Şaşkın ördek tavrı ve akıntıya karşı yüzmenin yolları
Türkçesi, bu hâlimizle, deyim yerindeyse, "şaşkın ördekleri" oynuyoruz. Oysa bugün yaşadığımız sorunlar, ne kadar ciddî olursa olsun, son derece yapaydır. Ve yine bu yüzden Türkiye'de son derece anlamsız yapay kutuplaşmalar, düşmanlıklar zuhur ediyor ve Türkiye'nin elitleri ve aydınları hâlâ tabansız, köksüz, dayanaksız ithal ürünü, içi boşaltılmış laiklik, çağdaş uygarlık vesaire gibi sloganlarla Freud'yen ve Klein'yen anlamda "barbar ve primitif konuşma ‘savaş’ biçimleri" geliştirmekten kendilerini bir türlü kurtaramıyorlar.
Oscar Wilde'ın beylik bir aforizması var. Der ki üstad, "yazar, akıntıya karşı yüzmesini bilen adamdır."
Bu aforizmayı sadece insanteklerinin dünyaya karşı şahsî durumalışlarının ön açıcı bir örneği olarak değil toplumların, hatta en genelde de medeniyetlerin hâkim söylemlere ve güçlere karşı geliştirmeleri gereken bir durumalış, konumlanış biçimi olarak da değerlendirebiliriz.
Oscar Wilde'ın aforizmasını “Türkiye, akıntıya karşı yüzmesini bilebildiği zaman, adam olabilir ancak” diye değiştirmenin ve bu aforizma üzerinde biraz egzersiz yapmanın hiç de fena olmayacağını düşünüyorum.
- Aslolan ana akımı, ana akıntıyı oluşturan olabilmektir. Onun için de akım inşa etmek, akıntı geliştirebilmektir. Başka dünyalar tarafından kuşatılan toplumların ve medeniyetlerin çocukları, okyanusun ortasında güçlü esen fırtınalara yakalanmış gemileri andırırlar.
Fırtınanın önünde sürüklenmekten kurtularak sahil-i selâmete çıkmanın yolları üzerinde kafa patlatmaları hayat-memat meselesidir onlar için.
Batı uygarlığının dünyayı açıklama gücü
Her şeyin sadece Batılı kavramlar, paradigmalar veya kurumlar ışığında anlamlandırılmaya, açıklanmaya ve "götürülmeye" çalışıldığı bir konjonktürde, akıntıya karşı yüzmek veya durmak, Batılı olmayan toplumlardaki kişilerin ve aydınların kişiliklerini, kimliklerini, özgünlüklerini ve yaratıcılıklarını koruyabilmeleri ve yaşadığımız dünyaya yeni ve özgün şeyler sunabilmeleri bakımından önem taşır.
Batılı toplumlarla ve Batı kültürü ile doğrudan değil, retoriksel "hayali" söylemlerle ve yöntemlerle bağlantı kuran bir toplum olarak burada "akıntı" sözcüğüyle özdeşleştirdiğim, Batılı paradigmaların, kavramların, kurumların ve modellerin sadece Batılı toplumlarda değil, Batılı toplumların dışındaki coğrafyalarda da hâkim olan gerçeklikleri tanımlama ve belirleme fonksiyonu üstlendiğini görüyoruz. Bu durum, yaşanan duruma bakınca ilk bakışta pek yadırganmayabilir. Çünkü modern Batı kültürü, totalleştirici, agresif ve düzleştirici bir kültür olmakla birlikte, yaşadığımız dünyadaki gerçekliklerin şekillendirilmesinde ve belirlenmesinde, Batı kültürünün dışındaki kültürlerin pratikte ve somut olarak ciddiye alınacak bir "müdahaleleri" olmadığını kabul etmek zorundayız.
Ancak yaşadığımız dünyanın gerçekliklerinin Batı kültürü tarafından şekillendiriliyor olması, öteki kültürlerin gözardı edilmesini gerektirmediği gibi, Batı kültürünün sunduğu paradigmaları, kavramları ve kurumları da olduğu gibi benimsememizi gerektirmez.
Bu argümanların bizi getirdiği nokta şurası olmalı: Batı kültürü, belli mücadelelerin, deneyimlerin ve şartların sonrasında şekillenmiştir. Açıklama gücü de bu şartların geçerli olduğu durumlarla sınırlıdır. Bugün Batı kültürünün sunduğu paradigmaların yaşadığımız gerçeklikleri açıklama ve tanımlayabilme gücü sürgit azalmaktadır. Bu gerçek, Batılı düşünürler tarafından da açıkça dile getirilmektedir.
Müslüman toplumların fetret dönemi
Öte yandan Müslüman toplumlar yaklaşık iki yüz yıldan bu yana bir fetret dönemi yaşıyorlar. Dolayısıyla Müslüman toplumların, yaşadığımız dünyanın şekillendirilmesinde belirleyici bir rolü olamamıştır. Ancak İslâm’ın sunduğu anlam haritalarının ve anlamlandırma pratiklerinin yeni şartlarda yeniden üretilebildiği zaman, kuşatıcı, verimli ve özgün insan, dünya ve Yaratıcı tasavvuruna dayalı yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirebileceği, müslüman toplumlarda özellikle son çeyrek asırdan bu yana belirginleşen ancak henüz emekleme safhasında olduğunu söyleyebileceğimiz İslâmî canlanma ve emperyalist saldırılara karşı direnme gücü ve iradesinin varlığı tarafından açıkça doğrulanmaktadır. Her şeye rağmen Batı uygarlığının kuşatması ve saldırısına kütle ölçeğinde yalnızca İslâm direnç noktaları sunduğu için İslâm dünyası ağır bir kuşatma ile karşı karşıyadır. Bu kuşatmayı yarma stratejileri üzerinde teorik ve pratik olarak kafa yormak Müslümanların temel varoluş meselelerinden biri olmalıdır.
Tam bu noktada yapılması gereken şey, ilkin Batı kültürüyle özdeşleştirdiğim "akıntı"nın farkına varmak; bu akıntıyı anlamlandırmak ve kendi anlam haritalarımızın yeşertilebileceği somut gerçeklikleri ve kültürü üretmektir. Ancak Türk toplumundaki elitlerin ve aydınların böyle bir kaygı gütmediklerini; hem akıntının ne anlama geldiği; hem de akıntıya karşı nasıl yüzülebileceği gibi sorular üzerinde kafa yormadıklarını; daha da kötüsü, kafalarında bu tür soruların şekillenmesini mümkün kılacak güçlü ve köklü bir medeniyet tasavvurunun ve mefkûresinin bile henüz şekillenmediğini görüyoruz.
Şaşkın ördek tavrından kurtulmak şart!
Türkçesi, bu hâlimizle, deyim yerindeyse, "şaşkın ördekleri" oynuyoruz. Oysa bugün yaşadığımız sorunlar, ne kadar ciddî olursa olsun, son derece yapaydır. Ve yine bu yüzden Türkiye'de son derece anlamsız yapay kutuplaşmalar, düşmanlıklar zuhur ediyor ve Türkiye'nin elitleri ve aydınları hâlâ tabansız, köksüz, dayanaksız ithal ürünü, içi boşaltılmış laiklik, çağdaş uygarlık vesaire gibi sloganlarla Freud'yen ve Klein'yen anlamda "barbar ve primitif konuşma ‘savaş’ biçimleri" geliştirmekten kendilerini bir türlü kurtaramıyorlar.
Oysa bu durum, bizim toplum olarak tarihsel derinliğimizi, kültürel zenginliğimizi ve tüm enerjimizi su gibi harcamaktan ve Türkiye'de aynı zihin ve davranış kalıplarına sahip olan insanlar ve kesimler arasında yapay kavgaların patlak vermesine yol açmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Örneğin hem demokrasiden söz edip duruyoruz; hem de arkasından halkın iradesini demokratik yollarla dışavurması karşısında son derece anti-demokratik yollara başvurmaktan çekinmiyoruz. Bunun adı "akıl tutulması"dır. Akıl tutulmasının yaşandığı bir yerde, primitif ve barbar konuşma/mücadele biçimi başat konuşma ve mücadele biçimi olacaktır.
- Söylediğimiz şeyleri yapmadığımız ya da ne söylediğimizi bilemediğimiz yahut da söylediğimiz şeyleri her ne pahasına olursa olsun salt kendi kültürel, siyasal ve ekonomik iktidar aygıtlarımızı yitirmemek adına topluma dayatmaya devam ettiğimiz sürece, şaşkın ördekliğimiz de sürecektir. Bunun ne denli traji-komik sonuçlara yol açtığını Türkiye'de yaşanan olaylar göstermeye yetiyor olsa gerek. Bu durum, toplumdaki tüm kesimlerin takiyye yapmasına yol açmakta; elitleri de, toplumu da şizofrenik ve paranoyak davranış biçimleri geliştirmeye itmekte; toplumun önündeki imkanları ve fırsatları rasyonel bir şekilde kullanmasını engelleyerek ümit dolu ve sağlıklı bir geleceğe doğru yürüyebilmesini olanaksızlaştırmaktadır.
Bu şaşkın ördek tavrının dış ilişkilerimize de aynıyla yansıması elbette ki şaşırtıcı değil. Bugün görkemli ve gözkamaştırıcı bir "emperyal" mirasa ve deneyime sahip olan Türkiye'nin Balkanlarda da, Kafkaslarda da, Orta Doğuda da, Orta Asya'da da hala dikkate değer bir etkinliğinin olmamasının nedeni de burada gizlidir. Türkiye'nin bu "akıl tutulması" halinden kurtulabilmesi için, akıntıya karşı yüzebilmenin yollarını rasyonel bir şekilde araştırması ve toplum olarak bizi hem içerde hem de dışarda zelil ve perişan eden bu şaşkın ördek tavrını terkederek, hem toplumun dinamikleriyle, hem de dünyanın gerçekleriyle diyalojik bir ilişki kurması, yeni bir medeniyet açılımı ve atılımı geliştirmesi kaçınılmazdır.