Çalıkuşu’nu kuşa çevirmek!
Birinci Türk Dili Kurultayı’nı “Türkçenin cenaze töreni” şeklinde nitelerken asla mübalağa etmedik. O kurultay ve sonrasında yapılanlar, sadece divan edebiyatı olarak adlandırılan dönemin edebiyatının mezarını kazmadı. Asıl Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan ve Meşrutiyeti geçtikten sonra Cumhuriyetle devam eden edebiyat ölmeden mezara konuldu. Bugün Namık Kemal’i, Tevfik Fikret’i, Mehmed Âkif’i, Halit Ziya’yı, Ahmet Haşim’i… kolaylıkla anlıyorum diyen kaç kişi çıkabilir?
Cumhuriyet’in ilk yıllarında edebiyat dünyamıza mâl olmuş çok meşhur bir roman Çalıkuşu! 1922’de tefrika edilmiş, 1923’te kitap olarak yayınlanmış… Onun için “Türk edebiyatının ilk bestselleri” deniliyor, yani “en çok satanı”.
Kaç baskı yaptı, bilemiyoruz. Kaç defa filme alındı, kaç kere televizyon dizisi olarak karşımıza çıktı? Bunları bile tesbit etmekte zorlanıyoruz. Lise öğrencisiyken Necati Cumalı tarafından tiyatroya uyarlanmış Çalıkuşu’nu seyretmiş, kitabı bir daha okumuş ve “keşke böyle bir şey yapılmasaymış” demiştik. İşe bakın ki, Reşat Nuri konuyu önce ‘İstanbul Kızı’ diye dört perdelik piyes şeklinde yazmış; galiba sahneye uygulama güçlüğünü düşünerek romana çevirmiş. İyi de etmiş; piyes olarak bir süre sahnelenir, sonra unutulurdu.
Tarih olmuş bir roman
Reşat Nuri’nin Çalıkuşu eseri aynı yıllarda yayınlanmış birçok romanımız gibi tarih olmuş bir roman! Çalıkuşu’nun kahramanı, Feride’nin çocukluk günleri Musul’da geçer. Feride’nin Babası Binbaşı Nizameddin evlendiği sene Diyarbekir’e gönderilmiştir. Oradan Musul’a, Hanikin’e, oradan Bağdat’a, Kerbela’ya geçer...
Annesi hasta olduğu için, köylerden birinden bir Arap kadını bulurlar, çocuğunu yeni kaybetmiştir; Feride onun sütünü emerek büyür… Çocuk Feride, yüzünde dövmeler olan bu Arap kadınını hiç unutamaz… Ona o kadar alışmıştır ki, bu sütanneden ayrılmak onun ilk matemi olur. Döne dolaşa Kerbelâ’ya gidişleri… Dadının acısını Hüseyin adında Musullu bir süvari neferinin unutturması... Hasta annesiyle İstanbul’a dönerken annenin Beyrut’ta ölmesi... Feride’yi İstanbul’a o Arap neferin getirmesi...
Çocuk Feride Hüseyin’i öyle benimser ve sever ki, sabah uyanır uyanmaz soluğu onun yanında alır. “Lüks bir vapurda kılıksız bir Arap neferinin kucağında bir minimini kız çocuğu…” Feride, İstanbul’a geldiğinde Türkçeyi doğru dürüst bilmemektedir! Hüseyin’den de ayrılmak istemez. “Ayrılık gününün faciasını hâlâ hatırlar ve gülerim. Ben ömrümde o gün kadar dalkavukluk ettiğimi bilmiyorum. Hüseyin, kapının yanına çömelmiş, koskoca bıyıklarıyla utanmadan ağlıyordu; ben, Bağdat’ta, Suriye’de Arap dilencilerinden öğrendiğim dualarla büyük annemin, teyzelerimin eteklerini öpüyordum.”
Bu birkaç satır, Çalıkuşu’nun tarihî veçhesi üzerinde düşünmeye sevk etmiyor mu bizi? Osmanlı coğrafyası, bu coğrafyanın insanlarının bu kadar iç içe geçmişliği? Adı geçen yerlerin yüzyıl sonraki manzarası…
Çalıkuşu cumhuriyet romanına çevriltiliyor
Feride bir ‘muallime’dir. Buradan bir kadın öğretmen ideali çıkarılabilir. Fakat asıl önemlisi, böyle çok rağbet görmüş bir eserin müdahaleye maruz kalmaktan kurtulamaması…1937’de yazarı Çalıkuşu’nu cumhuriyet romanına çeviriyor! İlk müdahaleyi o yapıyor (veya ona yaptırılıyor). Kitabın akışı içinde ideolojik bir tarafı olmayan hadiselerden bir Osmanlı düşmanlığı türetiyor. (Muhtemelen yazar buna mecbur ediliyor.)
- Çalıkuşu’nun kütüphanemizde 1962’de yapılan 11. Baskısı var. Kitabın başında eşi Hadiye Güntekin “şimdiye kadar muhtelif editörler tarafından gelişigüzel bastırılmış nüshalarda nasılsa musahhihlerin gözlerinden kaçmış eserleri tanınmayacak hâle getiren yanlışların yeni baskılarda görülmeyeceğini” müjdeliyor. Çalıkuşu’nun ve bütün külliyatın baskı işleri Reşat Nuri’nin yazı arkadaşı, çok eski ve samimi aile dostu Midhat Sadullah Sander tarafından eski ve doğru baskılarıyla karşılaştırılarak tertip, tashih edilerek düzeltilmiş…” diyor.
Tabiî, Çalıkuşu’nun ilk baskısını bulup da karşılaştırmak imkânına sahip değiliz, Midhat Sadullah hangi Çalıkuşu’nu esas almış onu da bilmiyoruz.
Çalıkuşu nasıl kuşa çevrilir?
Meğer Çalıkuşu’nun çilesi bitmemiş. Çalıkuşu’nun başına gelenleri değerli hikâyecilerimizden Necdet Ekici’nin uyarıcı yazısından öğrendik.
“Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu adlı romanını 25 bin kelime ile yazmıştır. Yeni nesiller anlamıyor diye ‘sadeleştirme’ adı altında bu kitap 10 bin kelimeye düşürülmüş. Yine anlamıyorlar diye ikinci bir sadeleştirmeyle 3 bin kelimeye düşürülmüş. Kitap 541 sayfa, Özet kitap 119 sayfa...
- Yani bir edebî eserin 5'de 4'ü atılmış.
- • Kitabı özetten okuyan çocuk bir edebî eser okumuş olabilir mi?
- • Tadına varabilir mi?
- • İncelikleri sezebilir mi?
Sadeleştirilen ve özetlenen her edebî eser, özündeki tılsımlı kaybeder. Eğer Çalıkuşu çocuğun seviyesinde değilse, çözüm o romanın kollarını, bacaklarını keserek özetten okutmak değil, sadeleştirme yaparak kuşa çevirmek değil, çocuğun seviyesine uygun eser bulmaktır. Dilde tasfiyecilik bir kültür cinayetidir.”
Az kelime ile yetersiz ifade!
Bu yakınmalara katılmamak mümkün değil. Burada bir Nasreddin Hoca fıkrasına atıf var. Hikâye malûm: Nasreddin Hoca bir leylek yakalar. Bu kuştur, ama bilindik kuşlardan değildir. Gagasını büyük bulur, keser. Bacaklarını uzun bulur, kısaltır. Ve sonunda “şimdi bir kuşa benzedin” der!
Nasreddin Hoca’nın leyleği hangi kuşa benzettiğini bilmiyoruz! Tıpkı şimdinin edebiyatımızın temel eserlerini kuşa benzetenlerin ne yaptıklarını bilmediğimiz gibi! Bir telif esere ancak müellifi müdahale edebilir. Onun bile doğru bir şey olduğu tartışılır: Reşat Nuri örneğinde görüldüğü gibi! Hele klasik sayılan bir esere müdahale düpedüz cinayettir!
- Zihin dünyamızda en büyük tahribatı bu tasfiyecilik, başka bir deyişle arıtmacılık yaptı. Türkiye’de dil devriminden bu yana her nesil daha az kelime bilerek yetiştiriliyor, her nesle ait uydurma kelimeler piyasası oluşturuluyor. Böylece zihinler darala darala en yakın dönemimize ait klasik metinlerimizi bile anlayamaz hale geliyor.
Çalıkuşu’nun dilinin sadeliği tartışılmaz. Buna rağmen onu dahi anlaşılmaz kılan bir mekanizma var. İşte bu mekanizma tasfiyeciliktir. Tasfiyecilik ne adına yapılıyor? Türkçenin özleştirilmesi için. Türkçe o kadar özleşti ki, Çalıkuşu gibi, beşte biri oranına düştü!
Az kelime ile çok şey anlatmak. Bu bir marifettir. Büyük şair ve yazarlar bunu başarabilir. Fakat burada öylesine az kelime ile çok şey anlatmak gibi bir şey sözkonusu değildir, az kelime ile kifayetsiz ifade vardır. Şöyle örnekleyelim: Çalıkuşu en küçük kuşlardan biri. Boyu 9 santim, serçeden biraz küçük! Serçeyi herkes bilir, fakat çalıkuşunu en azından günümüzde gören, bilen azdır. Bu ötücü kuşun ailesi çalıkuşugiller olarak anılıyor. Birden fazla çalıkuşu var: Yakut tepeli, sürmeli, altın tepeli, tenefire, tayvan vs. Yazarın çalıkuşu olsa olsa Türkiye’de yetişen ve nedense “bayağı çalıkuşu” denileni olmalı.
Şöyle düşünelim: Bu kitap başka bir dile çevriliyor. Tercüme edilen dilde “çalıkuşu”nun karşılığı yok. Kuş var, yırtıcı kuş var, ötücü kuş var… Çeviren “ötücü kuş” diye çevirip geçiyor. Daha da kötüsü olabilir: Sadece “kuş” da diyebilir!
‘Türkçenin cenaze töreni’
Birinci Türk Dili Kurultayı’nı “Türkçenin cenaze töreni” şeklinde nitelerken asla mübalağa etmedik. O kurultay ve sonrasında yapılanlar, sadece divan edebiyatı olarak adlandırılan dönemin edebiyatının mezarını kazmadı. Asıl Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan ve Meşrutiyeti geçtikten sonra Cumhuriyetle devam eden edebiyat ölmeden mezara konuldu. Bugün Namık Kemal’i, Tevfik Fikret’i, Mehmed Âkif’i, Halit Ziya’yı, Ahmet Haşim’i… kolaylıkla anlıyorum diyen kaç kişi çıkabilir? Osmanlıdan Cumhuriyet’e devreden nesli okunamaz hâle getirildi. İşte şimdi Cumhuriyet’le eserlerini vermeye başlayan nesle mensup edebiyatçılar okunamaz hale getiriliyor: Reşat Nuri bunlardan biri. Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Said Faik, Sabahaddin Ali… daha sayalım mı?
Kitabı arıtmaya tabi tutulan Reşat Nuri tam mânâsıyla bir cumhuriyet yazarı. Gerçi önemsiz bir iki eserini Cumhuriyet’ten önce yayınlamış, fakat bütün önemli eserlerini Cumhuriyet’ten sonra yazmış. Vefatı 1956. Eserinin telif hakları hâlâ devam ediyor. Hele bir 2026 olsun, bakalım Çalıkuşu’nun başına neler gelecek!