durumdan bahsettiğimiz açıktır. İdeolojilerin aşınma sürecini Türkiye’ye özgü bağlamları görmezden gelerek izah etmek düşünce hayatımıza önemli bir katkı sağlamayacaktır.
Orlando Figes, “Rusya’nın Kültürel Tarihi” alt başlığı ile yayımlanan “Nataşa’nın Dansı” adlı kitabında meşhur Rus edibi Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanında geçen bir sahne üzerinde durur. Bu sahnede ‘Nataşa’ adlı genç bir Rus kontesin, erkek kardeşiyle birlikte amcasının kır evinde yaşadığı bir hâdise anlatılır.
Nataşa ve kardeşi avdan dönen uşakların, âdet olduğu üzere, çaldığı balalaykayı işitirler. Nataşa, bir Fransız mürebbiye tarafından yetiştirilmiş, seçkin zümreden bir kız olmasına rağmen balalaykanın nağmelerinden çok etkilenir ve aynı parçalardan birini amcasının çalmasını ister. Nataşa balalayka nağmelerinden çok hoşlanır ve amcanın teşvikiyle dans etmeye başlar. Herhangi bir tecrübesi olmamasına rağmen Nataşa “taklit edilmesi, öğrenilmesi imkansız ve Amca’nın kendisinden beklediği gibi tam bir Rus kızına yakışır tavırlar” sergiler.
Bu sahnede yer alan köylü kadınlardan biri “o incecik, o zarif, o kendisine bunca yabancı ve ipeklerle kadifeler içinde yetiştirilmiş küçük kontesin nasıl olup da her Rus insanının ruhunda olan şeyi kavradığına” şaşırır. Roman, küçük kontesin aldığı eğitim ile çoktandır unutması gereken bu ruhu, içine çektiği Rus havasından mı aldığı sorusu ile okuyucuyu baş başa bırakır.
Figes, kitap boyunca bu soruyu cevaplamaya çalışır. Kitabın başında geçen şu sorular çok önemlidir: Nataşa’nın dansın ritmini içgüdü olarak kapmasını sağlayan neydi? Sosyal sınıf ve eğitim bakımından çok uzak olduğu bu köy kültürüne nasıl bu kadar kolaylıkla girebilmişti? Figes, Rusya gibi bir ülkeyi bir arada tutan yerel duyarlılık iplerinin peşine düşer ve onları ortaya çıkarmaya çalışır. Nataşa’nın Rus kimliğinden uzak bir eğitim alması, seçkin zümreye mensup olması, bir Fransız mürebbiye tarafından eğitilmesi, Rus köy hayatı, Rus ruhu gibi ifadeler eserde geçen romantik sahnenin analizi açısından oldukça önemlidir. Bu ifadeler 19. yüzyıl Rusya’sında yaşanan millîlik ve kozmopolitizm çatışmasını da hatırlatır.
Ruslar, yerli olanı millîleştiriyor
Batılılaşma tarihlerindeki benzerlikler Rusya ile Türkiye arasında birtakım karşılaştırmaların yapılmasına imkân verir. Hem Rusya hem Türkiye imparatorluk tecrübesine sahiptir. Fakat kozmopolit olana kaynaklık eden imparatorluk tecrübesinin kendisi değildir. Rusya’da yerli olanın millîlik vasfı kazanması yönünde bir arayıştan bahsedebiliriz.
Nataşa’nın dans sahnesinde Rus ruhu ile köylü dansları arasında kurulan ilişkinin sebebi de bu arayıştır. Batılılaşma süreci Avrupaî fikirlerin Rusya’da çok güçlü bir karşılık bulmasını sağlasa da Slavofil düşüncenin gelişimi de aynı sürecin bir parçasıdır. Çok sonraları, aynı edebî geleneğin bir ürünü olan Cengiz Aytmatof’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı romanında da dışarı ile temas karakterlerin inşası açısından önemli bir mesele olarak görülmüştür.
Türk aydını Fransız aydının bir kopyasıdır
Benzer bir Batılılaşma sürecinden geçmiş olmasına rağmen Türk roman ve hikâyecilerinin köy ve köylü ile olan ilişkisi Rus edebiyatçılarından farklıdır. Narodnikler halka doğru giderken kendilerini halkın hizmetkârı olarak tanımlamışlardı. Fakat Türk düşünce hayatında jakobenizm egemendir. Türk aydını, halkın hizmetkârı olmak istemez. O, halka öncülük etmek ve ona yol göstermekten hoşlanır. Işık saçar ve karanlığı aydınlatır. İyi ve doğru olanı temsil etme hakkı daima aydının uhdesindedir. Bu açıdan Türk aydını Fransız aydının bir kopyasıdır.
Türk aydını sırtını nereye dayıyor?
Türk edebiyatında köy hayatı anlatılmamıştır diyemeyiz. Özellikle geçen yüzyılın ortalarında yayımlanan köy romanlarının yeni bir bakış açısıyla incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu dönemin eserlerinde Nataşa gibi bir karakterle karşılaşmamız zordur. Hatta Yaşar Kemal’in “İnce Memed” adlı romanının köy hayatını hangi açıdan anlattığının irdelenmesi gerekir. Yerel olan sahici bir karakter miydi, neden kuşatıcı bir kimlik ortaya çıkmadı soruları meşrudur ve muhakkak sorulmalıdır.
Mesela Kemal Tahir’in romanlarında da sıradan insanların hayıtından sahneler vardır. Kemal Tahir de oldukça eleştirel bir dil kullanmıştır ve fakat onun eserlerinde yabancılaştırıcı bir etkiden bahsedemeyiz. Bu da çok sağlam bir karşılaştırma zemininin var olduğunu gösterir.
Türk aydınının eleştirel bir dili benimserken sırtını nereye dayadığı sorusu da meşrudur. Bu sorunun cevapsız bırakılmaması gerekir. İnce Memed’in söyleminden bir adım ileriye gitmeyen bir kültür ortamı, ancak devşirme bir dili üretebilir. Bu dilin muhafazakâr dindarları kuşatması da kaçınılmaz bir sonuçtur.
Yerli ve millî olan küçümseniyor
Benimsenen eleştirel dil yazarı, kalıcı bir muhalefete mahkûm ediyor. Yazar, fikir adamı, edebiyatçı kalıcı muhalefet duruşu ile millî olana yabancılaşma sürecini yaşıyor. Türk aydınının yurt dışına gitme, kaçma ya da sığınma macerasını yeniden incelemek gerekir.
- Eleştirel bir bakışa sahip olmasına rağmen içeriden konuşmayı başaran Mehmet Akif gibi örnekler var fakat yabancılaşma süreci çeşitli ideolojik grupları da kapsamına alıyor. Sorgulanması gerekli bir durumdan bahsettiğimiz açıktır. İdeolojilerin aşınma sürecini Türkiye’ye özgü bağlamları görmezden gelerek izah etmek düşünce hayatımıza önemli bir katkı sağlamayacaktır.
Türkiye’de kültür ortamında yerlilik ve millîlik gibi bir kavramın küçümseyici ve dışlayıcı bir bakışla karşılanması üzerinde durulması gerekli bir durumdur. Bunun karşısında yerel ve küresel olana ciddî ölçüde alan açılmaktadır. Kutuplaşma söylemini bir de bu açıdan düşünmekte fayda var.