İnsan bir maymun mudur?

İnsanın kaderi, bizatihi tercihleriyle mukayyet kılınmış.
İnsanın kaderi, bizatihi tercihleriyle mukayyet kılınmış.

Peşinen söyleyelim, insan ve maymun kavramları yanyana geldi diye buradan Darwinyen bir Evrim Kuramı şeysi çıkarmaya heves edenler, başka kapıya. Bu yazı o meseleyle değil, insanın galiba epeyce ihmal edilen başka bir veçhesiyle alâkalı.

Zihni ve hissi melekelerinin tekâmülü süresince insan çevresindekileri sürekli taklit eder. Bebeğin ‘ben’i henüz teşekkül etmemiştir çünkü; teşekkül etmektedir. Kimbilir, bu şekillenme, anne karnında ne vakit başlamakta. Ne ki şurası kesin: Bebek, henüz kendisini annesinden ayırt edemediği evrede bile sürekli annesini taklit eder. Anne nasıl gülüyorsa öyle güler. Anne ağzını, dudaklarını, gözlerini hangi şekle sokmuşsa bebek de ona benzemeye çalışır.

Hem zihni, hem de hissi melekelerimizin inkişafını belirleyen husus, etrafımızda kimleri gizli veya aleni taklit ettiğimizle alâlakalı.
Hem zihni, hem de hissi melekelerimizin inkişafını belirleyen husus, etrafımızda kimleri gizli veya aleni taklit ettiğimizle alâlakalı.

Bahsettiğimiz bu hadise, bir tek davranışlarda geçerli değil. Bebek hisleri de annenin hislerini taklit ederek, bir nevi paylaşarak yaşar. Dış dünyayı yeter miktarda kavrayacak melekelerden de, bilgilerden de, görgülerden de, yöntemlerden de henüz uzaktır çünkü. Bebek için dış dünya, annede yansıdığı kadarıyla ve yansıdığı şekliyle var. Tam burada Platon’un meşhur mağara metaforunu en azından ismen zikredelim. Bir yönüyle zaaf gibi görünen bu durum aslında bir yandan bebeğin anne ile özdeşleşmesine yardım ederek onu geleceğe hazırlar, bir yandan da yüzünü anneye benzettikçe onunla bütünleşmesini sürdürdüğü zehabı üzerinden elân rahat etmesini, huzur bulmasını sağlar.

Bebek annenin hissini emer.

İlerleyen dönemlerde bebek, anneden manen de koptuktan sonra bir yandan kendi ‘ben’ idrakını tekâmüle gayret eder, bir yandan da bu gayeye matuf mahiyetinde, cinsiyetine göre anneyi veya babayı ‘aynalamaya’ devam eder.

  • Ağabeyi veya ablayı da.
  • Yahut etrafındakilerden ‘seçtiği’ kişileri.

Arkadaşa benzeme gayretinden tutun da, öğretmene veya ustaya varıncaya değin bir sürü rol modelde tavır aynı: Onun gibi olmak gayesi... Haset ise bu yeterince benzeyememeden neş’et eden bir nevi sapma. Kâfi miktarda tatmin hissi vermeyen veya başarısız taklidin ardından gelen kötücül his. Tahmin edileceği gibi bu aşamada bir yandan da kedi-ciğer hesabı devreye girer: Benzeyemediğini aşağıla!

Büyümek taklitle kabil

Kimlerle yaren isek, hatta şimdilerde pek mümkün görünmese bile gene de zikredelim, her kimle dost isek artık biz biraz da oyuzdur. Bu durumu şahsen farketmesek de. Daha isabetli ifadesiyle görmezden gelsek de biz, çevremizle birarada(yken) varız. Ve bu biraradalık sürecinde, hissi manâda derinden derine sarkan bir çeşit irtibat ile birbirimize raptolunuruz. Gerisi de ‘bileşik kaplar’ umdesine kalmakta. Belki burada dikkat etmemiz icap eden husus, kapların aralarındaki kemmiyet farklarına bağlı kalarak içlerindekini hizalamasının vakit alabileceği gerçeği.

Bugünlerde yıldızı gene parlatılan şu “Coğrafya kaderdir.”e mi selâm çakıyorum bu ifadelerle? Tabii ki değil! Malûm kader meselesi, zamane müslümanlarının da, kâfirlerinin de, münafıklarının da, ateistlerinin de ve hatta deistlerin de ayaklarının en çok sürçtükleri, hayli netameli birçok hususu barındırır. Bir kere “Coğrafya kaderdir.” ifadesi, hakiki muktedir azınlık tarafından mustaz’aflara yönelik “Hâlinize rıza gösterin. Bu zulüm düzenine isyanı falan tasavvur dahi etmeyin.” ikazı manâsı taşımakta. Bu yüzden de peşinen reddedilesi.

Hâlinize rıza gösterin. Bu zulüm düzenine isyanı falan tasavvur dahi etmeyin.

Zihni ve hissi melekelerinin tekâmülü süresince insanın çevresindekileri sürekli taklit ediyor.
Zihni ve hissi melekelerinin tekâmülü süresince insanın çevresindekileri sürekli taklit ediyor.


Söylemeye bile hacet yok, inancımıza göre mazlum, zalimden daha çok suçludur; zulme isyan etmedikçe. Veya isyan fırsatlarını kollamadıkça. Dolayısıyla siyasi manâda ve içtimai çerçevede kader, coğrafyadan çok daha başka şeylerle irtibatlı. Ferdi çerçevede ise kader, bizim sorumlu tutulmamızı açığa düşürecek, handiyse geçersiz kılacak bir tarzda tevil edilemez. İnsanın kaderi, bizatihi tercihleriyle mukayyet kılınmış. Aksi takdirde kişinin neye binaen hesap vermesinden bahsedecektik. Demek ki coğrafya kader olsaydı, müstekbirlerin coğrafyasında doğmayan insanlar amellerinden, dolayısıyla tercihleri yüzünden mesul tutulmayacaktı.

İyi ama bu kabule göre zahiri şartların etkisini, bu arada çevre şartlarınınkini de tahfif mi ediyoruz?

Hepimizin benzeri müşahadeleri bolcadır kanaatindeyim: Uzun yıllar birbiriyle ahbaplık eden insanlar arasında hiçbir akrabalık bulunmadığı hâlde aralarında öylesine manevi bir yaklaşma/yakınlaşma gözlemlersiniz ki bu insanların simaen de birbirlerine ne çok benzediğine hayret edersiniz. Birlikte düşe-kalka vakit geçiren insanların zahirlerindeki bu benzerliklerinin batınlarında ne miktarda tecelli edebileceğini ise gözardı etmeyi tercih ederiz.

Taklid üzerinden tekâmül

Taklit ile biz tercih ettiğimize benzeriz, ardından da başka ‘taklit merci’leri belirleriz. Hem de birçok sahada. Misal: İtikadımıza göre dinen biz mukallit makamındayız.

  • Bahsettiğim bu taklit hususu ile rabıta mevzuunun arasında bir irtibat kurmak ise erbabının işi. Gelgelelim belli ki insanın tekâmülünün külliyen hayali değil de bir yönüyle hakikate, hususen de zahiri hakikate rabtolunmasında bir hikmet bulunsa gerek.

Hem zenaat tarihi, hem de moderniteyle birlikte çığrından çıkarılan ve yanlış bir tarzda ve belki de hâddinden fazla itibar gösterilen sanat tarihi bize aynı hakikati işaret ediyor: Sülûka başlayan ve istikbâlde bu yolu kendisine meslek belleyen çırağın uzun yıllar boyunca yaptığı en esaslı şey, ustasını veya hocasını veya hocalarını, bazen de hocalarının hocalarını taklitten ibaret.

Taklit ile biz tercih ettiğimize benzeriz, ardından da başka ‘taklit merci’leri belirleriz.
Taklit ile biz tercih ettiğimize benzeriz, ardından da başka ‘taklit merci’leri belirleriz.

Daha ötesi, o her fırsatta övündükleri bilimsel düşünmenin de, felsefi düşünmenin de yöntemi, zannedildiği gibi nazari bir ameliyeyle değil, hocayı taklit ve tekrarla kabil. Bizde zikredilen bu iki düşünme tarzına sahip kişilere akademi içinde de, dışında da rastlanamamasının sebeplerinden biri de işte bu husus: Bilimsel veya felsefi düşünme yöntemini hocası öğrenmemiş ki talebesine öğretebilsin. O yüzden de öğretilebilesi biricik şey, malûmat.

Taklidi terk ile kemâl

Bu açıdan baktığımızda sanatın has ve hususiliğini de, sanatkârın biricikliğini de buradan süzebiliriz. Zenaatin zıddına sanat taklidi terketmeyle başlar; sanatkârsa taklidi aşmayla. Başka bir ifadeyle zenaatte tekâmül, ustayı ustaca taklit edebilmek demek iken sanatta ustalaşma, taklidin terkiyle kabil. Fakat mühim husus şu: Her ikisinde de esas, taklit. Bu da demektir ki bu bağlamda insana yolun mühim bir kısmı boyunca taklitten öte nasip yok.

Öte yandan, şiirin ve kısmen edebiyatın dışındaki sanat dallarında, meselâ müzikte, resimde, mimaride, tiyatroda ve hatta aslen sanat sayılmaması gerektiği hâlde kimi bakımlardan sanata yakınlaşabileceğinden hareketle burada zikretmekte bahis görmeyebileceğimiz sinemada bile, edebiyata nispetle dünya çapında bir yerlere gelemememizin sebeplerinden birisi de taklit mevzuuyla alâkalı. Bu sahalarla ilgilenen sanatkârlarımızın neredeyse hepsi ya birden fazla üstadı taklit hatasını sürdürüyorlar veya vakti-saati geldiğinde talim için caiz, hatta mecburi durumdaki taklit yolunu bir türlü terkedemiyorlar. Taklidi terkettiklerinde cascavlak ortada kalacaklarını, aslında söyleyecek yeni bir sözlerinin bulunmadığını, varsa bile o sözü yeni bir tarzda söylemenin inceliklerini kavrayamadıklarını içten içe bilmekteler çünkü. Bütün o uzun taklit yıllarına rağmen üstelik.

Demek ki insan için tekrar maymunluk değil; tersine, taklidi aşamadığında kişi bir nevi mecazi maymunluğa yakın düşmekte.