Ruhumuz kanadığında
Günün herhangi bir vaktinde beklenmedik küçük bir kaza yaşayabiliriz. Şuramız veya buramız acır, ezilir, burkulur; kanar veya kararır. O küçücük kanamayı dahi kaçırmaz bedenimiz. Ufak bir kaza bile bazen zihnimizi kısmen veya tamamen işgal edebilir. Kilitler bizi. Bedenimiz için geçerli bu durumun bir benzeri ruhumuz için de geçerli değil mi acaba? Düşünsenize, bedenimizi azıcık hırpalayan o acı, ruhumuzu kanattığında neler olup bitiyor acaba içerilerde? Bedenimizdeki o küçücük sıyrık, madde dünyasıyla ilişkimizi bir süreliğine duraklatabiliyorken ruhumuzu hedef almış bir sıyrık, bir fiske, bir çizik, bir ezik orada ne miktarda duraksamalara zemin hazırlamakta?
Hepimizin başına gelmiştir; defalarca. Evde, işyerinde, sokakta, şurada-burada herhangi bir şey yaparken, beklenmedik küçük bir kaza yaşayabiliriz. Durup dururken bile. Şuramız veya buramız acır, ezilir, burkulur; kanar veya kararır. Ne ki o küçücük kanamayı dahi kaçırmaz bedenimiz. Kimileyin de gereğinden fazla hisseder. O küçük kazanın miktarına göre bazen zihnimizi kısmen veya tamamen işgal edebilir bu hissimiz. Ve bedenimizi. Kilitler bizi. Bir süreliğine yapmayı, etmeyi, düşünmeyi, davranmayı ve hissetmeyi erteler veya en azından yavaşlatabiliriz.
Bedenimiz için geçerli bu durumun bir benzeri ruhumuz için de geçerli değil mi acaba? Düşünsenize, bedenimizi azıcık hırpalayan o acı, ruhumuzu kanattığında neler olup bitiyor acaba içerilerde? Bedenimizdeki o küçücük sıyrık, madde dünyasıyla ilişkimizi bir süreliğine duraklatabiliyorken ruhumuzu hedef almış bir sıyrık, bir fiske, bir çizik, bir ezik orada ne miktarda duraksamalara zemin hazırlamakta? Hatta iç kanamalara? Veya ne tür fırtınalara yolaçmakta? Ya ruhumuzun gözüne gözüne gelen bir yumruk?
En Çok Ruh Kanar
Ruhumuz kanadığında neler olup-biter içeride? Ruh nasıl çığlık atar? Kim duyar bu çığlığı? Kimileyin ruhun sahibi kulak kabartır mı o atomu bile parçalayabilecek kudretteki çığlığa?
Hâlbuki biliyoruz ki en çok ruh kanar.
Bedendeki kanamanın envai çeşit devası varken ruh kanamasının şifası ne?
Tecrübelerimizden bilmekteyiz ki bedendeki kanamaların yarası kısa zamanda iyileşir. Pek azı kapanmaz; kapandığında bile izi kalır. Ya ruhun yaraları? Ya ruhumuz derinden yaralandığında geriye neleri ve neleri iz bırakır? Hem ruh yaralarının merhemi ne?
Bedenimizdeki bazı yara izlerini türlü yöntemlerle örtebilmekte, hele makyaj bilgimiz arttıkça bu uğurda daha bir maharet kazanabilmekteyiz. İyi ama ya ruhumuzdaki yaraların o derin yarıklarını hangi makyaj hileleriyle örtmekteyiz?
Ve bu hilelerin ruhumuza yan etkileri neler?
Bilim Ne İşe Yarar?
Yeryüzünün her yerindeki neredeyse bütün Müslümanlar, bedenlerindeki bu yaralanmaların şifa bulması için son 350-400 yıldır bilimden medet umdu. Hayır, serapa yanlış bir şey yaptılar demiyorum. Ama bilimi ve teknolojiyi tekelinde bulunduranlara günboyu lânet okuyan müslümanlar, bütün gece ibadetlerinde bilimi ve teknolojinin yüce isimlerinin zikrini çekmekten alamadılar kendilerini. Hangi vesileyle olursa olsun ‘ilerleme’, ‘gelişme’ ve ‘çağdaşlaşma’ benzeri ifadelere başvuran biri müslüman, öteki ateist iki sakallı arasındaki yegâne ortak payda sakaldan mı ibaret zannediyorsunuz?
Veya demokrasi
Doğru, ortada inanılmaz bir gerikalmışlık var. Siz buna isterseniz Osmanlı’nın çökmesi, dilerseniz durdurulması üzerinden bir değer yükleyin, farketmez; gerçek değişmiyor: Yeryüzüne yayılmış bütün müslümanlar en zeki çocuklarını mühendis çıkarmayı hâlen daha marifet belliyor. Dikkatinizi çekerim, her biri çocuğunu bilim putuna kurban verdiğine inanırken aslında evlâdını teknoloji tanrısının sunağında kurban ettiğinin farkında bile değil. Ve ne vahim hata işlediğinin!
Elbette babası tarafından mühendislik okuması istenenlerin arasından da edebiyat/sanat alanına geçenler çıkmakta: Oğuz Atay misal. Ne ki müslümanlar nezdinde sanat, en fazla hat, ebru, tezhip ve ‘ney çalmak’tan ibaret; edebiyatsa hâlâ boş söz demek. Meslek, yani sülûk edilesi şeyler değil, ancak hobi düzeyinde ilgilenilecek meşgaleler. Yahut davaya hizmet edesi şeyler; o da ortada dava-mava teraneleri varken.
O yüzden de müslümanların bedeni bir türlü yara-bere almaktan, kararmaktan kurtulamıyor. Yani dayak yemekten.
Ruhu da.
Ruhun Istırabının Şifası
Hâlbuki ruhumuzun herhangi bir yeri karardığında yahut kanadığında en efsunlu çarelerden biri sanat.
Dikkatinizi çekerim, çoğun bize yanlış belletildiği gibi sanat yaralı ruhların çığlıklarından ibaret değil. Öyleleri zayıf ruhların boş dövünmeleri. Sanatın yegâne kıymeti, yaralı bir ruhun ıstırabının terennümü üzerinden kendi sınırlılığımızı idrakten ibaret. Ama ne etkili bir merhem ve ne efsunlu bir şifa. Düşünsenize, bir benzeriniz üzerinden size kendi sınırlılığınız hissettiriliyor: kulluğunuz! Ölümlülüğünüz! Geçiciliğiniz! Ve acınızın da geçeceği. Ve daha önemlisi ruhu inciten yaralanmaların aslen nasıl da ulvileştiricileşebileceği.
Misal: Bir roman okumak, en derin düşüncelere dalarak veya en kıymetli düşünceleri öğrenerek asla kavrayamayacağımız kudrette bize kendimize dair keşifler yaşatabilir. İçeride olup bitenlere ve olmuş-bitmiş şeylere dair.
Ruhun kanamasının bilinen en tesirli şifası sanat ve edebiyat.
Ama bizdeki gibi sahtesi değil, sahicisi. Hakiki edebiyat da, sanat da tarih boyunca hiç pazara düşmedi. Onu başka yerde aramak mecburiyetindeyiz. Kötü edebiyat, sahte ilâç hükmünde.
Kötü Edebiyatın Etkisi
Öte yandan kötü edebiyat bile zannettiğimizden çok daha fazla bize dair şeyler söyler.
Nasıl mı?
Hani artık duymazdan geldiğimiz bir söz var: “Söz ancak kalpten gelince kalbe tesir eder.” diye. Bırakalım hakikatine mütenasip yaşamayı, sözün sahibini dahi nisyan çukurlarına gömdüğümüz bu ulvi umde çerçevesinde mevzumuza yakınlaşmayı deneyelim. Bırakalım, sanatın hakiki manâsıyla soylu örneklerini, müslümanların güya en fazla at koşturdukları edebiyat sahasına odaklanarak meseleye yakınlaşalım. Her vicdan sahibi insanın utana-sıkıla teslim etmesi mecburi bir acı hakikat var:
- Günümüz Türkiyesi’nde müslümanların edebiyat adına ürettikleri şeyler, aslında yüz kızartıcı suç mesabesinde. İçi boşaltılmış meseleleri güya ele alıyormuş gibi görünen bir yaklaşım, anlattığı hadiseleri dedikodu düzeyinde aktaran bir anlatım, kartondan tiplemeler; derinlik şöyle dursun, sığlıktan bile yoksun yaklaşımlar...
İyi ama niçin böyle? Hani müslüman, öbür insanlardan katbekat fazla vicdanının sesini dinleyen kimseydi?
Plasebo Etkisi ve Şifa
Hepimiz yalnızız neticede; yapayalnız.
Mühim olan bu yalnızlığımızı ne kadar kabullenebildiğimiz. Ve nerelerde ve nasıl teselli aradığımız. Kavramak mecburiyetindeyiz: Bilimin veya felsefenin kanayan bir ruh üzerindeki tesiri en fazla plasebo etkisi düzeyinde seyretmeye mahkûm. Acıyan, ezilen, burkulan, kanayan ve kararan bir ruhu ancak sanat teskin edebilmekte.
O da kısmen.
Mesele şu: Biz batılı akıl hocalarımızın yüzyıllardır kulağımıza üflediği gibi üfürükçülerden adi bilimden, hatta teknolojiden mi medet ummaya devam edeceğiz yoksa atalarımız gibi dünyanın en büyük şairlerini, müzisyenlerini ve mimarlarını yetiştirmenin yeni zamanlardaki yollarını mı arayacağız?